Anlaşılıyor ki korona sonrası dünya bildiğimiz dünya olmayacak. Peki, o halde nasıl bir dünya bizi karşılayacak? Bu dünyanın ekonomik ve siyasi yönlerine ilişkin çok şey söylendi. Sözgelimi Harvard Üniversitesi uluslararası ilişkiler profesörü Stephen Walt, güç ve nüfuzun Batı’dan Doğu’ya kayacağını, milliyetçiliğin sağlamlaşacağını, daha az açık, daha az müreffeh ve daha az hür bir dünyanın geleceğini söylüyor. Devletin geri geleceği, neo-liberal politikaların zayıflayacağı, uzmanlığa olan güvenin artacağı, dijitalleşmenin her alana yayılacağı ve biyo-iktidar alanlarının daha da güçleneceği bir değişim konuşuluyor.
Dünya bu kadar hızla bir dönüşüm yaşadığında dinî inançlarımız da kaçınılmaz olarak ondan nasibini alacaktır. Çünkü inançlarımız da yaşayabilmek için mekâna ihtiyaç duyar. Ekonomik, siyasal ve bilimsel tüm gelişmeler nasıl dünyaya bakışımızı değiştiriyorsa inançlarımızı da dönüştürür. O halde inanç dünyamıza ne olacak? Dinler ve inançlar yükselecek mi? Ya da yeni bir materyalizm ve bilimcilik dalgası ile mi karşı karşıya kalacağız?
Çalışmalar, savaş gibi dış tehdit zamanlarında, insanların dinî inançlar ve uygulamalar da dâhil olmak üzere sosyal normlara daha sıkı bağlı kaldığını gösteriyor. Zira, Tanrı ve devlet, savaş ve büyük krizlerde her zaman ilk hatırlanandır. İnsanlar ya Tanrı’yı ya da devleti göreve çağırır. Savaşların milliyetçiliği, kahramanlığı yüceltmesi boşuna değildir. Buna karşılık salgın gibi belirsiz ve bilinmeyen düşman insanlarda farklı sonuçlar doğurabilir. Özellikle de bilimin aciz kaldığı durumlarda, Tanrı’nın bağışlayıcılığından daha çok gazabı hatırlanır. Belirsizlik korkusu bizi düzene, otoriteye ve güce boyun eğmeye sevk eder. Belirsizliğin ortadan kalkması ile birlikte insan daha gevşek ve esnek bir düzene geçer.
Geçmişteki krizler karşısında insan tutumları bugün bize ne söylüyor?
Dünya yalnızca bugün bu türden geniş çaplı salgınlarla karşılaşmıyor aslında, veba salgını da geçmişte benzer bir kriz durumu yaratmıştı. 14. yüzyılda görülen ve “Kara Ölüm” olarak adlandırılan salgın da bir pandemi olarak kabul edilebilir. Elbette köprünün altından çok sular aktı, dünya artık 14. yüzyılın dünyası değil ama insanın krizler karşısında aldığı tutum ve davranış modelleri bize çok şey söyleyebilir.
Orta Çağ tarihçisi Agnolo di Tura, veba salgınında yaşananları şöyle tasvir ediyordu: “Hiç kimse hiçbir şeyi denemiyordu ve artık kilise çanları bile çalınmıyordu. Her gece ölen yüzlerce kişi için dev çukurlar kazılıyordu. Ve ben de kendi ellerimle oğullarımdan beşini gömdüm. Herkes bunun dünyanın sonu olduğuna inanıyor.”
O yıllarda, insanlar, kendi kontrollerinin dışında ve o günkü tıbbın çaresiz kaldığı bir salgınla karşılaşılınca, önce yardım, rehberlik ve şifa için Kilise’ye başvurdular. Çünkü devletlerin meşruiyetini de sağlayan yegâne otorite oydu. Orta Çağ’da doğa bilimleri ile Kilise karşı karşıya geldiğinde, otorite Kilise’nin yanında yer aldığı için her zaman Kilise’nin dediği oluyordu.
Kilise ve din adamları izin verilen tıp uygulayıcılarını ve uygulamaları kontrol ediyordu. Bu nedenle, tedaviler Kilise’nin öğretileriyle sınırlıydı. Kilise teolojiye meydan okuyan ilerlemelere karşı koyuyor ve organize edilmiş halk sağlığı çabalarını da yasaklıyordu. Sağlık ve tıbba başvurmak, Tanrı’nın isteğinden kaçınma girişimi olarak görülüyordu.
Hem sosyal yapıyı hem de inançları sarsan veba salgını
Veba salgınındaki tutumlarının Kilise ve din için çok ağır sonuçları oldu. İnsanlar Kilise’ye cömertçe bağışta bulunmalarına rağmen neden Tanrı’nın cezasından kurtulamadıklarını sorguladılar. Toplum kıtlık ve hastalıkla mücadele ederken Kilise lüks yaşamından geri kalmamış ve halkın üzerine ağır vergiler yüklemişti. Sonuçta veba yalnızca Avrupa’nın sosyal yapısını değil inançlarını da sarstı. Reforma giden yolu açan teolog John Wycliffe tarih sahnesine tam da böyle bir dönemde çıktı ve onun döneminde yavaş yavaş Papalık itibarını kaybetmeye başladı. Papalığın hem siyasal iktidarla çatışma içinde olması hem de halk üzerinde uyguladığı baskı ve sömürü faaliyetleri, bunun yanı sıra vazgeçemediği lüks tutkusu halkın nefretini kazanmasına neden olmuştu.
Dünya artık Kilise’nin etrafında dönmüyor. Ruhani bir güç olsa da din adamları tıbba müdahil olma yetkilerini kaybettiler. Orta Çağ’dan çok farklı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Din her ne kadar kamusal alanda daha fazla görünür olsa da sekülerizm çağın en belirgin vasfı. Bu anlamda sekülerizmi din karşıtlığı olarak ele almadığımı ifade etmeliyim. Yaşadığımız kriz tam da sekülerizm çağını temsil ediyor.
Dünyaca ünlü kamuoyu araştırma şirketi PEW’in anketlerine göre insanlar dinî kurumlara eskisi gibi güvenmiyorlar. Bir kiliseye bağlı olmaksızın inanç olarak Tanrı’ya bağlılık artıyor. İnsanlar yüce bir varlığa inanç besliyorlar ama bu bir dine ya da kiliseye bağlı olmaksızın devam edebiliyor. Kiliseye gitme oranları azalıyor.1 Bunu aslında Türkiye için de söylemek yanlış olmayacaktır, din adamlarına olan güven oldukça düşük çıkıyor.2
Koronavirüs ile karşı karşıya kalan insan nereye sığınıyor?
Koronavirüs modern çağın insanlarını eve kapattı. Bu yüzden dindar, muhafazakâr, laik fark etmiyor insanların büyük çoğunluğu ilk önce Tanrı’ya değil devlete sığınıyor. Çağdaş devlet, Orta Çağ Kilisesi’nin cisimleşmiş bir tezahürü olarak yeniden doğuyor. Kriz zamanlarında hepimiz tek bir varlığın yardımına müracaat ediyoruz: Birçoğumuz için sık sık eleştirilen devletin sağlık sistemindeki tekeli hepimizin kurtuluş umudu oluyor.
İkinci olarak da modern insan artık din adamına değil, bir uzman görüşüne başvurmayı daha çok tercih ediyor. Bu açıdan bakıldığında koronavirüs bilimin etkisini daha da güçlendirecek gibi. Milliyetçiliğe, devlete ve uzmanlığa olan güvenin arttığı bir süreçte, güvenilirliği aşınmış dinî kurumların işi daha da zor görünüyor. Özellikle de aynı kaşıkla herkesi kutsayan kilise, duvarları yalayan Şii ulema ve “camilerin kapanmasına” itiraz eden Sünni din adamlarıyla bu rüzgârın karşısında duramayız.
Üçüncü olarak, dinlerin temelinde cemaat olma, toplu ibadet etme, bir araya gelerek dini ritüelleri yerine getirmek oldukça merkezidir. Bu uzun süreli tecrübe insanlara cemaatin dışında (kilise-cami) dua ve ibadet etme alışkanlığı kazandırırsa ne olur? Kurumsal ve cemaatle dindarlık yerine daha bireysel bir dindarlık tecrübesi daha cazip gelebilir.
Vebanın “ata binmiş iblisle” resmedildiği bir Orta Çağ’da yaşamıyoruz. Aksine düşmanın üç boyutlu resmini görüyoruz, virüsün hücre içine nasıl sızdığını gösteren videolar seyrediyoruz. İnsanlar koronadan kurtulmak için din adamlarına değil, bilim adamlarına koşuyorlar. Bu yüzden veba, uzmanlığa olan güveni getirmezken korona uzmanlığa olan güveni artıracak diyebiliyoruz. Bu da bize, dinlerin yerine bilimciliğin yükseleceği bir geleceğin kapımızda olduğunu gösteriyor.
Bir diğer husus da koronavirüsle mücadelede biyoteknolojiye başvurulması. Bu ise bedenler ve nüfuslar üzerinden hareket eden iktidarın daha da tahkim edilmesini sağlayabilir. Pandemi ile mücadele hastaları birer sayı gibi görmeyi zorunlu hale getiriyor. Ölümü kontrol altına alma, kimin yaşayacağına karar verme biyo-iktidar alanını daha da güçlendirecektir. Biyo-iktidar alanının güçlenmesi bilime ve sayılara olan güveni, istatistiğin tanrının ezeli bilgisi gibi her şeyi önceden haber verdiği algısını pekiştirecektir.
Koronavirüs sonrası yeni bir materyalizm dalgası mı gelecek?
O zaman, koronavirüs sonrası yeni bir materyalizm dalgasıyla mı karşı karşıya geleceğiz? Hiç sanmıyorum. Çünkü postmodernizm sonrası bir çağda yaşıyoruz ve bilimcilik asla insanların metafizik ve psişik güçlere inanmasına engel olmuyor. İçinde tılsımların olduğu iddia edilen kitapların çok satanlar listelerinde üst sıralara yerleşebildiği bir dünyada yaşıyoruz. Modern insan sekülerleştikçe metafizik ve psişik güçlere olan inancını kaybetmiyor. Modernizmin din-bilim, akıl-ruh çatışması çağımız insanını çok fazla ilgilendirmiyor. Onun dünyasında bilim ve seküler bir dünya çakralara inanmasına engel olmuyor.
Öte yandan veba salgını olduğunda, din yalnızca dini yorum tekelini ellerinde tutan otoritelerce yorumlanabiliyordu. Bugün ise din artık dini otoritelerin tekelinde değil. Düşünün; hiçbir din eğitimine sahip olmayan, Arapça bilmeyen Adnan Oktar bir dini cemaat lideri olarak ortaya çıkabiliyor. Günümüzde din yalnızca dinlerin kurumsal ve doktriner otoritelerine bağlı değil. Dinî sosyal yapı, artık oldukça farklı ve çeşitli kurumların müşteri kazanmak için rekabet ettikleri bir piyasa gibi.
Dolayısıyla bu pazara ilişkin üretim hız kesmeden devam edecek. Çünkü sekülerizm yükselirken dinimsi inançlar azalmıyor. Bilimcilik artık dini tehdit etmiyor çünkü bilim dinle eskisi gibi ilgilenmiyor. Sekülerleşme konusunda uzman olan akademisyen Volkan Ertit’in dile getirdiği gibi, ona karşı bir kayıtsızlık içinde. Bu da dini alandaki çözümlerin pazarda istendiği gibi alıcı bulmasına imkân veriyor.
Kült örgütler ve uzmanlık
Bilime olan güven, uzmanlığa olan inanç sekülerleşmeyi artırdığı kadar psişik ve radikal inançları da güçlendirebiliyor. Kült örgütlere katılım sağlayan bilim insanları, eğitimli uzmanlar bize bunu öğretiyor. Geçenlerde ölen ve basında “sahte peygamber” olarak geçen İskender Evrenesoğlu bir mühendisti ve çok sayıda bağlısının da tekniker olarak biliniyor. Japonya’da sarin gazı saldırısında bulunan kült örgüt Aum Shrinkyo’nun çok eğitimli ve üst düzey müritleri vardı. DEAŞ terör örgütüne katılan çok sayıda mühendisi konu edinen Diego Gambetta ve Steffen Hertog’un hazırladığı Engineers of Jihad (Cihadın Mühendisleri) adlı çalışmayı hatırlamak yerinde olur. Bu örnekler de bize gösteriyor ki; sayılar, digital çağ, biyo-iktidar inançlar üzerindeki olumsuz etkisini daha çok kurumsal dinlere karşı gösterebiliyor.
Kimbilir belki de matematikçi filozof Pisagor’un aynı zamanda tarihteki kült örgüt olan “kardeşlik örgütünün” kurucusu olarak anılmasının sırrı da burada yatıyor. Teknik düşünme bazen duygusal zekayı dumura uğrattığından, duygusal zekası gelişmemiş insanlar için aidiyet duygusunu karşılayan, apokaliptik inançlarla dünyanın sonunun geldiği inançlarını pazarlayan kült gruplara tam bir fırsat sunuyor.
Salgının pas geçtiği dijital çağ gençlerin önündeki tehlike
Yaşadığımız günlerde çok dikkatimizi çekmeyen bir konu da, “ben neslinin” öz güvenine tavan yaptıran bir virüs salgınıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeği…
Bu salgın, dikkat ederseniz, dijital çağın çocuklarını pas geçiyor. Virüsün gençlere bir şey yapmaması, onları daha çok yalnızlaştırabilir. Jean M. Twenge’in “I” nesli diye ifade ettiği, şarjları olmadığında kendilerini bir kara deliğin içinde hisseden bu nesli daha fazla sanal gerçeklik bağımlısı yapabilir. Toplumsal bağları azalmış, sosyal ilişkileri iyice zayıflamış, gerçeklik algıları bozulmuş bir neslin semptomlarını daha da azdıracaktır. Zira bu virüs tam da buraya denk geldi; dinle arası genellikle gevşek olan gençlerin koronavirüs sonrası bilimciliğe ve sanal gerçekliğe olan inançlarının artması, buna karşılık da toplumun inanç ve değerlerine karşı da daha kayıtsız olmaları beklenebilir. Bu ise sevgi sarmalıyla aidiyet ve kimlik veren, sanal gerçeklik algısına benzer bir “kapalı dünya” inşa eden kült gruplar için bulunmaz fırsat sunacaktır.
Son olarak, Müslümanların ve Hıristiyanların sayısı artacak ama korkarım din çağı patlaması da yaşamayacağız. Dinî kurumlara olan erozyonun hızlanacağı, geleneksel öğretilerin zayıflayacağı modern kültlerin daha fazla çoğalacağı “seküler maneviyatçılığın” tavan yaptığı bir zamana doğru yol alacağız.
Twitter’dan takip edin: @hilmidemir60
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 1 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.