ABD’de, her başkanlık seçim yılına girilirken, Beyaz Saray’ı elinde tutmaya devam etmek isteyen iktidar partisinin kaygılı bekleyişinin aksine, muhalif partide, ümit dolu bir değişim heyecanı yaşanır. Bütün ülke gündemi, muhalif partinin başkan adayını belirleyeceği önseçim yarışına kitlenir. Muhalefet partisi de bu yoğun ilgiyi, hem her geçen hafta daha da netleşen adayını hem de onun şahsında seçime dönük temel mesajını ülkeye tanıtmak için bir vesile yapar.
Fakat Demokrat Parti’nin 2020 önseçim süreci, hem bir adayı öne çıkarmada hem de partinin 2020’ye dönük umut verici mesajını netleştirmede tam tersi bir yola girmiş gibi. Parti, seçime dönük mesajını netleştirmekten çok ideolojik bir bölünmenin kıyısında dolanıyor. Bütün toplum bir yana, parti tabanını kucaklayıcı bir adayı öne çıkarmada da büyük sorun yaşanıyor. Öyle ki Iowa ve New Hampshire önseçimlerinde birinci olan adaylar, bu iki eyalette 70 yıldır en düşük yüzdeyle birinci olan adaylar. Önseçimdeki bu belirsiz ve bölücü iklim, Demokrat Parti’yi, kasım ayındaki seçimde ‘’Amerikan demokrasisinin son şansı’’ gören merkez kesimler için başlı başına bir endişe nedenine dönüşmüş durumda.
Dört eyaletin önseçimi neden önemli?
ABD’de partilerin başkan adaylarının belirlenmesinde parti genel merkezlerinin hiçbir yetkisi yok. İsteyen herkes bir partiden başkan aday adayı olabilir. Bir partinin aday adayları, aday oldukları partideki diğer aday adayları ile önce bir seçim yarışı yapar. Partilerin, doğrudan halkın katılımıyla başkan adaylarını belirledikleri bu seçimlere önseçim (primary) deniyor.
Önseçimler, bütün ülkede aynı günde yapılmıyor, her eyalet kendi önseçim tarihini kendisi belirliyor. Ancak son yarım yüzyılda oluşan bir gelenekle her iki partide de başkan adayı önseçimlerinin ilk ayında, önce dört eyalette (sırasıyla Iowa, New Hampshire, Nevada, South Carolina) önseçim yapılıyor. Aslında bu dört eyaletin, başkan adayının resmen seçileceği parti başkanlık kurultayına göndereceği toplam delege sayısı fazla değil. Fakat ülkenin hem kültürel hem de coğrafi farklı kesitlerinin yansıması olmaları nedeniyle sembolik değerleri olduğu kabul ediliyor. Iowa, beyaz Evanjelik seçmenin, New Hampshire, beyaz çalışan sol eğilimli seçmenin, South Carolina taşralı siyah seçmenin ve Nevada da hizmet sektöründeki Hispanik seçmenin yoğunlukla önseçimlere katıldığı eyaletler. Bu dört eyaletin başkan adayının resmen seçileceği parti başkanlık kurultayına göndereceği toplam delege sayısı fazla değil. Ama aday adaylarından şansı en yüksek olanları öne çıkarmaları nedeniyle, yarışın ‘eleme’ turları gibi görülüyor. Aday adayları, sınırlı kampanya bütçeleri ile bu dört eyalete yüklenir. Çünkü buralarda elde edecekleri başarı, diğer eyaletlerde bağış toplayarak kampanya yapma gücü kazanıp kazanmayacaklarını belirleyen şey.
Süper Salı nedir ve bu yıl neden çok daha kritik?
Dört eyaletin önseçimlerinden sonra genellikle 10 civarında eyaletin önseçimlerinin topluca yapıldığı güne Amerikan siyasi literatüründe ‘Süper Salı’ deniyor. 2020 yarışının ‘Süper Salı’sı, toplam 14 eyaletin önseçimlerini yapacağı 3 Mart günü gerçekleşecek. Bu yılki Süper Salı’da, ülkede delege sayısı en fazla olan iki eyalet California (415) ve Texas’ın (228) da olması, 3 Mart’ı oldukça kritik bir tarihe dönüştürdü. Öyle ki Demokrat Parti’nin 13 Temmuz’da Milwaukee kentinde toplanacak başkanlık kurultayında adayı resmen belirleyecek 3979 delege oyunun 1357’si 3 Mart günü belirlenecek.
Süper Salı, genelde, aday adaylarından hangi ikisinin partinin adayı olma konusunda şansı olduğunu netleştiren gün olurdu. Fakat bu yıl Demokrat Parti’nin, Süper Salı’dan, belirsizliği daha da artırabilecek, adaylık yarışını, dramatik bir bölünmeye de dönüştürebilecek iki ismin gölgesinde çıkma olasılığı da yüksek.
Birkaç hafta öncesine kadar Demokrat Parti’nin merkez odaklarınca, hem parti içi birliği sağlamada hem de kasımda Trump’a karşı en güvenli tercih, Obama dönemindeki Başkan Yardımcısı Joe Biden’dı. Ancak Biden, Trump’ın azil sürecinde, oğlu Hunter Biden üzerinden başlayan suiistimal tartışmalarında bütün rüzgarını kaybetti. 29 Şubat South Carolina önseçimi belki de yarışta kalıp kalmayacağını belirleyecek son önseçim olacak. Demokrat Parti’nin merkez politikalarına yakın duruşları olan diğer iki aday, Pete Buttigieg ve Minnesota senatörü Amy Klobuchar ise şu ana kadar Biden’dan daha başarılı bir performans sergilediler.
Buttigieg: Trump olmayan her şey
Indiana eyaletinin 100 bin nüfuslu bir kentinin belediye başkanı Pete Buttigieg, Iowa ve New Hampshire sonrasında, partide en fazla delege sahibi aday haline gelerek, potansiyeli hakkında şüphesi olan birçok kişiye ‘acaba’ dedirtmeyi başardı. 38 yaşındaki genç politikacı, “Trump’ın olmadığı her şey” aslında. ABD’nin kozmopolit ve çoğulcu zengin kıyılarından değil, merkezindeki beyaz kalbinden geliyor. Kilise müdavimi bir sosyal çevrenin çocuğu. Hem Harvard hem de Oxford’da eğitim görmüş. Birkaç dili akıcı şekilde konuşabiliyor. Konser verecek kadar iyi bir piyano çalıcısı. Afganistan’da görev almış, madalya sahibi eski bir asker. Fakat Buttigieg’in, politik öngörüler açısından tartışılan en önemli özellikleri bunlar değil. ABD’de iki büyük politik partiden birinde delege kazanmış ilk açıktan gay aday olarak, Trump’a 2020 seçimini bir kültür savaşına dönüştürme kozu oluşturup oluşturmayacağı en çok tartışılan konu. Bir diğer sorun ise, partinin tabanında ve önseçimlerde oldukça önemli bir yeri olan siyah seçmenden gördüğü desteğin yüzde 5’i bile bulmaması. Sonuçta Iowa ve New Hampshire, ülkenin en beyaz eyaletleri arasında. Modern çağda hiçbir Demokrat aday, siyah seçmenleri yüksek oranda sandığa çekmeyi başarmadıkça ABD başkanı seçilemedi. Dahası, destekçilerini kitleler halinde büyük salonlara toplayabilen agresif Trump’a karşı, Buttigieg’ın ‘fazla efendi’ kaldığını düşünenler de var.
Parti Merkezi’ni memnun etmeyen iki asi aday
Bugünlerde Demokrat Parti önseçim gündemini en fazla işgal eden iki aday ise, partinin merkez odaklarını çok da mutlu etmeyen isimler.
Şu ana kadar en hevesli taban hareketi yaratmış aday adayı hiç şüphesiz senatör Bernie Sanders. Ama Sanders’ın kampanyası, partinin en büyük sorunlarından biri olma potansiyelini de içinde taşıyor. Partinin müesses düzeni ve tabanda ciddi bir kesim, tıpkı birçok bağımsız gözlemci gibi, ‘Amerikan ortalamasına göre radikal solda olduğunu’ iddia ettikleri Bernie Sanders’ın Trump’a karşı asla kazanamayacağı düşüncesinde. Trump karşıtı Cumhuriyetçi birçok önde gelen isim de bugünlerde Demokratlara, ‘ne olur sandığa gidip oy verebileceğimiz bir ismi aday gösterin’ çağrısı yapıyor. Cumhuriyetçi stratejist Rick Wilson da bu çağrıyı yapanlardan biri: ‘’Demokrat Parti, bir an önce aklını başına almazsa, ülkemizi kaybedeceğiz. Şu anda bile Trump’ın kazanma ihtimali yüzde 65. Eğer Demokratların adayı Bernie olursa bu ihtimal yüzde 85 olur. Trump, Demokrat Partiyi ezip ‘içinden’ geçer’’.
2020 sosyalizm için bir referandum mu?
Demokrat Parti’nin seçim gündeminin, Bernie Sanders’ın ‘demokratik sosyalizm’ dediği politikalar veya Kongre’den asla geçip yasalaşamayacağı neredeyse kesin, ‘ülkedeki herkese kamusal sağlık sigortası’ gibi vaatlerle özdeşleşmesi partili bazı stratejistlerin en önemli endişe kaynaklarından biri. Seçimi, Trump hakkında değil de, Trump’ın ‘sosyalizm’ damgası vurduğu bu tür politikalarla ilgili bir referanduma dönüştürmenin, seçimi baştan kaybetmek olacağı düşüncesindeler.
Demokratların daha çok sosyal tartışmalara ve dış politika konularına yoğunlaştığı 1992 başkanlık seçiminde, ‘’aptal olmayın, tek gündem var o da ekonomi!’’ sloganıyla yürüttüğü seçim kampanyası ile kimsenin pek şans vermediği Arkansas Valisi Bill Clinton’ı sürpriz şekilde Beyaz Saray’a taşıyarak Demokratların önemli akıl hocalarından birine dönüşen James Carville, ‘’Aptal olmayın, tek gündem kazanmak’’ başlıklı yazısı ile bu koronun duygularına tercüman oldu. Demokratların, bu süreçte tartışması gereken tek şeyin, bu seçimi nasıl kazanabilecekleri olduğu uyarısı yaptığı yazısında Carville, ‘’Bu seçimde tek bir ilkesel hedef var, o da Trump’ı yenmek. Amerikan demokrasisinin yaşaması da buna bağlı ve ben bunu başarabileceğimizden çok ciddi endişe duyuyorum’’.
Amerikan demokrasisinin yoğun bakımda can çekiştiğini savunan Carville, Demokrat Parti’nin, ‘ABD ile uçurum arasındaki son engel haline geldiğini’ ifade ederek, kritik eyaletlerde farklı kesimlerden seçmenlerin nasıl kazanılacağına odaklanılması çağrısı yapıyor.
“Bernie’siz asla olmaz”
‘Bernie 3 Kasım’da asla kazanamaz’cılar sıklıkla 1972 seçimine atıfta bulunuyor. Demokrat Parti’de adaylık yarışını, partinin merkez kesiminin sempati duymadığı ve Richard Nixon tarafından ‘radikal solcu’ damgası vurulacak aday George McGovern’ın kazandığı yıla… McGovern’ın ‘herkese maaş’ gibi o günlerde çoğu kişiye sosyalist görünen seçim kampanyası başarısız kalacak, Demokratlar, genel kamuoyunda çok da sevilen bir başkan olmayan Nixon’a 50 eyaletten 49’unu kaybederek tarihi bir hezimet yaşayacaktı. Fakat Sanders destekçilerinin bu örneğe karşılık, ‘riskli olmayan adayların seçim kazandırması da garanti değil’ yanıtının da zemini var. 1988’de Michael Dukakis, 2004’te John Kerry ve son olarak Hillary Clinton, partinin müesses nizamının riskli olmadıklarını savunduğu isimlerdi ve üçü de halk çoğunluğunda karşılığı olmayan rakiplerine karşı kaybettiler. Dahası, ‘riskli’ McGovern tek hezimet değil. 1984’te ‘ana akım’ Demokrat aday Walter Mondale de 49 eyalette kaybedecekti.
Bununla beraber, Sanders’ın destekçilerinin önemli bir kesiminin, Sanders dışındaki bir diğer Demokrat adaya 3 Kasım’da asla oy vermeme olasılığının yüksekliği herkesin müttefik olduğu bir sorun. Kaldı ki bu sadece bir blöf değil. 2016 önseçim yarışında, Sanders’ı destekleyen seçmenlerin önemli bir kesimi sandığa gitmeyerek veya Yeşil Parti adayına oy vererek Trump’a dolaylı destek sağladı. Dahası seçmen kayıtları analizlerine göre, yüzde 12’si, genel seçimde Trump’a oy verdi. Trump, örneğin, kendisine Beyaz Saray’ın kapısını aralayan Michigan eyaletini, Sanders’ın destekçilerinden 44 bin 292 oy alarak, sadece 10 bin 704 oy farkla kazanmıştı.
Sanders’ın destekçilerinin ‘’partiyi rehine aldıkları ve şantajla adaylığı ele geçirmeye çalıştıkları’’ eleştirisini paylaşmayanlar da var. Bunlar, bütün ülkenin, birkaç geçişken seçmenli eyaletteki az sayıda seçmen tarafından rehin alındığına dikkat çekiyor. Bütün uzmanların, bu seçmenlerin isteklerine göre politikanın şekillenmesini savunmasının adaletsizlik olduğu düşüncesindeler. Bunlardan Lili Loofbourow, gelinen noktada, belki de tarihte ilk kez, merkez seçmenin, ideal aday hevesini kursağına gömerek, hiç tanımadığı ve sempati duymadığı solcu bir adaya oy vermek zorunda kalabileceğini yazıyor.
Zenginlere karşı bir milyoner
Sanders’ın mevcut adaylar içinde konuşmaları, özellikle de genç kuşağa en fazla samimi gelen lider olduğundan şüphe yok. Fakat bu samimiyetin sahiciliğini sorgulayan da çok. 2016 seçim yarışında, sık sık Amerikan sisteminin milyonerler ve milyarderlerce yozlaştırıldığını savunan Sanders’ın 2020 kampanyasında ‘milyoner’ sözcüğü adeta yok oldu. Sıklıkla dile getirdiği söylemi artık, ‘milyarderleri ve milyarderlerin desteklediği adayları yeneceğiz’ şeklinde. Bunda, kamuoyu baskısından sonra 2019 içinde yayınlamak zoruna kaldığı gelir vergisi beyannamesinin, Sanders’ın kendisinin de artık bir dolar milyoneri olduğunu göstermesinin payı olduğunu düşünen az değil. Nitekim partinin 2016 başkan adayı Hillary Clinton, geçen ay Sanders için, ‘yıllardır Senato’da ama sadece tek bir senatör kendisini destekledi. Kimsenin sevmediği biri’ nitelemesi yaptıktan sonra, Sanders’ın ezilen halkın adayı imajının bir ‘palavradan’ ibaret olduğunu savunacaktı: ‘Sanders kariyerist politikacı. İnsanların ona kanması çok üzücü’’.
Bloomberg’in benzeri görülmemiş kampanyası
Fakat Demokrat Parti’yi, Süper Salı’da düşündüren tek isim Sanders değil. 60 milyar dolar civarındaki servetiyle dünyanın en zengin isimlerinden biri olan Michael Bloomberg de Süper Salı’dan itibaren yarışa giriyor. Hiçbir kampanya bağışına ihtiyacı olmayan Bloomberg, delege yoksulu ilk dört eyalet yerine, Süper Salı eyaletleri ile delege zengini eyaletlerde, ABD tarihinde görülmemiş bir reklam ve seçim kampanyası yürütüyor.
2002 – 2014 yılları arasında ikisi Cumhuriyetçi Partiden olmak üzere üç dönem New York belediye başkanlığı da yapan Bloomberg, tıpkı milyarder hemşehrisi Trump gibi, partinin müesses nizamının dışından gelip, geleneksel üslup ve yöntemlerin dışında bir kampanya yürütüyor. Bugünlerde, onlarca eyalette seçmenlere, sosyal medya, YouTube ve televizyonlardan anti-Trump kampanya sağanağı yağdırıyor. Sosyal medya fenomenlerine, kendisinden bahsetsinler diye milyonlar harcıyor. New York Times’tan Matt Flegenheimer’ın benzetmesiyle, ‘’Bloomberg, satranç oynamıyor. Satranç tahtasını, para yığının altına gömerek, geri kalan herkesin oyunun ne olduğunu bile hatırlayamayacağı bir durum yaratmaya çalışıyor’’. Hatta gününün büyük bölümünü televizyon seyrederek geçirdiği bilinen Trump’ın bugünlerde Bloomberg’e yüklenmeye başlamasının nedeni, televizyonda sürekli Bloomberg’in kendisi hakkındaki negatif reklamlarına denk gelmesi büyük olasılık.
Trump gibi ‘saygınlıktan ve utanma duygusundan uzak’ birine karşı, saygın bir politikacının cesaret edemeyeceği hamleleri nedeniyle, Bloomberg’in kampanyasının heyecanlandırdığı epey Demokrat yorumcu ve gözlemci var. NYT yorumcusu Charlie Warzel bu eğilimdekilere tercüman olurken, ‘’Bloomberg ve kampanyası modern internete hükmeden formülü uyguluyor: Utanmamak ve çatışmak dikkat çekmek demek. Dikkat çekmek ise güç demek’’ diye yazıyor ve ekliyor: ‘’Belki de politika da zaten hep böyle bir şeydi. Halkın dikkatini organize şekilde hacklemek…’’
Bloomberg’in arsızlığı ve trollüğüyle Trump’tan rol çalmasının yanı sıra, kritik eyalet Florida’yı kazandırma potansiyeli, ABD tarihinde görülmemiş şekilde seçmenleri sandığa -kelimenin gerçek anlamıyla- taşımayı organize edebilme potansiyeli gibi çekici özellikleri de var.
Manhattan’lı iki oligarkın savaşı
Fakat, ‘dolar milyarderi diye bir şeyin zaten olmaması gerektiğine’ inanan Sanders kitlesine, Bloomberg’i aday olarak kabul ettirmenin zorluğu açık. Bloomberg’in bagajındaki tek sorunlu malzeme bu da değil. Belediye başkanlığı dönemindeki bazı uygulama ve söylemleri nedeniyle hem siyah seçmenle hem de Hispanik seçmenle de sorunlu bir ilişkiye de sahip.
Kaldı ki Bloomberg’in, bazı Demokrat yorumcularda yarattığı heyecanı, ortalama seçmende yaratıp yaratamayacağı da belirsiz. Bloomberg dendiğinde, bu seçmenin aklına gelecek bir politika yok. CNBC analisti Jake Novak, Bloomberg’in kendisinin de bunun farkında olduğuna dikkat çekiyor: ‘’Bloomberg’in kendi seçim kampanya reklamlarının çoğunda yer almamasının tabii ki bir nedeni var.’’
Öte yandan başkan adaylığını kazanmaktan çok parasıyla satın almaya çalışıyor görüntüsü veren Bloomberg’in, partinin adayı olmayı başarmasının, 2020 seçimini, birçok konuda benzer özelliklere sahip Manhattanlı iki milyarder oligarkın şahsi iktidar savaşına dönüştüreceği endişesi taşıyanlar da var.
Demokratların büyük kumarı
Demokratlar açısından, 2020 neresinden bakılsa tam bir kumara dönüşmüş durumda. Trump’ın ülke atmosferini bozan üslubuna aynıyla ve aynı agresiflikte cevap vermenin mi yoksa, bundan yorulan seçmene hitap eden düzeyli bir politikanın mı sandık açısında daha kazançlı olduğuna karar vermek zorundalar. Ekonomik göstergelerin halkın büyük bölümünce olumlu bulunduğu bir seçim yılında Trump’ı değil Amerikan kapitalizmini tartışma konusu yapan ‘sosyalist’ bir aday mı, yoksa, ‘dinsizin hakkından imansız gelir’ diyerek, Manhattanlı milyarderin karşısına kendisi ile aynı üslup ve troll yöntemleri kullanabilen bir başka Manhattanlı milyarderle çıkmanın mı kazandıracağına karar vermek zorunda oldukları gibi.
Twitter: @CemalTdemir
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 18 Şubat 2020’de yayımlanmıştır.