Yasını tutacaksın

İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu pandemide belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu. Prof. Dr. Kemal Sayar yazdı.

Belirsizlik, korku, kayıp, yalnızlık ve zorluklar. Kollektif bir travma zamanında yaşıyoruz. Ruhsal açıdan örseleyici deneyim sadece bireyleri değil toplumları, halkları pençesine alıyor. Bir toplumun dokusunu baştan aşağı değiştiriyor, ilişkileri ve politik süreçleri hallaç pamuğu gibi atıyor ve hatta yeni toplumsal normlara geçit veriyor.

Ruhsal açıdan örseleyici bu deneyimler, insanın hayata yeniden uyum sağlamasını güçleştirebiliyor. Uzayan belirsizlik ve alt üst olan hayatlarımız, salgından sonra da belki var olmaya devam edecek ruhsal sorunlar yaratmış görünüyor. Başımıza ne geldiğini ve buradan nereye bir gidiş olacağını kestiremediğimiz zamanlardan geçiyoruz.

Savaşmak, sıvışmak ya da donmak

İnsan dâhil, hareket kabiliyetine sahip tüm canlıların bir tehlike karşısında verdikleri en ilkel seviyedeki tepkiler dizgesini “sürüngen beyni” koordine ediyor. Savaşıyor, sıvışıyor veya donup kalıyoruz. Bir tehlike karşısında onunla savaşmak- saldırmak, ondan dehşete düşüp kaçmak ve tehlike karşısında yaşamsal tüm fonksiyonların bir tür felç benzeri tepkisi olarak da donup kalmak, sürüngen beyninin sahip olduğu temel üç yaklaşım. Sadece ölümcül bir saldırgan karşısında değil, stres, kaygı gibi tehdit yaratan herhangi bir uyaranla karşılaştığımızda bilhassa farkındalık duygusu gelişmemiş, idrake ve erdeme dair melekeleri alışkanlık düzeyinde içselleştirmemiş insanlar bu üç tepkiden birini otomatik olarak veriyor. Tepkinin türü, sadece kişinin mizacına, fiziksel yahut psikolojik özelliklerine göre değil, tehdidin şiddeti, uzaklığı, süresi, biçimi, yaygınlığı, daha önce karşılaşılmış olup olmaması gibi nedenlere göre de değişip dönüşebiliyor.

Salgının başında, ilk önce Çin’den ve sonrasında Avrupa’dan gelen bilgileri ve görüntüleri, bizim bir tür lakayt ilgiyle izlediğimiz süreç, ilk vaka haberinin ardından yerini gerçek bir tehdide karşı verilen bu tepkilere bıraktı. Büyük kentlerde, her gün toplu taşıma kullanmak zorunda kalan risk grubundaki insanlarla, Anadolu’nun taşrasında dünyayla fiziksel teması nispeten daha az olan insanların tepkisi aynı yoğunlukta olmadı. Pek çoğumuz aslında ilk etapta, ilk kez karşılaştığımız bu çeşit bir tehlike karşısında bir manada donup kaldık. Salgın öncesi “genlerimiz sağlam, bize teğet geçer” kabilinden tesellilerin de bilimsel ya da makul bir zemininin olmadığını görmenin de bu tepkiye epey katkısı oldu.

Çok yaygın olan bir diğer tepki, tehdidin yarattığı kaygıdan kurtulmak için tehdidin gerçekliğinden kaçmak. Sosyal medya üzerinden kampanyalarla, virüsün laboratuvarda üretildiği (bunun tehlikenin gerçekliği üzerinde bir etkisi varmış gibi), veri istasyonlarından yayılan radyasyon yüzünden insanların bu virüsten etkilendiği, üretilecek aşılar veya ilaçların etnik niteliklerimizi yahut genetiğimizi bozmak için virüsün icat edildiği, yeni dünya düzeni kurmak için planlandığı, maske ve karantinanın faşizmin ayak sesleri olduğu vs. gibi envai çeşit tevil kaldırmayacak teori ortalığa boca edildi.

Bu tepkinin çok anlaşılır tarafı, virüsün aslında insanlığın kontrolünde olduğu ve şakanın dozu kaçırılırsa pekala da oyuna son verilebileceği avuntusuydu. Ancak, insanların ezici çoğunluğu yine de gerçek anlamda kontrolü eline alabilmek için virüsle savaşmayı tercih etti. Maalesef ilk saldırganlık hareketi de marketleri yağmalamak oldu.

Tünelin ucunda, onca zaman sonra hâlâ kuvvetli bir ışık belirmediğinden, umut etmekten ve bir kurtuluş beklemekten adeta yorulmuş durumdayız. Geleceğin yasını tutuyoruz. Tehdidin süresi uzadığında, kararlılık ve disiplinde gevşeme olması kaçınılmaz bir insan yönelimi. Salgının başlangıcında birkaç ayla sınırlı olarak öngördüğümüz kısıtlı yaşam pratikleri yayıldıkça yayıldı ve zaman uzadıkça uzadı. Özellikle yaz aylarının getirdiği rehavetin de katkısıyla de facto olarak, başlangıçta kınadığımız “sürü bağışıklığı” stratejisini değerlendiren ülkelerden pek bir farkımız kalmamış görünüyor.

Salgın bıkkınlığı ve “artık ne olacaksa olsun” tepkileri

Salgın bıkkınlığı, “artık ne olacaksa olsun” tepkilerini beraberinde getiriyor, bireysel tedbirler umursamazlığın artışıyla zaman içinde esniyor. Ülkemizde yürütülen bir kamuoyu araştırmasına göre, insanların yarısı salgının başladığı aylara göre tedbirleri gevşetmiş durumda. New York Valisi geçen ay yaptığı açıklamada son dönemde hastaneye yatırılan yeni koronavirüs vakalarının yüzde 66’sını sokağa çıkma kısıtlamalarına uyarak evde kalan kişilerin oluşturduğunu söylemişti. İlk etapta şaşırtıcı bir sonuç, ancak insanların karantinada aylar boyunca kalmanın getirdiği yalnızlaşmadan bıktığını ve en yakınlarıyla evlerde tedbirsiz bir sosyalliği tercih ettiğini varsayabiliriz. Ülkemizde gerçekleştirilen bahis konusu araştırmada deneklerin beşte biri ise salgının abartıldığı kanısında.

Kayıtsızlık ve umursamazlık sadece tutum sahibini değil bütün toplumu ilgilendiriyor oysa maske takmamak, mesafeye dikkat etmemek gibi ölümcül olabilecek davranışsal etkilere yol açabiliyor. Umursamaz kişi daha az kaygı yaşar ve hem kendisini hem de çevresini riske atar. Umursamazları ancak gerçek insan hikayeleri ve görsel/ duygusal tonu yüksek mesajlarla o ağır ‘bana bir şey olmaz’ uykularından uyandırabiliriz.

Sağlık çalışanlarında travma sonrası stres bozukluğu

Bu savaşın en sıcak çatışma sahasında bulunan sağlık çalışanları hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok yorgun ve toplumun kalan kısmından çok daha ağır bir tabloda tükenmişlik sendromu ve benzer duygu durum bozuklukları yaşıyorlar.

Sağlık çalışanlarıyla yapılan görüşmelerde, savaşa girmişçesine bir şok duygusu, travma sonrası stres bozuklukları ve tükenmişliğe bağlı sağlık problemleri yaşadıklarını belirtiyorlar. Sonunu göremedikleri bu salgında kendilerini uyanamadıkları bir kâbusun içindeymiş gibi hissediyorlar.

Özellikle ülkemizde normal şartlar altında dahi aşırı uzun mesailerle çalışan doktorlarımız, neredeyse ailelerinin yüzünü görmeden hastanede yaşıyorlar. Buna mukabil toplumun geneline yayılmış olan belirsizlik karşısındaki kaygı ve virüs tehdidinden kaynaklanan saldırganlık duyguları, en ziyade hastaların son anlarında başında olan, onları günler ve haftalarca hayata bağlamaya çalışan sağlık çalışanlarına yöneliyor. Süre uzayıp, ölümlerimiz arttıkça, umudumuz ve direncimiz kırılıyor, anlayış ve nezaketimiz aşınıyor.

Şefkat yorgunluğu

‘Tek insanın ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir.’ Koronavirus ölümleri roket hızıyla artarken bir ruhsal uyuşma bizi yerlerimize mıhlıyor ve artan sayılar karşındaki çaresizliğimiz koyu bir kayıtsızlığa dönüşüyor.

Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi, bizi kuşatan gerçekliği gözlerimizi yumarak, vaka sayılarını hiç konuşmayarak görmezden geliyoruz. Bu ıstırabın büyüklüğünü anlamak ve sindirmek her geçen gün daha da zor hale geldiği için pandemiye ilgimizi de yitirdik. Artık salgın açık oturumları ilgi uyandırmıyor, haberler izlenmiyor. Adeta daha çok insan öldükçe daha az özen gösteriyor gibiyiz.

Önümüzde hemen kurtarabileceğimiz bir hayat olsa belki hemen elimizi uzatacak ve tüm gücümüzü seferber edeceğiz ancak sayı çoğaldığında takatimiz azalıyor ve yardım arzumuz törpüleniyor. İnsanların, ‘o kadar korunmamıza rağmen…’ diye yaptığı paylaşımlar el hijyeni ve maske konusundaki duyarlıkları azaltıyor. ‘Virüs artık daha az öldürüyor’ söylencesi de insanların rehavete kapılmalarına yol açarak virüse davetiye çıkarıyor.

Psikolojide ‘şefkat yorgunluğu’ olarak isimlendirilen kuram, çevremizdeki sıkıntı bizim baş etme gücümüzün üzerine çıktığında oradan gözlerimizi kaçırabildiğimizi söylüyor. Yardıma muhtaç insan sayısı arttıkça, bir insanın ıstırabı üzerine odaklanmak zorlaşıyor ve büyüyen sayılar, sorunun bizim gayretimizi çok aştığı yanılsaması doğuruyor. Televizyon ve internet haberlerine fazla gömülmek de zorlanmayı arttırıyor, daha çok zorlanan insan teselliyi yine haberleri izlemekte arıyor. Sanki virüsle ilgili çok şey bilmek onun bulaşıcılığını önleyecekmiş gibi bir istifhama kapılıyoruz.

Soğuk rakamların ardındaki gerçek insanlar

Bu salgında insan hikâyelerini işitmek bizi rakamların soğukluğundan koruyacaktır. Bireysel kurbanların ve küçük kurban gruplarının hikayeleriyle daha kolay duygusal bağ kuruyoruz. İstatistiklerin ardındaki gerçek insana, bireysel hayatlara ulaşmalıyız; aksi halde ‘istatistik, sadece gözyaşları kurumuş insanlardır’. Her gün kaybettiğimiz insanların hiç olmazsa birkaçının yüzlerini görmeliyiz ekranlarda, yasımızı tutmalıyız, kaybettiklerimizi hatırlamalıyız.

Bir yas tutma zorluğu içindeyiz, her şeyi hemen arkamızda bırakmayı istemek olan bitenle yüzleşecek cesaretimizin olmadığını gösterir. Hâlbuki hâlâ neyi elimizde tuttuğumuzu fark edebilmek için önce neyi ve kimi kaybettiğimizi fark edebilmemiz gerek. Pandeminin süresi uzayıp da ondan yakın vadede bir çıkış da görülmediğinde insanların duyduğu şok hissi bile zayıflıyor. Çok sayıda insan kaybının kaydını tutamaz oluyor beyinlerimiz, onları duygusal belleğe işlemiyor ve bu şekilde bilincin görüş alanından çıkıyoruz. Onlarca kaygının ortasında bu yüksek rakamları sindirmek çok zor oluyor.

Belli belirsiz yas psikolojisi

Aslında belirli belirsiz, genel bir yas psikolojisi toplumda kol geziyor. Tanıdıklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımızın sevdikleri ve yakınları birer birer eksiliyor aramızdan. Her birinin pekâlâ da kaçınılabilecek ölümler olması, kayıpların yakınları için mateme bir de suçluluk duygusunun eşlik etmesi nedeniyle iyice karmaşıklaşan bir yas süreci yaratıyor.

Yas tutma ritüellerimiz de değişmek durumunda kaldı: Cenaze evlerinde birbirlerini teselli eden dostlardan, hayatın badirelerinin birlikte ve dayanışmayla atlatılacağına dair o duygudan mahrum kalıyoruz. Gönül huzuru ile son görevin yapılamıyor olması da kaybı travmatik bir deneyim haline getiriyor.

Virüs inkarcılarının ve vurdumduymazların sanki bütün dünyayı kasıp kavuran bir pandemi yokmuş gibi gerçekliği inkârı, hâlâ yasın erken evresinde takılı kaldıklarını gösteriyor. Oysa hayatı bütün kırılganlığı, incinebilirliği ve ölümlülüğü ile kucaklamak zorundayız.

Karşılıklı mücadele değil, karşılıklı yardımlaşmayla ayakta kalırız

Darwin sonrası biyolojik teori uzun süre, en güçlü organizmanın ayakta kaldığını söylüyordu. Piyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı kitabında türlerin dayanışmasına dair başka bir teori ortaya koydu. Karşılıklı Mücadele yasasının yanında doğada Karşılıklı Yardımlaşma yasasının da bulunduğunu, hayatta kalma mücadelesinin başarısı ve türlerin tedrici evrimi için karşılıklı yardımlaşmanın çok daha önemli olduğuna dair gözlemlerini açıklıyordu kitabında. Kropotkin merhameti hayatın temel taşı olarak gören bir devrimciydi. Buna göre insanlar rekabetçi mücadeleyi bırakmalı, toplumu merkeziyetçilikten arındırmalı ve yeniden yapılandırmalıydı.

İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu pandemide belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu.

Yarenlik etme, dayanışma, çalışma, ölme, yas, eğlenme gibi tüm bir yaşam tarzının dönüşümüne şahit oluyoruz. ‘Deri açlığı’ çekiyoruz hanidir, sevdiklerimize dokunmadan geçiyor zaman. Bizi insan kılan kimi temel özelliklerden, sosyal varlıklar olarak yaşamaktan, bir araya gelerek sohbet etmekten hanidir el etek çektik. Eski günlerden elimizde kalan yegane silah neredeyse, pozitif psikolojinin sabır, güven, şükür, sevgi, gibi direnç rampaları. Belki de yeni silahlar ve yeni kalkanlar dövmemiz gerek bu çetin günlerin harında.

Kolektif travmayla başa çıkabilmek için önce yas tutmayı bilmeliyiz. Yas zaman ister, aceleye gelmez. Sevdiklerimiz olmadan yaşamak zorunda kalmanın bir acısı, bir yükü var. Buna saygı duymalı ve can kayıplarının hızla tüketilmesine karşı durmalıyız. Ama aynı zamanda hayatta kalanlar için de ümidi yeniden inşa etmenin, ümidin çimentosuyla toplumu onarmanın yollarını aramalıyız. Kaybettiklerimiz için duyduğumuz kederi, yaşayanlar için hürmet ve nezakete çevirmeyi de bilmeliyiz. Bunun için de umursamazlık ve kayıtsızlığı geride bırakmalı, canımızı yakan şeyi doğru teşhis edebilmeliyiz. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayı, karanlıkta ıslık çalmayı bir kenara bırakmalıyız. Gerçekle baş başa kalmalıyız, gözü yaşlı insanın hakikatiyle, kaygı ve gönül kırıklığıyla, ancak birbirimizin elinden tutarak ayağa kalkabileceğimizin bilinciyle.

Ümit bize yeni bir dünya vaat eder, yeter ki biz ona gerçeği verelim.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 16 Kasım 2020’de yayımlanmıştır.

Kemal Sayar
Kemal Sayarhttps://kemalsayar.com/
Prof. Dr. Kemal Sayar, psikiyatri profesörü. İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nde klinik şefliği, çeşitli radyo ve televizyon kanallarında programlar yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır (Timaş Yayınları, 2013) ile Başı Sınuklar için Kılavuz (Kapı Yayınları, 2019) ve Dünyaya Geldim Gitmeye (Turkuvaz, 2019) başta olmak üzere yirmiyi aşkın kitaba imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Yasını tutacaksın

İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu pandemide belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu. Prof. Dr. Kemal Sayar yazdı.

Belirsizlik, korku, kayıp, yalnızlık ve zorluklar. Kollektif bir travma zamanında yaşıyoruz. Ruhsal açıdan örseleyici deneyim sadece bireyleri değil toplumları, halkları pençesine alıyor. Bir toplumun dokusunu baştan aşağı değiştiriyor, ilişkileri ve politik süreçleri hallaç pamuğu gibi atıyor ve hatta yeni toplumsal normlara geçit veriyor.

Ruhsal açıdan örseleyici bu deneyimler, insanın hayata yeniden uyum sağlamasını güçleştirebiliyor. Uzayan belirsizlik ve alt üst olan hayatlarımız, salgından sonra da belki var olmaya devam edecek ruhsal sorunlar yaratmış görünüyor. Başımıza ne geldiğini ve buradan nereye bir gidiş olacağını kestiremediğimiz zamanlardan geçiyoruz.

Savaşmak, sıvışmak ya da donmak

İnsan dâhil, hareket kabiliyetine sahip tüm canlıların bir tehlike karşısında verdikleri en ilkel seviyedeki tepkiler dizgesini “sürüngen beyni” koordine ediyor. Savaşıyor, sıvışıyor veya donup kalıyoruz. Bir tehlike karşısında onunla savaşmak- saldırmak, ondan dehşete düşüp kaçmak ve tehlike karşısında yaşamsal tüm fonksiyonların bir tür felç benzeri tepkisi olarak da donup kalmak, sürüngen beyninin sahip olduğu temel üç yaklaşım. Sadece ölümcül bir saldırgan karşısında değil, stres, kaygı gibi tehdit yaratan herhangi bir uyaranla karşılaştığımızda bilhassa farkındalık duygusu gelişmemiş, idrake ve erdeme dair melekeleri alışkanlık düzeyinde içselleştirmemiş insanlar bu üç tepkiden birini otomatik olarak veriyor. Tepkinin türü, sadece kişinin mizacına, fiziksel yahut psikolojik özelliklerine göre değil, tehdidin şiddeti, uzaklığı, süresi, biçimi, yaygınlığı, daha önce karşılaşılmış olup olmaması gibi nedenlere göre de değişip dönüşebiliyor.

Salgının başında, ilk önce Çin’den ve sonrasında Avrupa’dan gelen bilgileri ve görüntüleri, bizim bir tür lakayt ilgiyle izlediğimiz süreç, ilk vaka haberinin ardından yerini gerçek bir tehdide karşı verilen bu tepkilere bıraktı. Büyük kentlerde, her gün toplu taşıma kullanmak zorunda kalan risk grubundaki insanlarla, Anadolu’nun taşrasında dünyayla fiziksel teması nispeten daha az olan insanların tepkisi aynı yoğunlukta olmadı. Pek çoğumuz aslında ilk etapta, ilk kez karşılaştığımız bu çeşit bir tehlike karşısında bir manada donup kaldık. Salgın öncesi “genlerimiz sağlam, bize teğet geçer” kabilinden tesellilerin de bilimsel ya da makul bir zemininin olmadığını görmenin de bu tepkiye epey katkısı oldu.

Çok yaygın olan bir diğer tepki, tehdidin yarattığı kaygıdan kurtulmak için tehdidin gerçekliğinden kaçmak. Sosyal medya üzerinden kampanyalarla, virüsün laboratuvarda üretildiği (bunun tehlikenin gerçekliği üzerinde bir etkisi varmış gibi), veri istasyonlarından yayılan radyasyon yüzünden insanların bu virüsten etkilendiği, üretilecek aşılar veya ilaçların etnik niteliklerimizi yahut genetiğimizi bozmak için virüsün icat edildiği, yeni dünya düzeni kurmak için planlandığı, maske ve karantinanın faşizmin ayak sesleri olduğu vs. gibi envai çeşit tevil kaldırmayacak teori ortalığa boca edildi.

Bu tepkinin çok anlaşılır tarafı, virüsün aslında insanlığın kontrolünde olduğu ve şakanın dozu kaçırılırsa pekala da oyuna son verilebileceği avuntusuydu. Ancak, insanların ezici çoğunluğu yine de gerçek anlamda kontrolü eline alabilmek için virüsle savaşmayı tercih etti. Maalesef ilk saldırganlık hareketi de marketleri yağmalamak oldu.

Tünelin ucunda, onca zaman sonra hâlâ kuvvetli bir ışık belirmediğinden, umut etmekten ve bir kurtuluş beklemekten adeta yorulmuş durumdayız. Geleceğin yasını tutuyoruz. Tehdidin süresi uzadığında, kararlılık ve disiplinde gevşeme olması kaçınılmaz bir insan yönelimi. Salgının başlangıcında birkaç ayla sınırlı olarak öngördüğümüz kısıtlı yaşam pratikleri yayıldıkça yayıldı ve zaman uzadıkça uzadı. Özellikle yaz aylarının getirdiği rehavetin de katkısıyla de facto olarak, başlangıçta kınadığımız “sürü bağışıklığı” stratejisini değerlendiren ülkelerden pek bir farkımız kalmamış görünüyor.

Salgın bıkkınlığı ve “artık ne olacaksa olsun” tepkileri

Salgın bıkkınlığı, “artık ne olacaksa olsun” tepkilerini beraberinde getiriyor, bireysel tedbirler umursamazlığın artışıyla zaman içinde esniyor. Ülkemizde yürütülen bir kamuoyu araştırmasına göre, insanların yarısı salgının başladığı aylara göre tedbirleri gevşetmiş durumda. New York Valisi geçen ay yaptığı açıklamada son dönemde hastaneye yatırılan yeni koronavirüs vakalarının yüzde 66’sını sokağa çıkma kısıtlamalarına uyarak evde kalan kişilerin oluşturduğunu söylemişti. İlk etapta şaşırtıcı bir sonuç, ancak insanların karantinada aylar boyunca kalmanın getirdiği yalnızlaşmadan bıktığını ve en yakınlarıyla evlerde tedbirsiz bir sosyalliği tercih ettiğini varsayabiliriz. Ülkemizde gerçekleştirilen bahis konusu araştırmada deneklerin beşte biri ise salgının abartıldığı kanısında.

Kayıtsızlık ve umursamazlık sadece tutum sahibini değil bütün toplumu ilgilendiriyor oysa maske takmamak, mesafeye dikkat etmemek gibi ölümcül olabilecek davranışsal etkilere yol açabiliyor. Umursamaz kişi daha az kaygı yaşar ve hem kendisini hem de çevresini riske atar. Umursamazları ancak gerçek insan hikayeleri ve görsel/ duygusal tonu yüksek mesajlarla o ağır ‘bana bir şey olmaz’ uykularından uyandırabiliriz.

Sağlık çalışanlarında travma sonrası stres bozukluğu

Bu savaşın en sıcak çatışma sahasında bulunan sağlık çalışanları hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok yorgun ve toplumun kalan kısmından çok daha ağır bir tabloda tükenmişlik sendromu ve benzer duygu durum bozuklukları yaşıyorlar.

Sağlık çalışanlarıyla yapılan görüşmelerde, savaşa girmişçesine bir şok duygusu, travma sonrası stres bozuklukları ve tükenmişliğe bağlı sağlık problemleri yaşadıklarını belirtiyorlar. Sonunu göremedikleri bu salgında kendilerini uyanamadıkları bir kâbusun içindeymiş gibi hissediyorlar.

Özellikle ülkemizde normal şartlar altında dahi aşırı uzun mesailerle çalışan doktorlarımız, neredeyse ailelerinin yüzünü görmeden hastanede yaşıyorlar. Buna mukabil toplumun geneline yayılmış olan belirsizlik karşısındaki kaygı ve virüs tehdidinden kaynaklanan saldırganlık duyguları, en ziyade hastaların son anlarında başında olan, onları günler ve haftalarca hayata bağlamaya çalışan sağlık çalışanlarına yöneliyor. Süre uzayıp, ölümlerimiz arttıkça, umudumuz ve direncimiz kırılıyor, anlayış ve nezaketimiz aşınıyor.

Şefkat yorgunluğu

‘Tek insanın ölümü trajedi, milyonların ölümü istatistiktir.’ Koronavirus ölümleri roket hızıyla artarken bir ruhsal uyuşma bizi yerlerimize mıhlıyor ve artan sayılar karşındaki çaresizliğimiz koyu bir kayıtsızlığa dönüşüyor.

Kafasını kuma gömen deve kuşu gibi, bizi kuşatan gerçekliği gözlerimizi yumarak, vaka sayılarını hiç konuşmayarak görmezden geliyoruz. Bu ıstırabın büyüklüğünü anlamak ve sindirmek her geçen gün daha da zor hale geldiği için pandemiye ilgimizi de yitirdik. Artık salgın açık oturumları ilgi uyandırmıyor, haberler izlenmiyor. Adeta daha çok insan öldükçe daha az özen gösteriyor gibiyiz.

Önümüzde hemen kurtarabileceğimiz bir hayat olsa belki hemen elimizi uzatacak ve tüm gücümüzü seferber edeceğiz ancak sayı çoğaldığında takatimiz azalıyor ve yardım arzumuz törpüleniyor. İnsanların, ‘o kadar korunmamıza rağmen…’ diye yaptığı paylaşımlar el hijyeni ve maske konusundaki duyarlıkları azaltıyor. ‘Virüs artık daha az öldürüyor’ söylencesi de insanların rehavete kapılmalarına yol açarak virüse davetiye çıkarıyor.

Psikolojide ‘şefkat yorgunluğu’ olarak isimlendirilen kuram, çevremizdeki sıkıntı bizim baş etme gücümüzün üzerine çıktığında oradan gözlerimizi kaçırabildiğimizi söylüyor. Yardıma muhtaç insan sayısı arttıkça, bir insanın ıstırabı üzerine odaklanmak zorlaşıyor ve büyüyen sayılar, sorunun bizim gayretimizi çok aştığı yanılsaması doğuruyor. Televizyon ve internet haberlerine fazla gömülmek de zorlanmayı arttırıyor, daha çok zorlanan insan teselliyi yine haberleri izlemekte arıyor. Sanki virüsle ilgili çok şey bilmek onun bulaşıcılığını önleyecekmiş gibi bir istifhama kapılıyoruz.

Soğuk rakamların ardındaki gerçek insanlar

Bu salgında insan hikâyelerini işitmek bizi rakamların soğukluğundan koruyacaktır. Bireysel kurbanların ve küçük kurban gruplarının hikayeleriyle daha kolay duygusal bağ kuruyoruz. İstatistiklerin ardındaki gerçek insana, bireysel hayatlara ulaşmalıyız; aksi halde ‘istatistik, sadece gözyaşları kurumuş insanlardır’. Her gün kaybettiğimiz insanların hiç olmazsa birkaçının yüzlerini görmeliyiz ekranlarda, yasımızı tutmalıyız, kaybettiklerimizi hatırlamalıyız.

Bir yas tutma zorluğu içindeyiz, her şeyi hemen arkamızda bırakmayı istemek olan bitenle yüzleşecek cesaretimizin olmadığını gösterir. Hâlbuki hâlâ neyi elimizde tuttuğumuzu fark edebilmek için önce neyi ve kimi kaybettiğimizi fark edebilmemiz gerek. Pandeminin süresi uzayıp da ondan yakın vadede bir çıkış da görülmediğinde insanların duyduğu şok hissi bile zayıflıyor. Çok sayıda insan kaybının kaydını tutamaz oluyor beyinlerimiz, onları duygusal belleğe işlemiyor ve bu şekilde bilincin görüş alanından çıkıyoruz. Onlarca kaygının ortasında bu yüksek rakamları sindirmek çok zor oluyor.

Belli belirsiz yas psikolojisi

Aslında belirli belirsiz, genel bir yas psikolojisi toplumda kol geziyor. Tanıdıklarımız, akrabalarımız, arkadaşlarımızın sevdikleri ve yakınları birer birer eksiliyor aramızdan. Her birinin pekâlâ da kaçınılabilecek ölümler olması, kayıpların yakınları için mateme bir de suçluluk duygusunun eşlik etmesi nedeniyle iyice karmaşıklaşan bir yas süreci yaratıyor.

Yas tutma ritüellerimiz de değişmek durumunda kaldı: Cenaze evlerinde birbirlerini teselli eden dostlardan, hayatın badirelerinin birlikte ve dayanışmayla atlatılacağına dair o duygudan mahrum kalıyoruz. Gönül huzuru ile son görevin yapılamıyor olması da kaybı travmatik bir deneyim haline getiriyor.

Virüs inkarcılarının ve vurdumduymazların sanki bütün dünyayı kasıp kavuran bir pandemi yokmuş gibi gerçekliği inkârı, hâlâ yasın erken evresinde takılı kaldıklarını gösteriyor. Oysa hayatı bütün kırılganlığı, incinebilirliği ve ölümlülüğü ile kucaklamak zorundayız.

Karşılıklı mücadele değil, karşılıklı yardımlaşmayla ayakta kalırız

Darwin sonrası biyolojik teori uzun süre, en güçlü organizmanın ayakta kaldığını söylüyordu. Piyotr Kropotkin, Karşılıklı Yardımlaşma adlı kitabında türlerin dayanışmasına dair başka bir teori ortaya koydu. Karşılıklı Mücadele yasasının yanında doğada Karşılıklı Yardımlaşma yasasının da bulunduğunu, hayatta kalma mücadelesinin başarısı ve türlerin tedrici evrimi için karşılıklı yardımlaşmanın çok daha önemli olduğuna dair gözlemlerini açıklıyordu kitabında. Kropotkin merhameti hayatın temel taşı olarak gören bir devrimciydi. Buna göre insanlar rekabetçi mücadeleyi bırakmalı, toplumu merkeziyetçilikten arındırmalı ve yeniden yapılandırmalıydı.

İnsanın görünmez ipliklerle başka insanlara bağımlı olduğu bir dünya tasavvurunda ancak ‘karşılıklı yardım’la ayakta durabileceğimiz aşikardır. Zorluklardan birbirimize el vererek çıkabiliriz ancak. Bu pandemide belki en çok gözetmemiz gereken şey, bir ihtimam ahlakı ve karşılıklı sorumluluk duygusu.

Yarenlik etme, dayanışma, çalışma, ölme, yas, eğlenme gibi tüm bir yaşam tarzının dönüşümüne şahit oluyoruz. ‘Deri açlığı’ çekiyoruz hanidir, sevdiklerimize dokunmadan geçiyor zaman. Bizi insan kılan kimi temel özelliklerden, sosyal varlıklar olarak yaşamaktan, bir araya gelerek sohbet etmekten hanidir el etek çektik. Eski günlerden elimizde kalan yegane silah neredeyse, pozitif psikolojinin sabır, güven, şükür, sevgi, gibi direnç rampaları. Belki de yeni silahlar ve yeni kalkanlar dövmemiz gerek bu çetin günlerin harında.

Kolektif travmayla başa çıkabilmek için önce yas tutmayı bilmeliyiz. Yas zaman ister, aceleye gelmez. Sevdiklerimiz olmadan yaşamak zorunda kalmanın bir acısı, bir yükü var. Buna saygı duymalı ve can kayıplarının hızla tüketilmesine karşı durmalıyız. Ama aynı zamanda hayatta kalanlar için de ümidi yeniden inşa etmenin, ümidin çimentosuyla toplumu onarmanın yollarını aramalıyız. Kaybettiklerimiz için duyduğumuz kederi, yaşayanlar için hürmet ve nezakete çevirmeyi de bilmeliyiz. Bunun için de umursamazlık ve kayıtsızlığı geride bırakmalı, canımızı yakan şeyi doğru teşhis edebilmeliyiz. Sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yapmayı, karanlıkta ıslık çalmayı bir kenara bırakmalıyız. Gerçekle baş başa kalmalıyız, gözü yaşlı insanın hakikatiyle, kaygı ve gönül kırıklığıyla, ancak birbirimizin elinden tutarak ayağa kalkabileceğimizin bilinciyle.

Ümit bize yeni bir dünya vaat eder, yeter ki biz ona gerçeği verelim.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 16 Kasım 2020’de yayımlanmıştır.

Kemal Sayar
Kemal Sayarhttps://kemalsayar.com/
Prof. Dr. Kemal Sayar, psikiyatri profesörü. İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nde klinik şefliği, çeşitli radyo ve televizyon kanallarında programlar yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı öğretim üyesi olan Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır (Timaş Yayınları, 2013) ile Başı Sınuklar için Kılavuz (Kapı Yayınları, 2019) ve Dünyaya Geldim Gitmeye (Turkuvaz, 2019) başta olmak üzere yirmiyi aşkın kitaba imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x