İkinci Dünya Savaşı’nı evlerinden cephe cephe takip edenler vardı. Radyodan, gazeteden savaşı en küçük ayrıntısına kadar izleyip, aslında ne olduğunu tam olarak bilmedikleri halde, yine de konulara hâkim olduklarını sanıyorlardı. Kurdukları bu nesnel olmayan gerçeklik belirsizliğin korkusuna perde çekmişti.
Davranışlarını otomatiğe bağlayıp tekrarlayarak kendilerini daha iyi hissetmiş olabilirler. Ne de olsa sabah kahvemizi içmek, dişlerimizi fırçalamak gibi tekrarlanan hareketler güven verir. Lakin bu güven kedimizi, köpeğimizi, akvaryumdaki balıklarımızı belirli saatlerde besleyerek onlara verdiğimiz güvenden öte bir şey değil.
Bugünlerde kafayı haberlere takmak, bizi kendimize ve topluma olan sorumluluğumuzdan uzak tutan bencillikle aynı kapıya çıkıyor. Evimizde oturmamıza rağmen “Ben ne yapabilirim?” diye düşünmeyerek havlu atmak; olan bitene seyirci kalma edilgenliğiyle evlerimizde huzursuzluğa davetiye çıkarmak; karamsarlığa, depresyona kapılarımızı açmak, bağışıklık sistemimizi zayıflatmak anlamına geliyor.
Tarihi felaketler değil, tepkilerimiz yaratır
Günün tarihini felaketler değil, bizim onlara tepkimiz yaratıyor.
1980’li yıllarda, ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher’ın suyundan gidip, kamu kuruluşlarını satışa çıkaran ülkeler şirket kafasıyla yönetilirken, 20. yüzyıl boyunca gelişen yurttaş hakları ayrıcalıklara dönüşünce, doğal felaketleri de toplumsal afete dönüştüren, bizleri yöneten rejimler oldu.
Hal böyleyken, yaşamamızın bekçiliğinden öte ne yapabiliriz?
Düzenin bizi tüketim girdabına soktuğu patolojimizde, gün be gün eksilip yoksullaşmışken, kendimizi nasıl zenginleştirebiliriz?
Sınanan aileler, ilişkiler ve telaşsız sofralardaki büyük fırsat
Evde beklerken ne yapabiliriz?
Türümüz tarihinde ilk defa, aileler belirsiz bir süreye kadar her gün beraber. Evlilikler sınanıyor.
Emekli erkek fenomeni evin başköşesinde. Aile içi ev roller sorgulanıyor. Bu günler, ilişkilerimizi zenginleştirmek, birbirimizle yeni diller arayışına girebilmemiz için büyük fırsat.
Anneler, babalar sınanıyor.
Aydan aya geçinebilmek için çift maaşa zorunlu talimden, çocuklarını erken yaşta bakıcılara, kreşlere teslim etmeye mahkûm olanlar, psikologların sıradanlaşmış önerilerini aşan yeni keşiflerin eşiğinde. Onların çocuklarını, çocuklarının da onları tanıyabilmeleri için son şans.
Yıllar önce katıldığım bir Dünya Sağlık Teşkilatı toplantısında yeni seçilen başkan, dünya sağlığına en büyük tehdidin nereden geldiği sorusunu cevaplarken “Aile sofrasının dağılması” demişti.
Psikolojik silahlara karşı durabilmek
Birlikte oturacağımız telaşsız sofralar bizi bekliyor. Özü bizi doyurmaktan da öte olan, sofra kültürünün besleyiciliğini yaşayabiliriz. Bu günlerden aileler güçlenmiş de çıkabilir; parçalanarak, kendilerini yeni düzene, akımlara teslim etmeye açık, serseri mayın konumunda atomize bireylere dönüşmeye hazır olarak da.
Tarihte muhafazakârlığın dayanağı olan aile, geleneksel konumundan farklı bir role gebe. Kendisini koruyup geliştirebildiği takdirde olası totaliter rejimlerin kitle yönlendirmede başvuracağı psikolojik silahların önünde sağduyunun bekçiliğini yapabilir.
Yapmadıklarımızla aslında çok şey yapıyoruz
Ne yapacağız diye sorarken, belki de asıl yapmadıklarımızla ne kadar çok şey yaptığımızın farkında değiliz.
Tüketmiyoruz.
Tüketim patolojimizi tetikleyen, günlük yaşam kültürümüzü alışverişe yönlendiren AVM’ler boş. Markalar bizi bekliyor. Öldürücü iksirlerinden uzak kaldıklarında bağımlılıklarından kurtulan Adsız Alkolikler gibi arınabilecek miyiz?
Evlere kapandığımız bu dar zamanda doğa nefes alabildi. İklim krizi kendini bir nebze dinlenmeye aldı. Doğa, Diyojen yalınlığında “Gölge etmeyin, başka ihsan istemem diyor” Ama yine de normal dediğimiz kronik patolojik halimize dönecek miyiz?
Gezegenimizi sarsan, geleceğimizi yönlendiren tüketim gücümüz, silahlardan, salgınlardan güçlü.
Neyi var edeceğimiz, neleri tarihe gömeceğimiz, bize bağlı.
Tercihlerimiz neden çok önemli?
Bol keseden yeni düzen kâhinliği yapanlar Nostradamus’a oynuyor. Kapitalizm çöktü, ver elini komünizm diyenler var. Kiminle? Bugünün tarihini yarının düşleriyle değil, elimizdeki gücümüzle yaratacağız.
Yaşadığımız felaketin raf ömrü var. Sorun, sokağa çıktığımızda tüketim tercihlerimizin ne olacağı.
Güney Afrika’da ırkçı apartheid rejimi silahla, grevle, kitle yürüyüşleriyle değil, rejime yatırım yapan şirketleri hedefleyen gençlerin öncülük ettiği dünya çapındaki boykotlarla bitmişti.
Daha az don ve çorap alacağız, onları daha sık yıkayacağız. Markadan tasarrufumuzu sağlıklı beslenmeye harcayacağız.
Kaç zamandır, her ne demekse, ‘kendin ol’ diyen psikologları dinliyoruz. Kendimiz olmanın tam zamanı. Moda tutsakları olup giydiklerimizle marka tellallığı yapacağımıza, kendimiz olup, kendi modamızı kendimize yakıştıralım. Reklamlarla pompalanmış kültür sanayiini besleyeceğimize, kendi kültürümüzü yaratalım. Best seller’ları değil, piyasa formüllerinden uzak ‘az seller’larımızı yaratıp paylaşalım. Evlerde kendi hikâyelerimizi anlatalım. Ailelerin sessiz sinema oyunları, müptela yaratma formüllü Hollywood filmlerine bedel. Evlerimizde hepimizin roller alıp oynayacağımız piyesler siyasetçilerin, ekran uzmanlarının aymaz tartışmalarına tokat.
Şair dostum Reşit Ergener, “Şairler ne zaman susacak?” diye sorduğu şiirini, “Herkes şair olunca” diyerek bitirmişti.
Gerçekten de “normal”e dönmeli miyiz?
Neyi bekliyoruz?
Devletler düne dönmeyi. Sabırsızlanıyorlar.
Haydi işçiler iş başına! Daha çok üretelim! Daha çok tüketelim!
Normale dönelim.
Unutuyor muyuz?
Normal olan değil miydi bizi felakete kurbanlık koyun gibi hazırlayan?
Normal olan değil miydi iklim krizini doğuran?
Çabuk unuttuk. Normal olan değil miydi, demokrasinin kapitalizmi denetleyememesinden, ekonomiyi batıran bankaları vergilerimizle kurtarmamız? Serbest rekabet kamuflajında devlet sigortasında olanları tekrar tekrar kurtaran biz değil miydik?
Nereye kadar?
Adım adım geleceği yönlendirmek
Badireden şirketler muhtaç, gayri meşrulaşan devletler güçlenmiş çıkarken ne olacaksa bizden bekliyorlar. Endişeleniyorlar. Algoritmaların satış eğrileri bizlerden yeni veriler bekliyor.
Ne yapabilirim derken günümüzü abartmayalım.
Büyük şeyler, dönüşümler beklemeyelim.
Günlük yaşantımızda, neyi nasıl yapmalıdan öte, ne olabilir diye düşünerek, adım adım geleceği yönlendirelim.
Türümüzün maraz bir özelliği var.
Kendimize yaptığımız felaketleri diri tutuyor, doğal afetleri unutuyoruz. Her yıl Birinci Dünya Savaş’ı neden çıktı diye yeni kitaplar yazılıyor. Sorsalar, savaşan taraflarını bile sayamayıp, kimin hangi tarafta olduğunu karıştıracağız. Gene de, yılda bir askeri törenlerle anıyoruz, geleceğe, yenilerine davetiye çıkaran geçmiş savaşları. Her anma töreni, ölenleri yâd ettiğimiz, “ah şehitlerimiz” dediğimiz her tören, bando, mızıka, bize düşman olduğunu, düşmana karşı hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatıyor, silahlanmaya çağırıyor.
Oysa düne kadara unuttuğumuz İspanyol Nezlesi’nden ölenlerin sayısı Birinci Dünya Savaşı sırasında ölenlerden çok. Onları neden anmıyoruz? Avrupa’nın nerdeyse her kasabasında düşmanı hatırlatan meçhul asker heykelleri! Sevmem heykelleri.
Bizi hazırlıksız yakalayan düzen ve heykeli yapılması gerekenler
Ama şimdi istiyorum. Bu badireyi atlattıktan sonra, şehir meydanlarımıza şifacıların heykellerini dikelim. Kitabesinde hazırlıksız yakalandığımız yazsın.
Unutmayalım, bizi hazırlıksız yakalayan düşman değil, her birimizin var ettiği düzenimiz.
Eğer bir düşman aranacaksa, unutmayalım o düşmanın düne, normale dönmek olduğunu.
Kendimizi aldatıyor muyuz?
Hepimiz hastalanabiliriz.
Hastalık, zengin, fakir tanımıyor diyoruz. Öleceklerin, ölenlerin, en çok yoksullar, göçmenler, evsiz barksız olduğunu görmezden geliyoruz.
Ellerinizi sıcak suyla, sabunla yıkayın, diyoruz. Evlerinde su bağlantısı olan insanlar ancak dünya nüfusunun %57’si! Aranıza birkaç metre mesafe koyun diyoruz, dünyanın beşinci büyük nüfusu sayılan göçmenlerin olduğu megapollerde, birbirlerini tanımayan dört, beş, on kişi aynı odalarda yaşıyor, yataklarını saat hesabına göre dönüşümlü paylaşıyor.
Neden?
Gerçek en çok iktidarları korkutur
Gerçek, en çok iktidarları, iktidarlar arasında da en çok otoriter olanları korkutur. Lakin bu, onların krizlerden beslenmeyecekleri anlamına gelmez. Babasından dayak yiyen çocuk tehlike karşısında ‘kurtar beni’ diye ona nasıl sarılıyorsa, Stalin, Hitler örneklerinde gördüğümüz gibi, bu tür rejimlerin liderleri de bağımlılık yaratır. Savaş ve felaket haberlerini onlardan dinlemek patoloji temelli güven duygumuzu pekiştirir.
Yaşadığımız ortamın, bu tür bağımlılıklar yaratan alışılagelmiş savaşlardan farkı, çözümün, liderlerden, dinlerden değil bilimden bekleniyor olması. Veba günlerinde, zenginin başucunda papaz, yoksa mahallede imam, o da yoksa tanrısının cennet vaadi vardı. Veba cennete acele yoldan kesilmiş, dünyada cefa çekmekten kurtuluşun biletiydi. İnsan değişti! Bugün beklenen cennete bilet değil, sıcak su, sabun maske, respirator, aşı.
Yaşadığımız günleri, dünya nüfusunun belki üçte birinden fazlasının öldüğü, yüzlerce yıl süren vebayla karşılaştırarak kendimizi abartmayalım. Başımıza neler geldi diye şımarmayalım. Nüfusumuzun belki %98’i bir iki yılda bu badireyi atlatmış olarak çıkacak. Lakin çıktığımızda, savaş bitmiş gibi meydanlarda toplanıp bayrak sallanmayacak. Politikacılar, güçlü liderler ‘sizi ben kurtardım’ diyemeyecek. En güçlü biz çıkacağız. Kazançlı çıkmamız, kazançlı çıkarak dünyayla, yaşam anlayışımızla yeni bir oluşum kurmamız, yeni teknolojileri yavaşlatmamız, uzay maceralarımızı, dünyevi tercih ve ihtiyaçlar doğrultusunda bayrak ve hırs yarışından arındırmamız bizim elimizde.
Devletler, sağlık denetimi vesilesiyle teknolojiyi seferber etmeye başlayarak güçlenmiş olsalar da, vücutlarımız daha çok gözetim altına girecek olsa da, devlet ve büyük sermaye grupları gün be gün gayri meşrulaştıklarından, otoriter sistemlerinde yargı ve yasamayı bile güçlerine engel gördüklerinden, her zamankinden çok bizim merceğimizdeler. Uzatmalara oynuyorlar.
Twitter: @GunduzVassaf
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.