Ülkeler, göç almadan refah seviyelerini koruyabilir mi?

Yaşlanan nüfus, düşen doğum oranları ve artan emeklilik yükü… Zengin ülkelerin refah seviyelerini ayakta tutan denge hızla sarsılıyor. Göç, işgücü açığını kapatmanın ve sosyal devletin sürdürülebilirliğini sağlamanın en etkili araçlardan biri. Fakat artan göç karşıtlığı, siyaseti sert tercihlere zorluyor. Peki, hükümetler topluma göçün bedellerini ve getirilerini açıkça anlatmadan bu dengeyi nasıl koruyabilir?

Göç meselesi günümüzün en temel toplumsal ve siyasi tartışmalarından biri haline gelmiş durumda. Yaşlanan nüfus, düşen doğum oranları ve artan emeklilik yükü, zengin ülkelerin sosyal devlet düzeneklerini zorluyor. Bu boşluğu kapatmanın en etkili yollarından biri göç. Fakat göç, ekonomik bir konu olduğu kadar siyasetin merkezinde yer alan toplumsal tartışmalardan biri. Bu nedenle, göçün faydaları kadar yarattığı gerilimleri de hesaba katmak gerekiyor.

Gelişmiş ülkeler için tablo oldukça net: Emekli olan nüfusun artmasıyla birlikte işgücü daralıyor ve genç kuşaklar, bu yükü taşımakta zorlanıyor. Kamu hizmetlerinin niteliğini korumak, emeklilik sistemini sürdürülebilir kılmak ve ekonomik büyümeyi devam ettirmek için göç, artık bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Ne var ki göçün ekonomik faydaları, siyasette güçlü bir muhalefetle karşılaşıyor. İnsanların çoğu zaman ani değişimlere olumsuz tepki verme eğilimi, göç oranlarının hızlı yükseldiği bölgelerde daha güçlü bir toplumsal direnç yaratıyor. Bu yüzden göçün topluma getirdiği katkıları anlatmak kadar, yarattığı dönüşümleri de şeffaf bir şekilde tartışmak büyük önem taşıyor.

İngiltere siyaseti konusunda uzmanlaşan gazeteci Stephen Bush, Financial Times internet sitesinde yayımlanan yazısında, yaşlanan nüfus ve düşen doğum oranlarının sosyal devlet üzerindeki baskısını, göçün bu boşluğu doldurmada oynadığı kritik rolü, buna rağmen göç karşıtlığının siyaset üzerindeki belirleyici etkisini ve hükümetlerin karşı karşıya olduğu ikilemleri ele alıyor. Yazı, göçün kamu hizmetlerini ve ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılmak için zorunlu olduğunu, fakat göçmenlerin işgücü piyasasında yarattığı ücret baskısı ve hızlı demografik değişimlerin toplumsal gerilimleri körüklediğini vurguluyor. Bush, farklı ülkelerin izlediği politikaları örnekler üzerinden tartışarak, göçün tamamen maliyetsiz bir çözüm olmadığını; hükümetlerin, refahın korunabilmesi için göçün hem faydalarını hem de bedellerini topluma açıkça anlatmak zorunda olduklarının altını çiziyor.

Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

“Zengin ve gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı, aslında birbirine çok benzeyen bir temel sorunla yüzleşiyor: İnsanların ortalama yaşam süresi uzadıkça toplum giderek yaşlanıyor, buna karşılık doğan çocukların sayısı giderek azalıyor. Her yıl on binlerce kişi emekli oluyor ama bu boşluğu dolduracak kadar yeni nesil yetişmiyor. Çalışabilecek durumda olan nüfus, yaşı küçük olduğu, ya da sağlık sorunları bulunduğu için çalışamayan ya da yaşlılık sebebiyle işgücü dışında kalanları artık geçmişteki kadar rahat ve sürdürülebilir bir biçimde destekleyemiyor. Bu durum kamu hizmetlerinin kalitesini, sosyal devletin sunduğu imkanları ve vergi düzenini seçmenlerin uzun yıllar boyunca alışageldiği seviyede sürdürmeyi giderek daha zor hale getiriyor.

Göç, bu boşluğu kapatan en önemli araç haline geldi. Örneğin İngiltere’de yabancı öğrenciler, yıllardır harçların reel değerinin sürekli düşmesine rağmen üniversitelerin kapanmadan ayakta kalabilmesini sağladılar. Göçmenler, hem bakım hem de inşaat sektöründeki açıkları doldurdu. Boris Johnson döneminde bu sektörler büyürken, Hong Kong ve Ukrayna’dan gelenler için de insani giriş yolları açıldı. ‘Yurt dışında doğmuş olmak’ göçün tam ölçütü olmasa da (örneğin Johnson, Amerika doğumlu bir Britanyalı), pratikte işlevsel bir gösterge. Bugün çoğu zengin ülkede göçmen sayısı tarihin en yüksek noktasında.

İnsanlar neden göç karşıtı siyasi hareketleri destekliyor?

Fakat siyasetçiler açısından ortadaki temel sorun şu gerçeklikten ibaret: Göç meselesi, oldukça güçlü, sürekli büyüyen ve giderek daha da örgütlü hale gelen bir politik muhalefetin tam merkezinde yer alıyor. Amerika’da yalnızca enflasyon değil, aynı zamanda Demokrat Parti’nin Meksika sınırını yeterince denetim altında tutamaması da Donald Trump’ın yeniden iktidara dönüşünde son derece belirleyici bir rol oynadı. On milyonlarca kişiyi sınır dışı etme sözü veren Trump, bugün birçok Avrupalı siyasetçi için de rahatsız edici bir örnek.

İngiltere, Fransa ve Almanya’da milliyetçi sağ partiler, göç karşıtlığı üzerinden anketlerde öne çıkıyorlar. Elbette göç karşıtlığının tamamı doğrudan önyargıdan kaynaklanmıyor; insanların çoğu zaman ani değişimlere olumsuz tepki verme eğiliminde olması bunda önemli bir etken. Bu yüzden göç karşıtı duygular, göçmen sayısının en yüksek olduğu bölgelerde değil, göç oranının kısa sürede hızlı biçimde yükseldiği yerlerde daha güçlü ve daha görünür hale geliyor.

Londra bunun iyi bir örneği. 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde göç oranı bugüne kıyasla çok daha düşük seviyelerdeydi, ancak göçe yönelik siyasal muhalefet bugünkünden bile daha sertti. Oysa günümüzde Londralılar, çok kültürlü, çok dilli ve çok ırklı bir şehirde yaşamayı olağan bir durum olarak kabul ediyor. Bu nedenle göç oranındaki değişiklikler artık geçmişte olduğu kadar büyük siyasi tartışmalara yol açmıyor.

Göç, toplumda hangi gruplara fayda sağlıyor?

Göçün topluma sağladığı geniş kapsamlı faydalar ise bazı kesimler için kayıplar yaratıyor. İşgücü açığını kapatan ve enflasyonu düşük seviyelerde tutan göç, aslında genel toplum için faydalı bir gelişme. Ancak aynı zamanda, hastane görevlilerinden kuryelere kadar gelir dağılımının en alt basamaklarında çalışanların ücretleri üzerinde aşağı yönlü bir baskı oluşturuyor. Göç karşıtlığının bir bölümü yalnızca basit önyargılardan ve etnik çeşitliliğe duyulan rahatsızlıktan besleniyor. Sol ve merkez soldaki siyasetçiler, göç karşıtlığının en çok ‘gerilemiş’ ya da ‘çöküşe geçmiş’ olarak algılanan bölgelerde yoğunlaştığını gösteren araştırmalardan umut buldu. Fakat aynı araştırma, insanların bir yeri kötüye gitmeye başlamış saymasının en önemli işaretlerinden birinin göçmenlerin oraya gelmesi olduğunu da açıkça ortaya koyuyor.

Modern çağda göç her zaman dalgalı ve kesintili bir seyir izledi; sınırlar kimi dönemlerde açıldı, ardından yeniden kapandı. Benim büyük büyükbabam ile büyük büyükannem, 19. yüzyılın sonlarına doğru, o dönem Rusya İmparatorluğu sınırları içinden İngiltere’ye geldiklerinde pasaport uygulaması henüz yoktu; insanların önündeki tek gerçek engel, yolculuğun masrafını karşılayabilecek maddi imkâna sahip olmaktı. Yahudi göçmenlerin gelişine duyulan sert tepki, hükümetleri modern pasaportları çıkarmaya ve sınır kontrolünü sıkılaştırmaya itti. O zamandan bu yana hem Britanya’nın hem de dünyanın büyük bölümünün göç politikaları, siyasi iklimin rüzgârına göre açılıp kapanan sınırlarla şekillendi.

Bugün ise fark şu noktada: hızla yaşlanan toplumların eskisi gibi ‘açılma ve kapanma’ dönemlerini sürdürme lüksü kalmadı. Çünkü nüfus giderek daha yaşlı hale geliyor ve ek işgücüne duyulan ihtiyaç çok daha fazla hissediliyor. Buna ek olarak, düzensiz göç hareketleri bütün göç türlerine karşı tepkiyi artırıyor. İtalya gibi sınırda bulunan ülkeler veya Brexit sonrasında İngiltere, Akdeniz’den ya da Manş Denizi’nden gerçekleşen geçişler nedeniyle özellikle gergin ve kırılgan bir durumda.

Göç olmadan ekonomik refah sürdürülebilir mi?

Demokrasiler, göç üzerinde uygulanan sert kısıtlamaların yerli halkın omuzlarına daha fazla ekonomik yük bindirdiği, kamu hizmetlerinin niteliğini düşürdüğü ve bunun sonucunda göç karşıtlığını daha da körüklediği bir kısır döngüye sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya. Peki bu döngü nasıl kırılabilir?

Farklı ülkeler, farklı seçmen taleplerine göre farklı yollar izleyebilir. Japonya, onlarca yıldır diğer zengin ülkelere göre çok daha düşük göç oranlarına sahip. Bunun nedeni, Japon emeklilerin gelirlerinin diğer ülkelere göre daha düşük olması. İngiltere’de ise tablo bambaşka. Yüksek göçe en çok karşı çıkan yaşlı seçmenler, kış yakıt desteğinin sadece en yoksul emeklilere verilmesi önerisine iki kez sert tepki gösterdi. Dolayısıyla İngiltere’de, daha düşük yaşam standartlarını daha az göç karşılığında kabul etmeye dayalı bir yol gerçekçi görünmüyor.

Merkez solda örnek olarak en çok konuşulan ülke Danimarka. Sosyal Demokratlar göç konusunda sert biçimde sağa kayarak iktidarda kalmayı başardı. Ama çoğu ülke için ‘Danimarka modeli’ uygulanabilir değil. Çünkü Danimarka bir sınır ülkesi değil; büyük göç dalgaları oraya ilk ulaşmıyor, bu yüzden kapılarını kapatması daha kolay. Danimarka’nın mevcut politikasını sürdürebileceği de kesin değil; işgücü açığı ülkeyi sınırlarını gevşetmeye zorlayabilir.

Merkez sağ açısından ise iki ülke öne çıkıyor: Avustralya ve İtalya. Avustralya’da Liberal Parti hükümetleri ‘botları durdurma’ politikasını başarıyla uyguladı; ancak bunda hem ülkenin kendine özgü coğrafi konumu hem de dönemin uluslararası siyasi şartları etkili oldu. Bu politikanın temelinde, sorunun Papua Yeni Gine’ye ve Nauru gibi küçük Pasifik adalarına taşınması yani dışsallaştırılması vardı. Avrupa ülkeleri de aslında benzer bir yöntemi tercih etti; sınır yönetimlerinin ve göç denetiminin bir kısmını Türkiye’ye ve Libya’daki otoritelere devretti.

İtalya ise daha dengeli bir model sunuyor olabilir. Başbakan Giorgia Meloni, göç oranlarını yüksek tutmayı sürdürürken aynı zamanda vatandaşlık kazanma yollarını ve aile birleşimi üzerinden ülkeye giriş imkanlarını ciddi ölçüde sınırlayarak hem kendi siyasi tabanının desteğini korumayı başardı hem de kamuoyu yoklamalarında rakiplerine karşı üstünlüğünü muhafaza etti. Bu başarı, kısmen de olsa, partisinin göç meselesinde seçmenler nezdinde tutarlı ve kararlı bir aktör olarak görülmesine dayanıyor.

Benzer bir örnek Danimarka’da yaşandı; Sosyal Demokratların lideri Mette Frederiksen, partisi hâlâ güvenilir bulunurken göç konusunda daha sağa kayan, daha sert tedbirleri savunan bir çizgi izleyebildi. Oysa bugün Almanya’nın SPD’si ya da İngiltere’nin İşçi Partisi gibi Avrupa’daki pek çok merkez sol parti göç konusunda öylesine güven kaybetmiş durumda ki, çok sayıda göçmeni sınırlı vizelerle kabul etme formülünü seçmenlerine benimsetmeleri pek mümkün görünmüyor.

Göç karşıtlığına cevap olarak hangi politikalar izlenmeli?

Üstelik anketlerde destek bulan her politika, uygulamada aynı karşılığı bulmuyor. İngiltere’de Tony Blair döneminde Yeni İşçi Partisi, Meloni’ninkine benzer bir ‘yüksek göç, sert önlem’ yaklaşımı benimsedi; göç artarken, iltica başvurusu yapanların süreç boyunca çalışma hakkı sınırlandı. Bunun sonucunda sığınmacılar, başvurularının sonuçlanmasını devlet desteğiyle geçici barınma yerlerinde beklemek zorunda kaldı.

Birleşik Krallık, birçok açıdan hâlâ başarılı bir entegrasyon örneği sayılıyor. Elbette sorunlu noktalar da var; örneğin Bradford’daki Pakistan kökenli toplulukta yakın akraba evlilikleri oldukça yaygın. Ama burada bile rakamlar yavaş yavaş düşüyor. Entegrasyonun asıl başarısı ise işgücü piyasasında ölçülüyor. İsveç’in 1980’lerde sığınmacıları sosyal yardım sistemine entegre etme yöntemini değiştirmesi nasıl yeni sorunlar doğurduysa, Birleşik Krallık’ın sığınmacılara çalışma izni vermemesi de benzer sıkıntılar yaratıyor.

Sayılarla oynamaya, özellikle de aile birleşimini sınırlamaya odaklanmak, hükümete ‘ülkeye gelen herkes belirli bir iş için geliyor’ deme imkânı veriyor. Ama bunun yan etkisi şu: Birçok bölgede göçmen nüfus ya bekar ya da ailelerinden uzakta yaşayan yalnız erkeklerden oluşuyor. Bu tablo yerel halkın istemediği bir durum ve uyumu zorlaştırıyor. O halde sormak lazım: Göçmen oranı çok daha yüksek olmasına rağmen vatandaşlığa kalıcı yol tanımayan Dubai, gerçekten insanları kaynaştırmada ve kendi kimliğini korumada Birleşik Krallık’tan daha mı başarılı?

Hükümetlerin yapması gereken şey, aldıkları kararların ne anlama geldiğini açıkça söylemek. Çünkü her göç politikasının entegrasyon, işgücü piyasası veya göçün dönüştürdüğü mahalleler açısından bir bedeli var. Önemli olan, gerçekçi ve uygulanabilir seçenekleri savunmak. Yaşlanan toplumların göç olmadan refahlarını koruyabileceğini ya da göç politikasının hiçbir maliyet veya gerilim yaratmadan uygulanabileceğini düşünmek sadece bir hayal.”

Bu yazı ilk kez 27 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Stephen Bush’un Financial Times internet sitesinde yayımlanan “The truth about immigration” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Mert Söyler tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://www.ft.com/content/43dad7d6-3042-4697-b266-4252eba78ce3

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ülkeler, göç almadan refah seviyelerini koruyabilir mi?

Yaşlanan nüfus, düşen doğum oranları ve artan emeklilik yükü… Zengin ülkelerin refah seviyelerini ayakta tutan denge hızla sarsılıyor. Göç, işgücü açığını kapatmanın ve sosyal devletin sürdürülebilirliğini sağlamanın en etkili araçlardan biri. Fakat artan göç karşıtlığı, siyaseti sert tercihlere zorluyor. Peki, hükümetler topluma göçün bedellerini ve getirilerini açıkça anlatmadan bu dengeyi nasıl koruyabilir?

Göç meselesi günümüzün en temel toplumsal ve siyasi tartışmalarından biri haline gelmiş durumda. Yaşlanan nüfus, düşen doğum oranları ve artan emeklilik yükü, zengin ülkelerin sosyal devlet düzeneklerini zorluyor. Bu boşluğu kapatmanın en etkili yollarından biri göç. Fakat göç, ekonomik bir konu olduğu kadar siyasetin merkezinde yer alan toplumsal tartışmalardan biri. Bu nedenle, göçün faydaları kadar yarattığı gerilimleri de hesaba katmak gerekiyor.

Gelişmiş ülkeler için tablo oldukça net: Emekli olan nüfusun artmasıyla birlikte işgücü daralıyor ve genç kuşaklar, bu yükü taşımakta zorlanıyor. Kamu hizmetlerinin niteliğini korumak, emeklilik sistemini sürdürülebilir kılmak ve ekonomik büyümeyi devam ettirmek için göç, artık bir zorunluluk haline gelmiş durumda. Ne var ki göçün ekonomik faydaları, siyasette güçlü bir muhalefetle karşılaşıyor. İnsanların çoğu zaman ani değişimlere olumsuz tepki verme eğilimi, göç oranlarının hızlı yükseldiği bölgelerde daha güçlü bir toplumsal direnç yaratıyor. Bu yüzden göçün topluma getirdiği katkıları anlatmak kadar, yarattığı dönüşümleri de şeffaf bir şekilde tartışmak büyük önem taşıyor.

İngiltere siyaseti konusunda uzmanlaşan gazeteci Stephen Bush, Financial Times internet sitesinde yayımlanan yazısında, yaşlanan nüfus ve düşen doğum oranlarının sosyal devlet üzerindeki baskısını, göçün bu boşluğu doldurmada oynadığı kritik rolü, buna rağmen göç karşıtlığının siyaset üzerindeki belirleyici etkisini ve hükümetlerin karşı karşıya olduğu ikilemleri ele alıyor. Yazı, göçün kamu hizmetlerini ve ekonomik büyümeyi sürdürülebilir kılmak için zorunlu olduğunu, fakat göçmenlerin işgücü piyasasında yarattığı ücret baskısı ve hızlı demografik değişimlerin toplumsal gerilimleri körüklediğini vurguluyor. Bush, farklı ülkelerin izlediği politikaları örnekler üzerinden tartışarak, göçün tamamen maliyetsiz bir çözüm olmadığını; hükümetlerin, refahın korunabilmesi için göçün hem faydalarını hem de bedellerini topluma açıkça anlatmak zorunda olduklarının altını çiziyor.

Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

“Zengin ve gelişmiş ülkelerin neredeyse tamamı, aslında birbirine çok benzeyen bir temel sorunla yüzleşiyor: İnsanların ortalama yaşam süresi uzadıkça toplum giderek yaşlanıyor, buna karşılık doğan çocukların sayısı giderek azalıyor. Her yıl on binlerce kişi emekli oluyor ama bu boşluğu dolduracak kadar yeni nesil yetişmiyor. Çalışabilecek durumda olan nüfus, yaşı küçük olduğu, ya da sağlık sorunları bulunduğu için çalışamayan ya da yaşlılık sebebiyle işgücü dışında kalanları artık geçmişteki kadar rahat ve sürdürülebilir bir biçimde destekleyemiyor. Bu durum kamu hizmetlerinin kalitesini, sosyal devletin sunduğu imkanları ve vergi düzenini seçmenlerin uzun yıllar boyunca alışageldiği seviyede sürdürmeyi giderek daha zor hale getiriyor.

Göç, bu boşluğu kapatan en önemli araç haline geldi. Örneğin İngiltere’de yabancı öğrenciler, yıllardır harçların reel değerinin sürekli düşmesine rağmen üniversitelerin kapanmadan ayakta kalabilmesini sağladılar. Göçmenler, hem bakım hem de inşaat sektöründeki açıkları doldurdu. Boris Johnson döneminde bu sektörler büyürken, Hong Kong ve Ukrayna’dan gelenler için de insani giriş yolları açıldı. ‘Yurt dışında doğmuş olmak’ göçün tam ölçütü olmasa da (örneğin Johnson, Amerika doğumlu bir Britanyalı), pratikte işlevsel bir gösterge. Bugün çoğu zengin ülkede göçmen sayısı tarihin en yüksek noktasında.

İnsanlar neden göç karşıtı siyasi hareketleri destekliyor?

Fakat siyasetçiler açısından ortadaki temel sorun şu gerçeklikten ibaret: Göç meselesi, oldukça güçlü, sürekli büyüyen ve giderek daha da örgütlü hale gelen bir politik muhalefetin tam merkezinde yer alıyor. Amerika’da yalnızca enflasyon değil, aynı zamanda Demokrat Parti’nin Meksika sınırını yeterince denetim altında tutamaması da Donald Trump’ın yeniden iktidara dönüşünde son derece belirleyici bir rol oynadı. On milyonlarca kişiyi sınır dışı etme sözü veren Trump, bugün birçok Avrupalı siyasetçi için de rahatsız edici bir örnek.

İngiltere, Fransa ve Almanya’da milliyetçi sağ partiler, göç karşıtlığı üzerinden anketlerde öne çıkıyorlar. Elbette göç karşıtlığının tamamı doğrudan önyargıdan kaynaklanmıyor; insanların çoğu zaman ani değişimlere olumsuz tepki verme eğiliminde olması bunda önemli bir etken. Bu yüzden göç karşıtı duygular, göçmen sayısının en yüksek olduğu bölgelerde değil, göç oranının kısa sürede hızlı biçimde yükseldiği yerlerde daha güçlü ve daha görünür hale geliyor.

Londra bunun iyi bir örneği. 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde göç oranı bugüne kıyasla çok daha düşük seviyelerdeydi, ancak göçe yönelik siyasal muhalefet bugünkünden bile daha sertti. Oysa günümüzde Londralılar, çok kültürlü, çok dilli ve çok ırklı bir şehirde yaşamayı olağan bir durum olarak kabul ediyor. Bu nedenle göç oranındaki değişiklikler artık geçmişte olduğu kadar büyük siyasi tartışmalara yol açmıyor.

Göç, toplumda hangi gruplara fayda sağlıyor?

Göçün topluma sağladığı geniş kapsamlı faydalar ise bazı kesimler için kayıplar yaratıyor. İşgücü açığını kapatan ve enflasyonu düşük seviyelerde tutan göç, aslında genel toplum için faydalı bir gelişme. Ancak aynı zamanda, hastane görevlilerinden kuryelere kadar gelir dağılımının en alt basamaklarında çalışanların ücretleri üzerinde aşağı yönlü bir baskı oluşturuyor. Göç karşıtlığının bir bölümü yalnızca basit önyargılardan ve etnik çeşitliliğe duyulan rahatsızlıktan besleniyor. Sol ve merkez soldaki siyasetçiler, göç karşıtlığının en çok ‘gerilemiş’ ya da ‘çöküşe geçmiş’ olarak algılanan bölgelerde yoğunlaştığını gösteren araştırmalardan umut buldu. Fakat aynı araştırma, insanların bir yeri kötüye gitmeye başlamış saymasının en önemli işaretlerinden birinin göçmenlerin oraya gelmesi olduğunu da açıkça ortaya koyuyor.

Modern çağda göç her zaman dalgalı ve kesintili bir seyir izledi; sınırlar kimi dönemlerde açıldı, ardından yeniden kapandı. Benim büyük büyükbabam ile büyük büyükannem, 19. yüzyılın sonlarına doğru, o dönem Rusya İmparatorluğu sınırları içinden İngiltere’ye geldiklerinde pasaport uygulaması henüz yoktu; insanların önündeki tek gerçek engel, yolculuğun masrafını karşılayabilecek maddi imkâna sahip olmaktı. Yahudi göçmenlerin gelişine duyulan sert tepki, hükümetleri modern pasaportları çıkarmaya ve sınır kontrolünü sıkılaştırmaya itti. O zamandan bu yana hem Britanya’nın hem de dünyanın büyük bölümünün göç politikaları, siyasi iklimin rüzgârına göre açılıp kapanan sınırlarla şekillendi.

Bugün ise fark şu noktada: hızla yaşlanan toplumların eskisi gibi ‘açılma ve kapanma’ dönemlerini sürdürme lüksü kalmadı. Çünkü nüfus giderek daha yaşlı hale geliyor ve ek işgücüne duyulan ihtiyaç çok daha fazla hissediliyor. Buna ek olarak, düzensiz göç hareketleri bütün göç türlerine karşı tepkiyi artırıyor. İtalya gibi sınırda bulunan ülkeler veya Brexit sonrasında İngiltere, Akdeniz’den ya da Manş Denizi’nden gerçekleşen geçişler nedeniyle özellikle gergin ve kırılgan bir durumda.

Göç olmadan ekonomik refah sürdürülebilir mi?

Demokrasiler, göç üzerinde uygulanan sert kısıtlamaların yerli halkın omuzlarına daha fazla ekonomik yük bindirdiği, kamu hizmetlerinin niteliğini düşürdüğü ve bunun sonucunda göç karşıtlığını daha da körüklediği bir kısır döngüye sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya. Peki bu döngü nasıl kırılabilir?

Farklı ülkeler, farklı seçmen taleplerine göre farklı yollar izleyebilir. Japonya, onlarca yıldır diğer zengin ülkelere göre çok daha düşük göç oranlarına sahip. Bunun nedeni, Japon emeklilerin gelirlerinin diğer ülkelere göre daha düşük olması. İngiltere’de ise tablo bambaşka. Yüksek göçe en çok karşı çıkan yaşlı seçmenler, kış yakıt desteğinin sadece en yoksul emeklilere verilmesi önerisine iki kez sert tepki gösterdi. Dolayısıyla İngiltere’de, daha düşük yaşam standartlarını daha az göç karşılığında kabul etmeye dayalı bir yol gerçekçi görünmüyor.

Merkez solda örnek olarak en çok konuşulan ülke Danimarka. Sosyal Demokratlar göç konusunda sert biçimde sağa kayarak iktidarda kalmayı başardı. Ama çoğu ülke için ‘Danimarka modeli’ uygulanabilir değil. Çünkü Danimarka bir sınır ülkesi değil; büyük göç dalgaları oraya ilk ulaşmıyor, bu yüzden kapılarını kapatması daha kolay. Danimarka’nın mevcut politikasını sürdürebileceği de kesin değil; işgücü açığı ülkeyi sınırlarını gevşetmeye zorlayabilir.

Merkez sağ açısından ise iki ülke öne çıkıyor: Avustralya ve İtalya. Avustralya’da Liberal Parti hükümetleri ‘botları durdurma’ politikasını başarıyla uyguladı; ancak bunda hem ülkenin kendine özgü coğrafi konumu hem de dönemin uluslararası siyasi şartları etkili oldu. Bu politikanın temelinde, sorunun Papua Yeni Gine’ye ve Nauru gibi küçük Pasifik adalarına taşınması yani dışsallaştırılması vardı. Avrupa ülkeleri de aslında benzer bir yöntemi tercih etti; sınır yönetimlerinin ve göç denetiminin bir kısmını Türkiye’ye ve Libya’daki otoritelere devretti.

İtalya ise daha dengeli bir model sunuyor olabilir. Başbakan Giorgia Meloni, göç oranlarını yüksek tutmayı sürdürürken aynı zamanda vatandaşlık kazanma yollarını ve aile birleşimi üzerinden ülkeye giriş imkanlarını ciddi ölçüde sınırlayarak hem kendi siyasi tabanının desteğini korumayı başardı hem de kamuoyu yoklamalarında rakiplerine karşı üstünlüğünü muhafaza etti. Bu başarı, kısmen de olsa, partisinin göç meselesinde seçmenler nezdinde tutarlı ve kararlı bir aktör olarak görülmesine dayanıyor.

Benzer bir örnek Danimarka’da yaşandı; Sosyal Demokratların lideri Mette Frederiksen, partisi hâlâ güvenilir bulunurken göç konusunda daha sağa kayan, daha sert tedbirleri savunan bir çizgi izleyebildi. Oysa bugün Almanya’nın SPD’si ya da İngiltere’nin İşçi Partisi gibi Avrupa’daki pek çok merkez sol parti göç konusunda öylesine güven kaybetmiş durumda ki, çok sayıda göçmeni sınırlı vizelerle kabul etme formülünü seçmenlerine benimsetmeleri pek mümkün görünmüyor.

Göç karşıtlığına cevap olarak hangi politikalar izlenmeli?

Üstelik anketlerde destek bulan her politika, uygulamada aynı karşılığı bulmuyor. İngiltere’de Tony Blair döneminde Yeni İşçi Partisi, Meloni’ninkine benzer bir ‘yüksek göç, sert önlem’ yaklaşımı benimsedi; göç artarken, iltica başvurusu yapanların süreç boyunca çalışma hakkı sınırlandı. Bunun sonucunda sığınmacılar, başvurularının sonuçlanmasını devlet desteğiyle geçici barınma yerlerinde beklemek zorunda kaldı.

Birleşik Krallık, birçok açıdan hâlâ başarılı bir entegrasyon örneği sayılıyor. Elbette sorunlu noktalar da var; örneğin Bradford’daki Pakistan kökenli toplulukta yakın akraba evlilikleri oldukça yaygın. Ama burada bile rakamlar yavaş yavaş düşüyor. Entegrasyonun asıl başarısı ise işgücü piyasasında ölçülüyor. İsveç’in 1980’lerde sığınmacıları sosyal yardım sistemine entegre etme yöntemini değiştirmesi nasıl yeni sorunlar doğurduysa, Birleşik Krallık’ın sığınmacılara çalışma izni vermemesi de benzer sıkıntılar yaratıyor.

Sayılarla oynamaya, özellikle de aile birleşimini sınırlamaya odaklanmak, hükümete ‘ülkeye gelen herkes belirli bir iş için geliyor’ deme imkânı veriyor. Ama bunun yan etkisi şu: Birçok bölgede göçmen nüfus ya bekar ya da ailelerinden uzakta yaşayan yalnız erkeklerden oluşuyor. Bu tablo yerel halkın istemediği bir durum ve uyumu zorlaştırıyor. O halde sormak lazım: Göçmen oranı çok daha yüksek olmasına rağmen vatandaşlığa kalıcı yol tanımayan Dubai, gerçekten insanları kaynaştırmada ve kendi kimliğini korumada Birleşik Krallık’tan daha mı başarılı?

Hükümetlerin yapması gereken şey, aldıkları kararların ne anlama geldiğini açıkça söylemek. Çünkü her göç politikasının entegrasyon, işgücü piyasası veya göçün dönüştürdüğü mahalleler açısından bir bedeli var. Önemli olan, gerçekçi ve uygulanabilir seçenekleri savunmak. Yaşlanan toplumların göç olmadan refahlarını koruyabileceğini ya da göç politikasının hiçbir maliyet veya gerilim yaratmadan uygulanabileceğini düşünmek sadece bir hayal.”

Bu yazı ilk kez 27 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

Stephen Bush’un Financial Times internet sitesinde yayımlanan “The truth about immigration” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Mert Söyler tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://www.ft.com/content/43dad7d6-3042-4697-b266-4252eba78ce3

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x