‘Parazit’ nasıl bir değişimin habercisi?

Bir Güney Kore filmi nasıl oldu da Oscar’larda rüzgâr gibi esti? Akademi’ye sızan bu “parazit” neyin nesi? Amerikan milliyetçileri sonuçlara neden öfkeli? Bu seneki Oscarlar Türkiye için ne söylüyor?

2020 Oscar Töreni aslında son derece tahmin edilebilir ilerliyordu. Favoriler kazanıyordu ve Twitter’da “o eski sürprizli Oscar Törenleri nerede?” hayıflanmalarına rastlanılıyordu. Derken araya bir “parazit” girdi!

Önce en iyi senaryo ardından en iyi yabancı film kategorisinde Parasite (Parazit) ödüllendirildi. Buraya kadar gidişat normal sayılabilirdi aslında. En iyi yönetmen ödülünü Parasite ile Bong Joon Ho’nun almasını ise kimse beklemiyordu. Kısa bir süre sonra daha da beklenmeyen gerçekleşti ve en büyük Oscar da gecenin yıldızına gitti.

O gecenin, en büyük ödül konuşmasını ana dilinde yapan, Amerikan milliyetçilerinin Akademi’ye öfkelenmesine sebep olan ve ‘Hollywood’un hikayeleri mi bitti?’ sorusunu akla getiren kişi, birçok açıdan tarihe geçen Bong Joon Ho oldu. Bir Oscar töreninde en çok ödül kazanan yönetmen; aynı anda hem ‘en iyi yabancı’ hem de ‘en iyi’ film seçilen; en iyi filmi ödülünü alan, dili İngilizce olmayan ilk film ve Oscar tarihinin belki de en büyük sürprizi olarak hafızalara kazındı.

Peki nasıl oldu bu? Akademi Güney Kore’de geçen bu hikâyeyi neden şimdi ödüllere boğdu?

Değişime duyulan ihtiyaç

Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, “değişim” diyebiliriz. “Değişim” Oscar gecesinden önce yayınlanan makalelerde ve o geceki konuşmalarda tema olarak kendini gösteriyordu zaten, bu belki de gelmekte olan sürprizin habercisiydi. Değişim, Hollywood’un tam da şu anda ihtiyaç duyduğu şey. İhtiyaçtan öte bu bir zorunluluk.

Oscar kendini tekrar etseydi, bu sene son şatafatlı Oscar’ı izliyor olabilirdik.

Geçen sene sıradan bir gerçek hayat hikâyesi olan The Green Book’a vermişlerdi. O da sürprizdi ama birçok açıdan (gerçek hikâye ile ne kadar uyuştuğu gibi) tepki çeken bir sürprizdi; şimdi yine bir gerçek hayat hikâyesi olan Irishman’e veya Ford vs Ferrari’ye ya da gerçeğin Tarantino’laştırıldığı Once Upon Time in Hollywood’a veremezlerdi. 2018’de Guillermo Del Toro’nun şık fantastik paketi olan Suyun Sesi’ne vermişler, nerd ve geek’leri sevindirmişlerdi, şimdi sektörü parasal anlamda döndüren ama başta Scorsese olmak üzere sektörün ağır toplarının eleştirdiği çizgi roman kuşağından Joker’e veremezlerdi.

Düşünelim bir: Hollywood’da başlıca kurallardan biri ana karakteri seyirciyle özdeşleştirmektir, ana karakter kötü olsa bile. Bong Joon Ho bunu yapmıyor. Seyircinin hikâyedeki karakterler arasında taraf tutamadığı bir hikâye anlatıyor.

Taze bir kan, yeni bir bakış açısı arıyor Hollywood. Bir yanda çizgi romanlardan yola çıkan süper kahraman filmleri, bir yanda belgeselle kurmaca arasında bir tat veren gerçek hayattan yola çıkan biyografi filmleri… Hollywood tam anlamıyla “writer’s block” yani “yazar tıkanıklığı” yaşıyor günümüzde. Derken bir Güney Koreli çıkıyor, tamamen kendine özgü bir filmle çıkageliyor.

Düşünelim bir: Hollywood’da başlıca kurallardan biri, ana karakteri seyirciyle özdeşleştirmektir, ana karakter kötü olsa bile. Bong Joon Ho bunu yapmıyor. Kendi deyişiyle “protagonist ya da antogonist içermeyen”, yani seyircinin hikâyedeki karakterler arasında taraf tutamadığı bir hikâye anlatıyor. Sınıf farkına, gelir eşitsizliğine parmak basan ama sosyal duyarlılığın önde olduğu filmlerdeki gibi ciddi olmayan, zaman zaman yoksul aileyi zaman zaman zengin aileyi tiye alan kinik bir bakış açısı ortaya koyuyor. Kullandığı film dili de ilginç: Güney Kore filmlerinden aşina olduğumuz tuhaf açılarla Hitchcock-vari planlar birbirine giriyor.

Parazit özgün mü gerçekten?

Aslında filmin çekirdek öyküsünün ne kadar özgün olduğu tartışılabilir. Eve gelen yabancıların ailenin hayatını altüst ettiği pek çok film gördük. Hemen akla Pier Paola Pasolini’nin Teorema (1968) filmi geliyor. Zengin burjuva aile aniden çıkıp gelen gizemli yabancının (Terence Stamp) cazibesine direnemez ve hepsi de onun tarafından baştan çıkarılır. Sonunda yabancı aniden gidince hayatlarının anlamını yitirdiğini fark ederler. Pek çok sosyalist yönetmen aynı konuyu farklı biçimlerde işlemiştir. Burjuva hayatının boşluğunu, anlamsızlığını vurgulamak için mutlaka dışarıdan gelecek bir yabancıya ihtiyaç vardır. Parasite’da bu durum yabancıların sayısının dörde çıkmasıyla daha iddialı bir hal alıyor. Gerçi bunu da Gani Müjde yaptığını iddia etti, çok tartışılan tweet’inde TV için yazdığı Salih Kuşu’nda benzer bir kurguya imza attığını söyledi, ki doğru olabilir, Parasite’ın klasik vodvilleri anımsatan bir yapısı var. O yapı filmin takriben birinci saatindeki ilk sürprizle, yani “bir evde, evin sahiplerine fark ettirmeden yaşayan insan” temasıyla kırılıyor. Ama bu da korku-gerilim sinemasında sık sık karşımıza çıkan bir “olay”. İspanyol gerilim sinemasından El Habitante Incierto (2004) ve Yeni Zelanda filmi Housebound (2014) Parasite’ın olay örgüsünde karşımıza çıkan ilk sürpriz gelişmeyi görebileceğimiz filmler arasında. Tabii, bu benzerlikler Parasite’ın çarpıcı hikâyesine gölge düşüremez, neticede “ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız” önemlidir, Bong Joon Ho da Parasite’ı kusursuz ve yer yer dahiyane bir dille anlatmayı başarıyor. Bunu yaparken de hem Kore sineması geleneklerinden hem de Amerikalı ustalardan ve tür sinemasından feyz alıyor. Bong Joon Ho’nun tür sinemasına ne kadar hâkim olduğunu eski filmleri Okja, Host ve Snowpiercer’dan biliyorduk zaten. Parasite’ta da gerilim – korku sineması trüklerini Parasite’ın dramına büyük bir başarıyla yediriyor.

Güney Kore’nin sinema ve eğlence sektöründeki büyüyen etkisi

Güney Kore’ye bu noktada bir paragraf açmak gerekebilir. Yarım yüzyıldır Kuzey Kore’nin tehdidi altında yaşayan Güney Kore gelişmenin yolunu kapitalizmde gördü. Teknoloji ve inovasyon odaklı bir büyüme stratejisi güttü ve bu tabii ki de eğlence sektöründe meyvelerini vermeye başladı. Güney Kore sinemasının büyük çıkışı bunun bir parçası.

İtiraf etmek gerekirse ilk defa Oscar’ın final adaylarına kaldıkları bilgisine şaşırdım. Kim ki-duk, Park Chan-Wook, Kim Jee-woon gibi 2000’lere damgasını vuran filmlere imza atan birçok yönetmen çıktı Güney Kore’den. Bong Joon Ho daha önce Mother gibi (Bence Parasite’dan daha güçlü bir film) Oscar’a aday olabilecek birçok film çekmişti. Geçen senenin en iyi filmlerinden biri, Murakami’nin bir kısa öyküsünden Lee Chang-dong’un uyarladığı Burning’di. Dahası, sinema sektörleri inanılmaz büyüdü ve bunun yansımasına Türkiye’de de şahit olduk.

Birçok Kore filmi ve dizisi Türkiye’de uyarlandı ve büyük başarılara imza attılar. Daha sonra Güney Koreli sinemacılar Türkiye’nin sinema tekeli Mars’ı satın aldılar, şu an sinema salonlarımızın çoğu Güney Korelilere ait ve bunun yansımasını ilerleyen günlerde daha çok fark edeceğiz.

Güney Kore son yıllarda sadece sinema alanında değil, eğlence sektörünün birçok yönünde müthiş ilerlemeler kat etti. Şu an farkında olmayabilirsiniz ama K-Pop olarak anılan Kore Pop’u Türkiye’deki gençler arasında en az Türkçe rap kadar, belki de daha çok sevilen bir tür.

Kısacası, kendi hikâyelerimizi nitelikli bir şekilde anlatamazsak, sanatı kurallarla, yasaklarla baskı altında tutarsak dünyanın bir ucundan gelirler, patron koltuğuna otururlar.

Aslında Hollywood’un yaşadığı da bu. Zaten muhafazakârlar ve milliyetçiler Parasite’ın kazanmasına öfke püskürüyor. Koreli bir adamın, orada usta Amerikalı yönetmenler varken üç Oscar alışını, ödül konuşmalarında birkaç İngilizce cümle dışında Korece konuşmasını, Amerika’nın diz çöküşü olarak yorumluyor ve Akademi üyelerini suçluyorlar. Tabii bu, katılmadığımız bir görüş.

Hollywood kendini affettirmeye mi çalışıyor?

Tam tersine Hollywood, En İyi Film kategorisinde hep kendisini ödüllendirmesini affettirmek istiyor gibi ve “büyüklük gösteriyor.” Bu karar biraz da 2011’de, bir sessiz film olan, Fransız yapımı The Artist’in ödüllendirilmesine benziyor. Ya da aynı ekseni “politik doğruculuk” ve “ırk eşitliği” konularına çekersek “Oscar’lar çok beyaz” şikayetlerini susturmanın da etkisiyle 2014’te 12 Years a Slave’e, 2017’de Moonlight’a ödül verilmesine benzetilebilir.

Madalyonun birçok yüzü var tabii. Tüm bunlar Parasite’ın çok iyi bir film olduğu gerçeğini de Hollywood’un kendini yenilemek istediğini, daha önceki yıllardaki suçlarını telafi etmek için kararlar verebildiğini de değiştirmez.

2020’de yeni bir on yıla girerken güçlü adaylarla dolu, birçok iyi filmin son listeye giremediği, tartışmalı olmakla birlikte çoğunlukla hakkaniyetli seçimlerin yapıldığı, birçok mühim ve duygusal konuşmaya tanık olduğumuz ve müthiş bir sürprizin eksik olmadığı bir Oscar izledik. Tüm bunlar sinemanın geleceği için umut veren güzel işaretler. Ee ne de olsa sistemin kendine gelmesi için arada bir içine bir parazitin girmesi gerekiyor!

Twitter: @doguyucel

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Şubat 2020’de yayımlanmıştır.

Doğu Yücel
Doğu Yücel
Doğu Yücel, 1998'den beri Radikal, Blue Jean, Altyazı gibi çeşitli yayınlarda müzik ve sinema yazıları yazdı. Yazar olarak 1997’de Gençlik Kitabevi’nin, 1998’de ise Nostromo dergisinin öykü yarışmalarında başarı ödülleri kazanarak dikkat çekti. 2000’de ilk kitabı Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları yayımlandı. Bu kitabı takiben Hayalet Kitap (2002), Varolmayanlar (2011), Güneş Hırsızları (2014), Kimdir Bu Mitat Karaman? (2017) ve Öldüğünü Google’dan Öğrenen Adam (2019) raflara çıktı. Yazar, 2004’te Okul, 2006’da Küçük Kıyamet filmlerinin senaryolarına imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

‘Parazit’ nasıl bir değişimin habercisi?

Bir Güney Kore filmi nasıl oldu da Oscar’larda rüzgâr gibi esti? Akademi’ye sızan bu “parazit” neyin nesi? Amerikan milliyetçileri sonuçlara neden öfkeli? Bu seneki Oscarlar Türkiye için ne söylüyor?

2020 Oscar Töreni aslında son derece tahmin edilebilir ilerliyordu. Favoriler kazanıyordu ve Twitter’da “o eski sürprizli Oscar Törenleri nerede?” hayıflanmalarına rastlanılıyordu. Derken araya bir “parazit” girdi!

Önce en iyi senaryo ardından en iyi yabancı film kategorisinde Parasite (Parazit) ödüllendirildi. Buraya kadar gidişat normal sayılabilirdi aslında. En iyi yönetmen ödülünü Parasite ile Bong Joon Ho’nun almasını ise kimse beklemiyordu. Kısa bir süre sonra daha da beklenmeyen gerçekleşti ve en büyük Oscar da gecenin yıldızına gitti.

O gecenin, en büyük ödül konuşmasını ana dilinde yapan, Amerikan milliyetçilerinin Akademi’ye öfkelenmesine sebep olan ve ‘Hollywood’un hikayeleri mi bitti?’ sorusunu akla getiren kişi, birçok açıdan tarihe geçen Bong Joon Ho oldu. Bir Oscar töreninde en çok ödül kazanan yönetmen; aynı anda hem ‘en iyi yabancı’ hem de ‘en iyi’ film seçilen; en iyi filmi ödülünü alan, dili İngilizce olmayan ilk film ve Oscar tarihinin belki de en büyük sürprizi olarak hafızalara kazındı.

Peki nasıl oldu bu? Akademi Güney Kore’de geçen bu hikâyeyi neden şimdi ödüllere boğdu?

Değişime duyulan ihtiyaç

Tek kelimeyle özetlemek gerekirse, “değişim” diyebiliriz. “Değişim” Oscar gecesinden önce yayınlanan makalelerde ve o geceki konuşmalarda tema olarak kendini gösteriyordu zaten, bu belki de gelmekte olan sürprizin habercisiydi. Değişim, Hollywood’un tam da şu anda ihtiyaç duyduğu şey. İhtiyaçtan öte bu bir zorunluluk.

Oscar kendini tekrar etseydi, bu sene son şatafatlı Oscar’ı izliyor olabilirdik.

Geçen sene sıradan bir gerçek hayat hikâyesi olan The Green Book’a vermişlerdi. O da sürprizdi ama birçok açıdan (gerçek hikâye ile ne kadar uyuştuğu gibi) tepki çeken bir sürprizdi; şimdi yine bir gerçek hayat hikâyesi olan Irishman’e veya Ford vs Ferrari’ye ya da gerçeğin Tarantino’laştırıldığı Once Upon Time in Hollywood’a veremezlerdi. 2018’de Guillermo Del Toro’nun şık fantastik paketi olan Suyun Sesi’ne vermişler, nerd ve geek’leri sevindirmişlerdi, şimdi sektörü parasal anlamda döndüren ama başta Scorsese olmak üzere sektörün ağır toplarının eleştirdiği çizgi roman kuşağından Joker’e veremezlerdi.

Düşünelim bir: Hollywood’da başlıca kurallardan biri ana karakteri seyirciyle özdeşleştirmektir, ana karakter kötü olsa bile. Bong Joon Ho bunu yapmıyor. Seyircinin hikâyedeki karakterler arasında taraf tutamadığı bir hikâye anlatıyor.

Taze bir kan, yeni bir bakış açısı arıyor Hollywood. Bir yanda çizgi romanlardan yola çıkan süper kahraman filmleri, bir yanda belgeselle kurmaca arasında bir tat veren gerçek hayattan yola çıkan biyografi filmleri… Hollywood tam anlamıyla “writer’s block” yani “yazar tıkanıklığı” yaşıyor günümüzde. Derken bir Güney Koreli çıkıyor, tamamen kendine özgü bir filmle çıkageliyor.

Düşünelim bir: Hollywood’da başlıca kurallardan biri, ana karakteri seyirciyle özdeşleştirmektir, ana karakter kötü olsa bile. Bong Joon Ho bunu yapmıyor. Kendi deyişiyle “protagonist ya da antogonist içermeyen”, yani seyircinin hikâyedeki karakterler arasında taraf tutamadığı bir hikâye anlatıyor. Sınıf farkına, gelir eşitsizliğine parmak basan ama sosyal duyarlılığın önde olduğu filmlerdeki gibi ciddi olmayan, zaman zaman yoksul aileyi zaman zaman zengin aileyi tiye alan kinik bir bakış açısı ortaya koyuyor. Kullandığı film dili de ilginç: Güney Kore filmlerinden aşina olduğumuz tuhaf açılarla Hitchcock-vari planlar birbirine giriyor.

Parazit özgün mü gerçekten?

Aslında filmin çekirdek öyküsünün ne kadar özgün olduğu tartışılabilir. Eve gelen yabancıların ailenin hayatını altüst ettiği pek çok film gördük. Hemen akla Pier Paola Pasolini’nin Teorema (1968) filmi geliyor. Zengin burjuva aile aniden çıkıp gelen gizemli yabancının (Terence Stamp) cazibesine direnemez ve hepsi de onun tarafından baştan çıkarılır. Sonunda yabancı aniden gidince hayatlarının anlamını yitirdiğini fark ederler. Pek çok sosyalist yönetmen aynı konuyu farklı biçimlerde işlemiştir. Burjuva hayatının boşluğunu, anlamsızlığını vurgulamak için mutlaka dışarıdan gelecek bir yabancıya ihtiyaç vardır. Parasite’da bu durum yabancıların sayısının dörde çıkmasıyla daha iddialı bir hal alıyor. Gerçi bunu da Gani Müjde yaptığını iddia etti, çok tartışılan tweet’inde TV için yazdığı Salih Kuşu’nda benzer bir kurguya imza attığını söyledi, ki doğru olabilir, Parasite’ın klasik vodvilleri anımsatan bir yapısı var. O yapı filmin takriben birinci saatindeki ilk sürprizle, yani “bir evde, evin sahiplerine fark ettirmeden yaşayan insan” temasıyla kırılıyor. Ama bu da korku-gerilim sinemasında sık sık karşımıza çıkan bir “olay”. İspanyol gerilim sinemasından El Habitante Incierto (2004) ve Yeni Zelanda filmi Housebound (2014) Parasite’ın olay örgüsünde karşımıza çıkan ilk sürpriz gelişmeyi görebileceğimiz filmler arasında. Tabii, bu benzerlikler Parasite’ın çarpıcı hikâyesine gölge düşüremez, neticede “ne anlattığınız değil, nasıl anlattığınız” önemlidir, Bong Joon Ho da Parasite’ı kusursuz ve yer yer dahiyane bir dille anlatmayı başarıyor. Bunu yaparken de hem Kore sineması geleneklerinden hem de Amerikalı ustalardan ve tür sinemasından feyz alıyor. Bong Joon Ho’nun tür sinemasına ne kadar hâkim olduğunu eski filmleri Okja, Host ve Snowpiercer’dan biliyorduk zaten. Parasite’ta da gerilim – korku sineması trüklerini Parasite’ın dramına büyük bir başarıyla yediriyor.

Güney Kore’nin sinema ve eğlence sektöründeki büyüyen etkisi

Güney Kore’ye bu noktada bir paragraf açmak gerekebilir. Yarım yüzyıldır Kuzey Kore’nin tehdidi altında yaşayan Güney Kore gelişmenin yolunu kapitalizmde gördü. Teknoloji ve inovasyon odaklı bir büyüme stratejisi güttü ve bu tabii ki de eğlence sektöründe meyvelerini vermeye başladı. Güney Kore sinemasının büyük çıkışı bunun bir parçası.

İtiraf etmek gerekirse ilk defa Oscar’ın final adaylarına kaldıkları bilgisine şaşırdım. Kim ki-duk, Park Chan-Wook, Kim Jee-woon gibi 2000’lere damgasını vuran filmlere imza atan birçok yönetmen çıktı Güney Kore’den. Bong Joon Ho daha önce Mother gibi (Bence Parasite’dan daha güçlü bir film) Oscar’a aday olabilecek birçok film çekmişti. Geçen senenin en iyi filmlerinden biri, Murakami’nin bir kısa öyküsünden Lee Chang-dong’un uyarladığı Burning’di. Dahası, sinema sektörleri inanılmaz büyüdü ve bunun yansımasına Türkiye’de de şahit olduk.

Birçok Kore filmi ve dizisi Türkiye’de uyarlandı ve büyük başarılara imza attılar. Daha sonra Güney Koreli sinemacılar Türkiye’nin sinema tekeli Mars’ı satın aldılar, şu an sinema salonlarımızın çoğu Güney Korelilere ait ve bunun yansımasını ilerleyen günlerde daha çok fark edeceğiz.

Güney Kore son yıllarda sadece sinema alanında değil, eğlence sektörünün birçok yönünde müthiş ilerlemeler kat etti. Şu an farkında olmayabilirsiniz ama K-Pop olarak anılan Kore Pop’u Türkiye’deki gençler arasında en az Türkçe rap kadar, belki de daha çok sevilen bir tür.

Kısacası, kendi hikâyelerimizi nitelikli bir şekilde anlatamazsak, sanatı kurallarla, yasaklarla baskı altında tutarsak dünyanın bir ucundan gelirler, patron koltuğuna otururlar.

Aslında Hollywood’un yaşadığı da bu. Zaten muhafazakârlar ve milliyetçiler Parasite’ın kazanmasına öfke püskürüyor. Koreli bir adamın, orada usta Amerikalı yönetmenler varken üç Oscar alışını, ödül konuşmalarında birkaç İngilizce cümle dışında Korece konuşmasını, Amerika’nın diz çöküşü olarak yorumluyor ve Akademi üyelerini suçluyorlar. Tabii bu, katılmadığımız bir görüş.

Hollywood kendini affettirmeye mi çalışıyor?

Tam tersine Hollywood, En İyi Film kategorisinde hep kendisini ödüllendirmesini affettirmek istiyor gibi ve “büyüklük gösteriyor.” Bu karar biraz da 2011’de, bir sessiz film olan, Fransız yapımı The Artist’in ödüllendirilmesine benziyor. Ya da aynı ekseni “politik doğruculuk” ve “ırk eşitliği” konularına çekersek “Oscar’lar çok beyaz” şikayetlerini susturmanın da etkisiyle 2014’te 12 Years a Slave’e, 2017’de Moonlight’a ödül verilmesine benzetilebilir.

Madalyonun birçok yüzü var tabii. Tüm bunlar Parasite’ın çok iyi bir film olduğu gerçeğini de Hollywood’un kendini yenilemek istediğini, daha önceki yıllardaki suçlarını telafi etmek için kararlar verebildiğini de değiştirmez.

2020’de yeni bir on yıla girerken güçlü adaylarla dolu, birçok iyi filmin son listeye giremediği, tartışmalı olmakla birlikte çoğunlukla hakkaniyetli seçimlerin yapıldığı, birçok mühim ve duygusal konuşmaya tanık olduğumuz ve müthiş bir sürprizin eksik olmadığı bir Oscar izledik. Tüm bunlar sinemanın geleceği için umut veren güzel işaretler. Ee ne de olsa sistemin kendine gelmesi için arada bir içine bir parazitin girmesi gerekiyor!

Twitter: @doguyucel

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Şubat 2020’de yayımlanmıştır.

Doğu Yücel
Doğu Yücel
Doğu Yücel, 1998'den beri Radikal, Blue Jean, Altyazı gibi çeşitli yayınlarda müzik ve sinema yazıları yazdı. Yazar olarak 1997’de Gençlik Kitabevi’nin, 1998’de ise Nostromo dergisinin öykü yarışmalarında başarı ödülleri kazanarak dikkat çekti. 2000’de ilk kitabı Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları yayımlandı. Bu kitabı takiben Hayalet Kitap (2002), Varolmayanlar (2011), Güneş Hırsızları (2014), Kimdir Bu Mitat Karaman? (2017) ve Öldüğünü Google’dan Öğrenen Adam (2019) raflara çıktı. Yazar, 2004’te Okul, 2006’da Küçük Kıyamet filmlerinin senaryolarına imza attı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

1
0
Would love your thoughts, please comment.x