Yaşlılar ve gençler birlikte nasıl daha iyi yaşar?

Türkiye, demografik dönüşümün eşiğinde, yaşlı nüfusu artıyor. Yaşlılara yönelik ayrımcılık da. Yaşlılık üzerine düşünmeye, bu ayrımcılıkla yüzleşmeye hazır mıyız? Gençler ve yaşlılar bir arada nasıl yaşar? Prof. Dr. Demet Lüküslü yazdı.

Osmanlı sarayındaki kadınların yaşamı ve harem-i hümayun üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Leslie Pierce,[efn_note]Bkz. Leslie Pierce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2016; Leslie Pierce, Hürrem Sultan, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2019.[/efn_note] Osmanlı sarayında kadınlar için 34 yaşın önemli bir dönüm noktası olduğundan ve bu yaştan itibaren çocuklarını yetiştirmiş kadınların güçlü bir pozisyona eriştiğinden, orta yaşlı bir kadın olarak görülmeye başladığından bahseder.[efn_note]Bkz. Leslie P. Peirce, “Seniority, Sexuality, and Social Order: The Vocabulary of Gender in Early Modern Ottoman Society”, Women in the Ottoman Empire. Middle Eastern Women in the Early Modern Era, der. Madeline C. Zilfi, Leiden, New York, Köln: Brill, 1997, s. 186.[/efn_note]

Osmanlı toplumunda insan ömrünün bugünle karşılaştırıldığında çok kısa olduğu düşünüldüğünde (1800 ve 1900’lerde dahi ortalama ömür yaklaşık 35 olarak hesaplanmaktadır) bu durum bizi şaşırtmamalıdır. Sadece yaşlılık değil benzer şekilde çocukluk kategorisi de sağlık sistemindeki gelişmelerle tarihsel olarak dönüşümler geçirmiştir. Çocuk ölüm oranlarının çok yüksek olduğu Ortaçağ Avrupa’sında çocukluğun var olmadığından ve de çocukluğun modern bir kategori olarak görülmesi gerektiğinin altını çizer Fransız sosyal tarihçi Philippe Ariès.[efn_note]Bkz. Philippe Ariès, L’enfant et la vie familiale sous l’Ancien régime, Paris: Seuil, 1973.[/efn_note] Tüm bu sebeplerden dolayı çocukluk, gençlik, yetişkinlik veya yaşlılık gibi kategorilerin belirli bir zaman diliminde veya koşullar içinde ele alınması gerekir; dönemden döneme, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilen kategoriler olarak…

Demografik dönüşümün eşiğinde

Bugünün toplumları önemli bir demografik dönüşüm yaşıyor. Tıp alanındaki gelişmelerle beraber ömür süresi giderek uzuyor, doğum oranlarındaki azalmayla beraber bu gelişmeler nüfusun yaşlanmasını da beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşüm de kürenin kuzeyi ile güneyinde aynı şekilde yaşanmıyor.

Küresel kuzey (global North) olarak tanımlanan gelişmiş toplumlarda ömür süresi uzayıp nüfus yaşlanmakta iken, güney toplumlarında hâlâ genç bir nüfus hâkim. Genç nüfusa sahip olmanın, o nüfusa eğitim ve iş olanakları sunmanın zorlukları var elbette. Ancak bunlar sanayileşmenin başından beri yaşanan ve bir anlamda “tanıdık” sorunlar. Üstelik sanayileşme tarihi genç nüfusu (insan kaynağını) yararlı bir şekilde kullanmanın kalkınma için önemini ortaya koymuş durumda.

Nüfusun yaşlanması konusu ise kalkınmayı çalışan aktif nüfus üzerinden yakalamış toplumlar için oldukça korkutucu. Bilindiği üzere üretim ve çalışma merkezli modern sanayi toplumu, geleneksel toplumun yaş almaya, yaşlılığa (tecrübe birikiminden dolayı saygı duyulan bir kategori) bakış açısını değiştirmiş, artık çalışamayan ve üretemeyen bir kategori olarak nitelemişti.[efn_note]Bkz. X. Gaullier, “Âges mobiles et générations incertaines”, Esprit, sayı: 10, 1998, s. 5-44.[/efn_note] Bugün ömrün uzamasıyla beraber yaşlılık döneminin uzaması demek sosyal güvenlik sistemi üzerindeki baskının da artması demek. Bazı ekonomik analizler bu açıdan yaşlı nüfusu bir yük olarak tanımlamakta bir beis görmeyebiliyorlar.

Yaşlılığın tüketim toplumuyla imtihanı

Öte yandan yaşlılık kategorisin algısının değişmesinde toplumun merkezinin çalışmadan çok tüketime kaydığı (ya da en azından üretmek kadar tüketimin de önem kazandığı) tüketim toplumu başat bir rol oynadı. Tüketim toplumunda gençlik biyolojik bir kategori olmaktan ya da yaşla ilgili olmaktan çıkarak metalaştı ve görünümle ilgili olmaya başladı.[efn_note]Bkz. Johanna Wyn ve White, Chapter 1: “The Concept of Youth”, Rethinking Youth, Londra: Sage Publlications, 1997, s. 8-25.[/efn_note] Bu sebeple örneğin moda trendlerini takip etmeyen gençler, genç görünmenin nimetlerinden faydalanamaz iken, yaşları onlardan epey büyük yetişkinler cool ve genç görünümüne sahip olma payesini edinebildiler. Benzer şekilde bedenlerin de sadece biyolojik olarak genç olması değil kendisine iyi bakması, fit olması, vb. üzerinden herkese eşit dağılmayan bir durum oluştu. Bu sebeple de tüketim toplumlarında yaşını göstermemek bir maharet, bir başarı olarak görülürken, olduğundan yaşlı göstermek bir başarısızlık işareti olarak görülmeye başlandı. Tüm bu sebeplerden dolayı, yaşlılık engellenmesi ya da en azından geciktirilmesi gereken bir şeymiş gibi algılanıyor. Yaşlılık da günümüz insanının kendini korumaya çalıştığı bir hastalık gibi görülüyor adeta…

Oysa ki bir yandan her doğan insanın yaş aldığını ve sürecin/yaşam döngüsünün bir parçası olarak yaşlanacağını kabul etmeyi öğrenmemiz gerek. Üstelik sadece bireyler değil önümüzdeki dönemde özellikle küresel kuzey için konuşacak olursak toplumların da yaşlanıyor olmasıyla yüzleşmek çok önemli.

Türkiye toplumunun sahip olduğu demografik fırsat penceresinin 2000’li yılların başında başladığı ancak 2010 yılından itibaren yaşlanmaya başladığının altını çizmek gerek.[efn_note]Türkiye toplumunun yaşlanmakta olduğu ve refah rejiminde de değişimler olması gerektiğine dikkat çeken öncü bir çalışma için bkz. Alan Duben, “Generations of Istanbul families, the elderly, and the social economy of welfare”, New Perspectives on Turkey, sayı: 48, 2013, s. 5-54.[/efn_note]

Bir başka kabullenmemiz ve kabullenerek kafa yormamız gereken konu ise nasıl gençlik dönemi giderek uzadıysa (ve uzamaktaysa) yaşlılık döneminin de insan ömrünün uzamasıyla beraber uzamakta olduğu ve tek bir yaşlılık deneyiminden bahsedemeyeceğimiz…

65 yaşında bir bireyle 85 yaş üstü bireyin ihtiyaçları ve deneyimleri birbirinden farklı olduğu gibi yaşlılık deneyiminin sınıfsal konum, toplumsal cinsiyet gibi kesişimsellikler üzerinden düşünülmesi çok önemli. Yaşlılığı tek bir yaşam biçimine indirgemek, yekpare bir kategoriyle karşı karşıya olduğumuz yanılgısından öyle görünüyor ki hızla çıkmamız gerek. Farklı yaşlılık kategorilerine odaklanan araştırmalara ve de araştırma temelli yaşlıları da sürece katılacağı sosyal politikaların geliştirilmesine ihtiyaç var. COVID-19 pandemi dönemi bu ihtiyacı ve yaşa dayalı ayrımcılığı gözler önüne serdi adeta.

Pandeminin gör dediği

COVID-19 pandemi dönemi yaşlılık üzerine söylemlerin keskinleştiği ve açıkça yaşa dayalı ayrımcı (yaşçı) bir dilin giderek keskinleştiği bir dönem oldu. Pandemiden etkilenen yaşlı nüfusun yaşamlarını yitirmesiyle ekonomilerin rahatladığının dahi söylendiğine şahit olduk.[efn_note]Bkz. Shir Shimoni, “How coronavirus reveals the way we regard ageing and old people”, https://theconversation.com/how-coronavirus-reveals-the-way-we-regard-ageing-and-old-people-135134[/efn_note]

Bir gruba karşı pervasızca ayrımcı bir dil kullanabilmenin o grubun güç hiyerarşisindeki konumu ile doğrudan bağlantılı olduğunu biliyoruz. Yaşlılar, artık çalışmayan, üretmeyen, “atıl” bir kategori olarak tanımlandıklarından gereği görüldüğünde onlara evlerinden çıkmamaları gerektiği, toplu taşımalarda fazlalık ettikleri gibi cümleler rahatça kurulabiliyor. Tıpkı ne yapması gerektiği sürekli olarak yetişkinler tarafından dikte edilen çocuklar ve gençler gibi… Pandemi döneminin en büyük kaybedenlerinin, en zorlu şartlarda pandemiyi geçirenlerin toplumun en dezavantajlıları (kadınlar, yoksullar, gençler, yaşlılar, vb.) olması hiçbirimizi şaşırtmıyor. Bu kategoriler toplumların uyguladığı sosyal politikaların derecesi ölçüsünde bir taraftan kendi hallerine terk edilirken çok rahat bir şekilde günah keçisi ilan edilebiliyorlar. Diğer dezavantajlı grupları bir kenara bırakıp bu yazının konusu olan yaş gruplarına geldiğimizde ise özellikle gençler ve yaşlıların birbirlerini hedef alan cümleleri çok rahatça kullandığını, ayrımcı bir dil kullandığını gözlemledik.

Birbirini hedef alan gençler ve yaşlılar

Yetişkinler tarafından yönetilen yetişkin merkezli toplumlarda yetişkinlerce rahatça ikincil konuma indirgenebilen gençler ve yaşlılar, yetişkin merkezli bakış açısını hedef almak yerine birbirlerini hedef alıyorlar sık sık… Sahip oldukları ikincil konumdan birbirinin üzerine basarak kurtulmaya çalışıyorlar. Bu yüzden bakıyorsunuz gençlere yer açmaya çalışan bir genç/genç bir aktivist ya da bir gençlik uzmanı çok rahatça yaşçı bir dil kullanıp, yaşlıların belirli bir yaştan sonra belirli görevlerde bulunmaması gerektiğini, bir kenara çekilmesi gerektiğini buyurabiliyor. Ya da yaşanan sorunlardan mustarip yaşlı bir birey yaşadıklarının suçunu gençlerde arayabiliyor, vb.

Tüm bu sebeplerden dolayı birbirinin üzerine basmayı değil, birbirini anlamaya çalışan, ortak dezavantajlar/sorunlardan beslenen bir dil kurmak ve sadece gençler için ya da sadece yaşlılar için değil, farklı yaş gruplarının farklı ama aynı zamanda da ortaklaşan dertlerine odaklanmak hem çok değerli hem de çok zor değil. Ne de olsa bugün sadece yaşlılık ya da gençlik önemli bir kriz yaşamıyor, yetişkin olmanın (kendi ayakları üzerinde durmanın, kendi hayatını kurmanın) zorlaştığı günümüz neoliberal toplumlarında yetişkinlik de önemli bir kriz yaşıyor. Bu kriz dönemi ise çocukluk, gençlik, yaşlılık gibi yaş grupları ve hayat döngüsü üzerine yeniden düşünmemiz ve yeniden kurmamız için imkân sunuyor.

Yaşlanan toplumlarda farklı yaş gruplarıyla beraber yaşamayı öğrenebilecek miyiz?

Birikim dergisinin 2019 yılında yayımlanan yaşlılık özel sayısının başlığı “Yaşlılara yer var mı?”[efn_note]Birikim, sayı: 362-363, Haziran-Temmuz 2019.[/efn_note] idi. Bu soruyu farklı yaş kategorilerinin beraber yaşaması için yerimiz var mı diye değiştirebiliriz sanırım. Farklı yaş grupları için yer açmamız, farklı yaş gruplarının farklı ihtiyaçlarına yanıt veren sosyal politikalar geliştirmemiz her zamankinden daha elzem görünüyor.

İçinde yaşadığımız toplumlarda çocuklara, gençlere, kadınlara, yaşlılara, vb. yer açtığımız ve beraberce yaşamayı öğrendiğimiz müddetçe hepimiz aslında çok daha rahat bir nefes alacak daha kapsayıcı ve eşitlikçi toplumlarda yaşayabileceğiz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.

Demet Lüküslü
Demet Lüküslü
Prof. Dr. Demet Lüküslü - Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı. 1977 İstanbul doğumlu olan Demet Lüküslü’nün Türkiye’de Gençlik Miti: 1980 Sonrası Türkiye Gençliği (İletişim Yayınları, 2009); Türkiye’nin 68’i: Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi (Dipnot Yayınları, 2015) kitapları bulunmaktadır. Lüküslü, ayrıca Hakan Yücel ile birlikte Gençlik Halleri: 2000’li Yıllar Türkiyesi’nde Genç Olmak (Efil Yayınları, 2013) ve Janet Batsleer ve Harriet Rowley ile birlikte Young People, Radical Democracy and Community Development (Gençler, Radikal Demokrasi ve Toplum Kalkınması) (Policy Press, 2023) kitaplarının da editörlüğünü yapmıştır. 2015-2018 yılları arasında gençlerin kente katılımı üzerine Avrupa Komisyonu’nun desteklediği PARTISPACE projesinin Türkiye yürütücülüğünü yapmıştır. Bu projenin ardından PARTIBRIDGES ve OUYE başlıklı iki Avrupa Stratejik Ortaklık projesinde araştırmacı olarak çalışmıştır. Paris’te Sosyal Bilimler Yüksek Okulu (EHESS) ve Almanya Giessen Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Lüküslü ayrıca eleştirel gençlik çalışmaları alanından akademisyen, araştırmacı ve aktivistler tarafından kurulan İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin kurucuları ve koordinatörleri arasındadır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Yaşlılar ve gençler birlikte nasıl daha iyi yaşar?

Türkiye, demografik dönüşümün eşiğinde, yaşlı nüfusu artıyor. Yaşlılara yönelik ayrımcılık da. Yaşlılık üzerine düşünmeye, bu ayrımcılıkla yüzleşmeye hazır mıyız? Gençler ve yaşlılar bir arada nasıl yaşar? Prof. Dr. Demet Lüküslü yazdı.

Osmanlı sarayındaki kadınların yaşamı ve harem-i hümayun üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Leslie Pierce,[efn_note]Bkz. Leslie Pierce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2016; Leslie Pierce, Hürrem Sultan, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2019.[/efn_note] Osmanlı sarayında kadınlar için 34 yaşın önemli bir dönüm noktası olduğundan ve bu yaştan itibaren çocuklarını yetiştirmiş kadınların güçlü bir pozisyona eriştiğinden, orta yaşlı bir kadın olarak görülmeye başladığından bahseder.[efn_note]Bkz. Leslie P. Peirce, “Seniority, Sexuality, and Social Order: The Vocabulary of Gender in Early Modern Ottoman Society”, Women in the Ottoman Empire. Middle Eastern Women in the Early Modern Era, der. Madeline C. Zilfi, Leiden, New York, Köln: Brill, 1997, s. 186.[/efn_note]

Osmanlı toplumunda insan ömrünün bugünle karşılaştırıldığında çok kısa olduğu düşünüldüğünde (1800 ve 1900’lerde dahi ortalama ömür yaklaşık 35 olarak hesaplanmaktadır) bu durum bizi şaşırtmamalıdır. Sadece yaşlılık değil benzer şekilde çocukluk kategorisi de sağlık sistemindeki gelişmelerle tarihsel olarak dönüşümler geçirmiştir. Çocuk ölüm oranlarının çok yüksek olduğu Ortaçağ Avrupa’sında çocukluğun var olmadığından ve de çocukluğun modern bir kategori olarak görülmesi gerektiğinin altını çizer Fransız sosyal tarihçi Philippe Ariès.[efn_note]Bkz. Philippe Ariès, L’enfant et la vie familiale sous l’Ancien régime, Paris: Seuil, 1973.[/efn_note] Tüm bu sebeplerden dolayı çocukluk, gençlik, yetişkinlik veya yaşlılık gibi kategorilerin belirli bir zaman diliminde veya koşullar içinde ele alınması gerekir; dönemden döneme, toplumdan topluma, kültürden kültüre değişebilen kategoriler olarak…

Demografik dönüşümün eşiğinde

Bugünün toplumları önemli bir demografik dönüşüm yaşıyor. Tıp alanındaki gelişmelerle beraber ömür süresi giderek uzuyor, doğum oranlarındaki azalmayla beraber bu gelişmeler nüfusun yaşlanmasını da beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşüm de kürenin kuzeyi ile güneyinde aynı şekilde yaşanmıyor.

Küresel kuzey (global North) olarak tanımlanan gelişmiş toplumlarda ömür süresi uzayıp nüfus yaşlanmakta iken, güney toplumlarında hâlâ genç bir nüfus hâkim. Genç nüfusa sahip olmanın, o nüfusa eğitim ve iş olanakları sunmanın zorlukları var elbette. Ancak bunlar sanayileşmenin başından beri yaşanan ve bir anlamda “tanıdık” sorunlar. Üstelik sanayileşme tarihi genç nüfusu (insan kaynağını) yararlı bir şekilde kullanmanın kalkınma için önemini ortaya koymuş durumda.

Nüfusun yaşlanması konusu ise kalkınmayı çalışan aktif nüfus üzerinden yakalamış toplumlar için oldukça korkutucu. Bilindiği üzere üretim ve çalışma merkezli modern sanayi toplumu, geleneksel toplumun yaş almaya, yaşlılığa (tecrübe birikiminden dolayı saygı duyulan bir kategori) bakış açısını değiştirmiş, artık çalışamayan ve üretemeyen bir kategori olarak nitelemişti.[efn_note]Bkz. X. Gaullier, “Âges mobiles et générations incertaines”, Esprit, sayı: 10, 1998, s. 5-44.[/efn_note] Bugün ömrün uzamasıyla beraber yaşlılık döneminin uzaması demek sosyal güvenlik sistemi üzerindeki baskının da artması demek. Bazı ekonomik analizler bu açıdan yaşlı nüfusu bir yük olarak tanımlamakta bir beis görmeyebiliyorlar.

Yaşlılığın tüketim toplumuyla imtihanı

Öte yandan yaşlılık kategorisin algısının değişmesinde toplumun merkezinin çalışmadan çok tüketime kaydığı (ya da en azından üretmek kadar tüketimin de önem kazandığı) tüketim toplumu başat bir rol oynadı. Tüketim toplumunda gençlik biyolojik bir kategori olmaktan ya da yaşla ilgili olmaktan çıkarak metalaştı ve görünümle ilgili olmaya başladı.[efn_note]Bkz. Johanna Wyn ve White, Chapter 1: “The Concept of Youth”, Rethinking Youth, Londra: Sage Publlications, 1997, s. 8-25.[/efn_note] Bu sebeple örneğin moda trendlerini takip etmeyen gençler, genç görünmenin nimetlerinden faydalanamaz iken, yaşları onlardan epey büyük yetişkinler cool ve genç görünümüne sahip olma payesini edinebildiler. Benzer şekilde bedenlerin de sadece biyolojik olarak genç olması değil kendisine iyi bakması, fit olması, vb. üzerinden herkese eşit dağılmayan bir durum oluştu. Bu sebeple de tüketim toplumlarında yaşını göstermemek bir maharet, bir başarı olarak görülürken, olduğundan yaşlı göstermek bir başarısızlık işareti olarak görülmeye başlandı. Tüm bu sebeplerden dolayı, yaşlılık engellenmesi ya da en azından geciktirilmesi gereken bir şeymiş gibi algılanıyor. Yaşlılık da günümüz insanının kendini korumaya çalıştığı bir hastalık gibi görülüyor adeta…

Oysa ki bir yandan her doğan insanın yaş aldığını ve sürecin/yaşam döngüsünün bir parçası olarak yaşlanacağını kabul etmeyi öğrenmemiz gerek. Üstelik sadece bireyler değil önümüzdeki dönemde özellikle küresel kuzey için konuşacak olursak toplumların da yaşlanıyor olmasıyla yüzleşmek çok önemli.

Türkiye toplumunun sahip olduğu demografik fırsat penceresinin 2000’li yılların başında başladığı ancak 2010 yılından itibaren yaşlanmaya başladığının altını çizmek gerek.[efn_note]Türkiye toplumunun yaşlanmakta olduğu ve refah rejiminde de değişimler olması gerektiğine dikkat çeken öncü bir çalışma için bkz. Alan Duben, “Generations of Istanbul families, the elderly, and the social economy of welfare”, New Perspectives on Turkey, sayı: 48, 2013, s. 5-54.[/efn_note]

Bir başka kabullenmemiz ve kabullenerek kafa yormamız gereken konu ise nasıl gençlik dönemi giderek uzadıysa (ve uzamaktaysa) yaşlılık döneminin de insan ömrünün uzamasıyla beraber uzamakta olduğu ve tek bir yaşlılık deneyiminden bahsedemeyeceğimiz…

65 yaşında bir bireyle 85 yaş üstü bireyin ihtiyaçları ve deneyimleri birbirinden farklı olduğu gibi yaşlılık deneyiminin sınıfsal konum, toplumsal cinsiyet gibi kesişimsellikler üzerinden düşünülmesi çok önemli. Yaşlılığı tek bir yaşam biçimine indirgemek, yekpare bir kategoriyle karşı karşıya olduğumuz yanılgısından öyle görünüyor ki hızla çıkmamız gerek. Farklı yaşlılık kategorilerine odaklanan araştırmalara ve de araştırma temelli yaşlıları da sürece katılacağı sosyal politikaların geliştirilmesine ihtiyaç var. COVID-19 pandemi dönemi bu ihtiyacı ve yaşa dayalı ayrımcılığı gözler önüne serdi adeta.

Pandeminin gör dediği

COVID-19 pandemi dönemi yaşlılık üzerine söylemlerin keskinleştiği ve açıkça yaşa dayalı ayrımcı (yaşçı) bir dilin giderek keskinleştiği bir dönem oldu. Pandemiden etkilenen yaşlı nüfusun yaşamlarını yitirmesiyle ekonomilerin rahatladığının dahi söylendiğine şahit olduk.[efn_note]Bkz. Shir Shimoni, “How coronavirus reveals the way we regard ageing and old people”, https://theconversation.com/how-coronavirus-reveals-the-way-we-regard-ageing-and-old-people-135134[/efn_note]

Bir gruba karşı pervasızca ayrımcı bir dil kullanabilmenin o grubun güç hiyerarşisindeki konumu ile doğrudan bağlantılı olduğunu biliyoruz. Yaşlılar, artık çalışmayan, üretmeyen, “atıl” bir kategori olarak tanımlandıklarından gereği görüldüğünde onlara evlerinden çıkmamaları gerektiği, toplu taşımalarda fazlalık ettikleri gibi cümleler rahatça kurulabiliyor. Tıpkı ne yapması gerektiği sürekli olarak yetişkinler tarafından dikte edilen çocuklar ve gençler gibi… Pandemi döneminin en büyük kaybedenlerinin, en zorlu şartlarda pandemiyi geçirenlerin toplumun en dezavantajlıları (kadınlar, yoksullar, gençler, yaşlılar, vb.) olması hiçbirimizi şaşırtmıyor. Bu kategoriler toplumların uyguladığı sosyal politikaların derecesi ölçüsünde bir taraftan kendi hallerine terk edilirken çok rahat bir şekilde günah keçisi ilan edilebiliyorlar. Diğer dezavantajlı grupları bir kenara bırakıp bu yazının konusu olan yaş gruplarına geldiğimizde ise özellikle gençler ve yaşlıların birbirlerini hedef alan cümleleri çok rahatça kullandığını, ayrımcı bir dil kullandığını gözlemledik.

Birbirini hedef alan gençler ve yaşlılar

Yetişkinler tarafından yönetilen yetişkin merkezli toplumlarda yetişkinlerce rahatça ikincil konuma indirgenebilen gençler ve yaşlılar, yetişkin merkezli bakış açısını hedef almak yerine birbirlerini hedef alıyorlar sık sık… Sahip oldukları ikincil konumdan birbirinin üzerine basarak kurtulmaya çalışıyorlar. Bu yüzden bakıyorsunuz gençlere yer açmaya çalışan bir genç/genç bir aktivist ya da bir gençlik uzmanı çok rahatça yaşçı bir dil kullanıp, yaşlıların belirli bir yaştan sonra belirli görevlerde bulunmaması gerektiğini, bir kenara çekilmesi gerektiğini buyurabiliyor. Ya da yaşanan sorunlardan mustarip yaşlı bir birey yaşadıklarının suçunu gençlerde arayabiliyor, vb.

Tüm bu sebeplerden dolayı birbirinin üzerine basmayı değil, birbirini anlamaya çalışan, ortak dezavantajlar/sorunlardan beslenen bir dil kurmak ve sadece gençler için ya da sadece yaşlılar için değil, farklı yaş gruplarının farklı ama aynı zamanda da ortaklaşan dertlerine odaklanmak hem çok değerli hem de çok zor değil. Ne de olsa bugün sadece yaşlılık ya da gençlik önemli bir kriz yaşamıyor, yetişkin olmanın (kendi ayakları üzerinde durmanın, kendi hayatını kurmanın) zorlaştığı günümüz neoliberal toplumlarında yetişkinlik de önemli bir kriz yaşıyor. Bu kriz dönemi ise çocukluk, gençlik, yaşlılık gibi yaş grupları ve hayat döngüsü üzerine yeniden düşünmemiz ve yeniden kurmamız için imkân sunuyor.

Yaşlanan toplumlarda farklı yaş gruplarıyla beraber yaşamayı öğrenebilecek miyiz?

Birikim dergisinin 2019 yılında yayımlanan yaşlılık özel sayısının başlığı “Yaşlılara yer var mı?”[efn_note]Birikim, sayı: 362-363, Haziran-Temmuz 2019.[/efn_note] idi. Bu soruyu farklı yaş kategorilerinin beraber yaşaması için yerimiz var mı diye değiştirebiliriz sanırım. Farklı yaş grupları için yer açmamız, farklı yaş gruplarının farklı ihtiyaçlarına yanıt veren sosyal politikalar geliştirmemiz her zamankinden daha elzem görünüyor.

İçinde yaşadığımız toplumlarda çocuklara, gençlere, kadınlara, yaşlılara, vb. yer açtığımız ve beraberce yaşamayı öğrendiğimiz müddetçe hepimiz aslında çok daha rahat bir nefes alacak daha kapsayıcı ve eşitlikçi toplumlarda yaşayabileceğiz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 6 Eylül 2022’de yayımlanmıştır.

Demet Lüküslü
Demet Lüküslü
Prof. Dr. Demet Lüküslü - Yeditepe Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı. 1977 İstanbul doğumlu olan Demet Lüküslü’nün Türkiye’de Gençlik Miti: 1980 Sonrası Türkiye Gençliği (İletişim Yayınları, 2009); Türkiye’nin 68’i: Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi (Dipnot Yayınları, 2015) kitapları bulunmaktadır. Lüküslü, ayrıca Hakan Yücel ile birlikte Gençlik Halleri: 2000’li Yıllar Türkiyesi’nde Genç Olmak (Efil Yayınları, 2013) ve Janet Batsleer ve Harriet Rowley ile birlikte Young People, Radical Democracy and Community Development (Gençler, Radikal Demokrasi ve Toplum Kalkınması) (Policy Press, 2023) kitaplarının da editörlüğünü yapmıştır. 2015-2018 yılları arasında gençlerin kente katılımı üzerine Avrupa Komisyonu’nun desteklediği PARTISPACE projesinin Türkiye yürütücülüğünü yapmıştır. Bu projenin ardından PARTIBRIDGES ve OUYE başlıklı iki Avrupa Stratejik Ortaklık projesinde araştırmacı olarak çalışmıştır. Paris’te Sosyal Bilimler Yüksek Okulu (EHESS) ve Almanya Giessen Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Lüküslü ayrıca eleştirel gençlik çalışmaları alanından akademisyen, araştırmacı ve aktivistler tarafından kurulan İstanbul Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin kurucuları ve koordinatörleri arasındadır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x
keetcnjp