Bir ‘başka’ oluyor böceğin acısı

İnsanlık tarihi, acıyı görmezden gelmede epey başarılı bir seyir izler. Bu başarı, çoğu zaman, acının kaynağını “öteki” olarak tanımlamakla başlar. Derisi farklı olan, dili başka olan, mezhebi yahut millet kimliği aykırı olan... ya da boyu küçük, sesi olmayan, türü farklı olan... Böcek, bu bağlamda, en uç örnektir. Murat Batmankaya yazdı.

The New Yorker – Do Insects Feel Pain? (5 Ocak 2023)

Karşımızda inanılması güç bir gerçek var – birçok böcek psikolojisi öğrencisi, böceklerin acı hissetmediğini doğruluyor. Deneyler, örneğin başı kesilen yaban arılarının hâlâ çiçeklere konup beslenmeye çalıştığını gösteriyor. [Harold Bastin]

“Omurgasızlar acı çekmez” cümlesi, gündelik konuşmalarda sıkça yinelenen, ama üzerinde nadiren düşünülmüş bir kabuldür. Bir böceğin bacağını kopardığımızda seğirmesini “refleks” sayarız, antenlerini yolduğumuzda kıvranmasını “makine arızası”na benzetiriz. Ne de olsa “sinir sistemi yok” denmiştir bir kez; demek ki acı da yoktur.

Shayla Love’ın The New Yorker’daki çarpıcı yazısı, bu türden kabulleri sorgulamamıza neden olur. Bilim insanlarıyla yaptığı görüşmelerde şu soru etrafında dolaşır: “Canlı olmak, acı duymayı mı gerektirir? Yoksa acı, yalnızca karmaşık beyinlere özgü bir ayrıcalık mı?”

Yazının merkezinde, Drosophila melanogaster (meyve sineği) ve Apis mellifera (bal arısı) gibi türler yer alır. Bu canlıların beyin yapıları milimetrik ölçekte olabilir, ama davranış repertuarları şaşırtıcı ölçüde çeşitlidir. Acıya benzer tepkiler verirler; zarar gördüklerinde o zararın geldiği çevreden uzaklaşır, benzer koşullarda aynı durumdan kaçınırlar. Hatta bazı deneylerde, zarar gören bir arı, bal özütüne ulaşmak için acı verici bir yoldan geçmektense daha uzun ama ağrısız bir yolu tercih eder. Yani refleksler “hatırlar” gibidir. Zihinleri karmaşık olmasa da bir tür öğrenme ve kaçınma davranışı sergilerler. Bu da bilim insanlarını şu soruya götürür: “Acı yalnızca kelimelerle mi mümkündür? Yoksa dili olmayan bir canlı da acıdan uzak durmaya çalışarak bir tür ‘acıyı’ mı tanımlar?”

İşte bu noktada Love’ın yazısı felsefeyle bilimi buluşturur. Acının tanımını yalnızca fizyolojik değil, etik bir düzleme de taşır. Zira eğer böcekler acı çekiyorsa — ya da çekiyor olabilirlerse — o zaman bir sineği yakarak öldürmek, bir hamamböceğini ezerek susturmak ya da bir kelebek koleksiyonunu estetik bir nesne gibi sunmak, bambaşka anlamlar kazanır. Bu soruların kesin yanıtları olmayabilir; ama sorunun kendisi, bizim etik duyarlılığımızı, sınırlarımızı ve ‘acı’ kavramına yüklediğimiz anlamı yeniden düşünmemizi sağlar.

Böcekler basit makineler mi?

1927 yılında İngiliz doğa bilimci Harold Bastin, The Insect and its Life adlı kitabında böceklerin acıyı hissetmediğini öne sürerken, bu iddiasını dönemin baskın bilimsel paradigmasına dayandırıyordu: Böcekler refleksler aracılığıyla hareket eden “basit makineler”di. Ne düşünürlerdi, ne hissederlerdi; acı da dahil olmak üzere her türlü duyumsal deneyim, insan gibi karmaşık sinir sistemine sahip varlıklara özgüydü. Bastin’e göre bir böceğin kıvranışı, bizim “ıstırap” dediğimiz o içsel yıkımı değil, sadece otomatik bir bedensel tepkimeler zincirini ifade ediyordu.

Bu mekanik bakış, Descartes’ın hayvanları “duyumsayan, ama acı çekmeyen otomatlar” olarak gören felsefî mirasının izlerini taşır. Bu düşünce hattı, yıllar boyunca böcekleri —ve genel olarak omurgasızları— hissizleştiren, onları etik dışı muameleye açık hale getiren bir çerçeve oluşturdu. Bir karıncayı ezmek ya da bir örümceği ateşe tutmak, bir kediyi bıçaklamaktan farklı sayılmazdı — sadece birinde “duygulanım” olmadığı varsayılıyordu.

Fakat 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bu görüş sarsılmaya başladı. Özellikle sineğin nörobilimi alanında yapılan deneyler, böceklerin sanıldığından daha karmaşık davranışlar sergilediğini gösterdi. 2003 yılında bugüne temel oluşturan bir Nature Neuroscience makalesinde, Drosophila’nın “noxious stimuli”ye (zararlı uyarana) karşı koşullanarak kaçınma davranışı gösterdiği bildirildi. Bu, öğrenme kapasitesiyle bağlantılı bir tepkiydi ve bazı bilim insanlarını şu soruya yöneltti: Eğer acı yalnızca uyarana refleks vermek değilse, bu kaçınma öğrenmesi neyin göstergesidir?

2014’te Queen’s Üniversitesi’nden Shelley Adamo gibi araştırmacılar, böceklerdeki nöropeptid sistemlerinin (insanlardaki endorfin benzeri moleküller) acı işleme sürecine benzer işlevler taşıyabileceğini ileri sürdü. Ardından, Nature Ecology & Evolution dergisinde yayımlanan 2020 tarihli bir makale, on ölçütlük bir çerçeve sundu: Bilinç, öğrenme, duyusal ayrım, eyleme karşılık gibi kıstaslar üzerinden omurgasız hayvanların “acıyı hissedip hissetmediğini” değerlendirmek mümkündü. Arılar, yengeçler, ahtapotlar ve hatta bazı sinek türleri bu ölçütlerin çoğunu karşılıyordu.

Son on yılda bu sorular yalnızca biyolojinin ya da etolojinin konusu olmaktan çıktı. Nöroetik, hayvan hakları felsefesi ve çevre politikaları gibi alanlarda da yankı buldu. Özellikle 2022 yılında Birleşik Krallık’ta kabul edilen ve bazı omurgasızların (ahtapot, yengeç, ıstakoz gibi) “duyarlı canlı” olarak yasal statü kazanmasına yol açan yasa, paradigmanın değişmekte olduğunu gösterdi.

Bugün hâlâ kimileri Bastin gibi düşünse de, bilim yavaş yavaş böceklerin “acıya benzer” deneyimlere sahip olabileceği ihtimalini ciddiye almaya başladı. Üstelik bu ihtimal, sadece entelektüel değil, etik bir yük de getiriyor: bir sineği ezmek artık yalnızca bir temizlik refleksi değil; bir varlığın potansiyel duyusuna kayıtsız kalma edimi.

Böcekler, acı ve sanattaki temsili

Çocukken karıncalara büyüteç tutmuş olan birini tanıyorsunuzdur. Belki o kişi sizdiniz. Güneş ışığını odaklayarak karıncanın kavruluşunu izlemek… Kulağa ürkütücü geliyor şimdi; fakat geçmişte bu gibi “oyunlar” ne yazık ki merak kisvesi altında meşrulaştırılırdı. Bunun bir nedeni, böceklerin canı olduğuna dair kültürel kabulün eksikliğidir. Böcek, yalnızca ürkütücü ya da iğrenç bir “şey”di. Acı çekmezdi. Öyle sanılırdı.

Sanat bu sessizliği uzun süre paylaştı. Ressamların, heykeltıraşların, hatta yazarların dahi acıyı insan üzerinden temsil etmeyi seçmesi; omurgasızların yok hükmünde sayılmasına katkıda bulundu. Ne de olsa böceğin çığlığı yoktu, gözyaşı yoktu, yas tutanı da yoktu. Ama bazen, bazı uç anlarda, bu “yokluğun” kendisi hikâyeye dönüşür.

1. M. Coetzee’nin Elizabeth Costello adlı romanında yaşlı bir kadın yazar, üniversite kürsüsünde acı üzerine konuşma yapar. Karşısındaki akademik çevre, hayvanların acısına dair sözlerini “duygusal” bulur. Ama o ısrar eder: “Hayvanlar acı çeker. Hissetmediğimizi düşünmek, bize özgürlük değil, yalnızca vicdani muafiyet sağlar.” Bu sahnede dinleyicilerin zihnindeki karıncalardan biri bile göz kırpmaz.

Benzer bir sorgulama, çağdaş görsel sanatlarda da yükseliyor. Danimarkalı sanatçı Rune Peitersen’in sinek kafesleriyle yaptığı işler, birbiriyle çarpışan iki düzlemi gösterir: Şeffaf bir camın arkasında debelenen böcekler ve o camın dışında bu debelenmeyi izleyen insanlar. Sanatçı, izleyicisini rahatsız etmeyi amaçlar. Sineklerin davranışı, bir noktada sadece deney değil, izlenme fikrine dair de bir metafora dönüşür. Ve o an gelir: Böcek, artık yalnızca “böcek” değildir.

Popüler kültürde ise böceğin acı çekme ihtimali daha çok korku ya da iğrençlik üzerinden temsil edilir. David Cronenberg’in The Fly (1986) filminde bir bilim insanının böceğe dönüşmesi, dehşetin ve fiziksel çöküşün simgesi olur. Ama alttan alta işlenen şey şudur: Bir türden diğerine geçişte acı yalnızca bedensel değildir; duyusal, ahlaki, hatta felsefîdir. Kendisini kaybeden bir insan, en çok ne zaman böcekleşir?

Bir başka çarpıcı anlatı ise Franz Kafka’nın Dönüşüm’üdür. Gregor Samsa’nın bir sabah dev bir böceğe dönüşmesi, edebiyatın en tanınmış metaforlarından biridir. Ama burada böceğin hisleri —Gregor’un yabancılaşması, dışlanması, utancı— gerçek bir “acı çekiş” biçimi olarak verilir. Okur, ilk kez bir böceğin gözünden utanmayı, acıyı ve terk edilmişliği deneyimler.

Bu örneklerin ortak noktası, böceğin acısını anlatmaktan çok, acı denen şeyin sınırlarını böceğin varlığı üzerinden zorlamalarıdır. Böcek, “acıya layık olmayan” bir figür olarak konumlandıkça, acının bizatihi kendisi de seçkinleşir, özelleşir, ayrıcalıklı bir statü kazanır. Sanki yalnızca bazı canlılar acıyı hak eder. Fakat gerçekte acının ahlaki ya da estetik değeri yoktur. Acı, var olur. Onu küçümsemek ya da görmezden gelmek, yalnızca başkalarının değil, kendi sınırlarımızın da haritasını daraltır.

Acıyı görmezden gelmek

Böceğin acısı, ne estetik üretim süreçlerinde ne de gündelik konuşmalarda “sorulmaya” değer bir mesele olarak anılır. Bunun nedeni yalnızca onun küçüklüğü ya da çirkinliği değil, bizim sınırlarımızdır. İnsan, acıyı tanıma konusunda seçicidir. Yüksek sesle ağlayanı görürüz, kendini kelimelerle tarif edeni anlarız, gözümüze baka baka acı çekenle empati kurarız. Peki, ya sessiz olan?

Shayla Love’ın aktardığı gibi, bilim bugün artık böceklerin acı hissedip hissetmediği konusunda kesin bir dille konuşamıyor. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, muhtemel bir bilinç benzeri durumdan, öğrenilmiş korku tepkilerinden, hatta travmaya benzer nörofizyolojik kalıcılıklardan söz ediyor. Eğer bir arı, daha önce canını acıtan bir nesneye yaklaşmaktan geri duruyorsa, burada yalnızca koşullanma değil, aynı zamanda bir “önsezi” devreye giriyor olabilir.

Asıl mesele burada başlıyor: Acı varsa, onu göz ardı etmek yalnızca yanlış bir varsayıma değil, aynı zamanda etik bir gaflete dayanıyor. Eğer bir karıncayı ezdiğinizde onun dünyasında bir şey yıkılıyorsa — evet, belki bir bilinç değil, ama bir sinyal, bir iz, bir bozulma — o hâlde bu eylemin “önemsizliği” artık sorgulanabilir.

Fakat insanlık tarihi, acıyı görmezden gelmede epey başarılı bir seyir izler. Bu başarı, çoğu zaman, acının kaynağını “öteki” olarak tanımlamakla başlar. Derisi farklı olan, dili başka olan, mezhebi yahut millet kimliği aykırı olan… ya da boyu küçük, sesi olmayan, türü farklı olan… Böcek, bu bağlamda, en uç örnektir. Çünkü ne dili anlaşılır ne de sesi tercüme edilebilir. Acı çekiyor olabilir, ama kendini acı içinde gösterecek hiçbir “retorik”e sahip değildir.

İşte tam da bu yüzden, onun acısı hakkında düşünmek bizi zorlar. Bizi hem bilimsel kesinlikten hem ahlaki rahatlıktan mahrum bırakır. Acının ölçülemediği, ama hissedildiği bir eşik açılır önümüzde. Bu eşikte durmak önemlidir. Çünkü karınca ile insan, sinek ile çocuk, arı ile emekçi arasında mutlak bir duvar örüldüğünde, o duvarın diğer tarafında da bir gün kendimizi bulmamız kaçınılmaz olur. Hissiz sayılanın acısını reddetmek, bir gün bizim acımızın da suskunlukla karşılanmasına neden olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

Murat Batmankaya
Murat Batmankaya
Ankara Üniversitesi, BYYO, Radyo Televizyon Bölümü'nden 1992'de mezun oldu. Kısa bir süre TRT'de çalıştı. Yönetmenliğini Ertem Göreç'in, yapımcılığını Behlül Dal'ın üstlendiği "Birinci Meclis" belgeselinde oynadı. Attilâ İlhan'ın "Cinayet Saati" adlı şiirini kısa metraj formatında sinemaya uyarladı. Sonrasında mesleki yaşamını Almanya'da sürdürdü. Pro7 ve RTL'de kameramanlıktan program yapımcılığına yükseldi. 1996-2000 arası Hürriyet ve Sabah'ta muhabirlik ve editörlük; 1 Numara Hearst grubu adına çıkardığı üç dergide de yayın yönetmenliği yaptı. Üç yıl Radikal Kitap'a "Geçmiş Zaman Tesellileri", 2 yıl da Aydınlık Kitap'a "Cümle Kapısı" üst başlığıyla denemeler yazdı. Halen Çizmeli Kedi Yayınları'nın sahibi...

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Bir ‘başka’ oluyor böceğin acısı

İnsanlık tarihi, acıyı görmezden gelmede epey başarılı bir seyir izler. Bu başarı, çoğu zaman, acının kaynağını “öteki” olarak tanımlamakla başlar. Derisi farklı olan, dili başka olan, mezhebi yahut millet kimliği aykırı olan... ya da boyu küçük, sesi olmayan, türü farklı olan... Böcek, bu bağlamda, en uç örnektir. Murat Batmankaya yazdı.

The New Yorker – Do Insects Feel Pain? (5 Ocak 2023)

Karşımızda inanılması güç bir gerçek var – birçok böcek psikolojisi öğrencisi, böceklerin acı hissetmediğini doğruluyor. Deneyler, örneğin başı kesilen yaban arılarının hâlâ çiçeklere konup beslenmeye çalıştığını gösteriyor. [Harold Bastin]

“Omurgasızlar acı çekmez” cümlesi, gündelik konuşmalarda sıkça yinelenen, ama üzerinde nadiren düşünülmüş bir kabuldür. Bir böceğin bacağını kopardığımızda seğirmesini “refleks” sayarız, antenlerini yolduğumuzda kıvranmasını “makine arızası”na benzetiriz. Ne de olsa “sinir sistemi yok” denmiştir bir kez; demek ki acı da yoktur.

Shayla Love’ın The New Yorker’daki çarpıcı yazısı, bu türden kabulleri sorgulamamıza neden olur. Bilim insanlarıyla yaptığı görüşmelerde şu soru etrafında dolaşır: “Canlı olmak, acı duymayı mı gerektirir? Yoksa acı, yalnızca karmaşık beyinlere özgü bir ayrıcalık mı?”

Yazının merkezinde, Drosophila melanogaster (meyve sineği) ve Apis mellifera (bal arısı) gibi türler yer alır. Bu canlıların beyin yapıları milimetrik ölçekte olabilir, ama davranış repertuarları şaşırtıcı ölçüde çeşitlidir. Acıya benzer tepkiler verirler; zarar gördüklerinde o zararın geldiği çevreden uzaklaşır, benzer koşullarda aynı durumdan kaçınırlar. Hatta bazı deneylerde, zarar gören bir arı, bal özütüne ulaşmak için acı verici bir yoldan geçmektense daha uzun ama ağrısız bir yolu tercih eder. Yani refleksler “hatırlar” gibidir. Zihinleri karmaşık olmasa da bir tür öğrenme ve kaçınma davranışı sergilerler. Bu da bilim insanlarını şu soruya götürür: “Acı yalnızca kelimelerle mi mümkündür? Yoksa dili olmayan bir canlı da acıdan uzak durmaya çalışarak bir tür ‘acıyı’ mı tanımlar?”

İşte bu noktada Love’ın yazısı felsefeyle bilimi buluşturur. Acının tanımını yalnızca fizyolojik değil, etik bir düzleme de taşır. Zira eğer böcekler acı çekiyorsa — ya da çekiyor olabilirlerse — o zaman bir sineği yakarak öldürmek, bir hamamböceğini ezerek susturmak ya da bir kelebek koleksiyonunu estetik bir nesne gibi sunmak, bambaşka anlamlar kazanır. Bu soruların kesin yanıtları olmayabilir; ama sorunun kendisi, bizim etik duyarlılığımızı, sınırlarımızı ve ‘acı’ kavramına yüklediğimiz anlamı yeniden düşünmemizi sağlar.

Böcekler basit makineler mi?

1927 yılında İngiliz doğa bilimci Harold Bastin, The Insect and its Life adlı kitabında böceklerin acıyı hissetmediğini öne sürerken, bu iddiasını dönemin baskın bilimsel paradigmasına dayandırıyordu: Böcekler refleksler aracılığıyla hareket eden “basit makineler”di. Ne düşünürlerdi, ne hissederlerdi; acı da dahil olmak üzere her türlü duyumsal deneyim, insan gibi karmaşık sinir sistemine sahip varlıklara özgüydü. Bastin’e göre bir böceğin kıvranışı, bizim “ıstırap” dediğimiz o içsel yıkımı değil, sadece otomatik bir bedensel tepkimeler zincirini ifade ediyordu.

Bu mekanik bakış, Descartes’ın hayvanları “duyumsayan, ama acı çekmeyen otomatlar” olarak gören felsefî mirasının izlerini taşır. Bu düşünce hattı, yıllar boyunca böcekleri —ve genel olarak omurgasızları— hissizleştiren, onları etik dışı muameleye açık hale getiren bir çerçeve oluşturdu. Bir karıncayı ezmek ya da bir örümceği ateşe tutmak, bir kediyi bıçaklamaktan farklı sayılmazdı — sadece birinde “duygulanım” olmadığı varsayılıyordu.

Fakat 20. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, bu görüş sarsılmaya başladı. Özellikle sineğin nörobilimi alanında yapılan deneyler, böceklerin sanıldığından daha karmaşık davranışlar sergilediğini gösterdi. 2003 yılında bugüne temel oluşturan bir Nature Neuroscience makalesinde, Drosophila’nın “noxious stimuli”ye (zararlı uyarana) karşı koşullanarak kaçınma davranışı gösterdiği bildirildi. Bu, öğrenme kapasitesiyle bağlantılı bir tepkiydi ve bazı bilim insanlarını şu soruya yöneltti: Eğer acı yalnızca uyarana refleks vermek değilse, bu kaçınma öğrenmesi neyin göstergesidir?

2014’te Queen’s Üniversitesi’nden Shelley Adamo gibi araştırmacılar, böceklerdeki nöropeptid sistemlerinin (insanlardaki endorfin benzeri moleküller) acı işleme sürecine benzer işlevler taşıyabileceğini ileri sürdü. Ardından, Nature Ecology & Evolution dergisinde yayımlanan 2020 tarihli bir makale, on ölçütlük bir çerçeve sundu: Bilinç, öğrenme, duyusal ayrım, eyleme karşılık gibi kıstaslar üzerinden omurgasız hayvanların “acıyı hissedip hissetmediğini” değerlendirmek mümkündü. Arılar, yengeçler, ahtapotlar ve hatta bazı sinek türleri bu ölçütlerin çoğunu karşılıyordu.

Son on yılda bu sorular yalnızca biyolojinin ya da etolojinin konusu olmaktan çıktı. Nöroetik, hayvan hakları felsefesi ve çevre politikaları gibi alanlarda da yankı buldu. Özellikle 2022 yılında Birleşik Krallık’ta kabul edilen ve bazı omurgasızların (ahtapot, yengeç, ıstakoz gibi) “duyarlı canlı” olarak yasal statü kazanmasına yol açan yasa, paradigmanın değişmekte olduğunu gösterdi.

Bugün hâlâ kimileri Bastin gibi düşünse de, bilim yavaş yavaş böceklerin “acıya benzer” deneyimlere sahip olabileceği ihtimalini ciddiye almaya başladı. Üstelik bu ihtimal, sadece entelektüel değil, etik bir yük de getiriyor: bir sineği ezmek artık yalnızca bir temizlik refleksi değil; bir varlığın potansiyel duyusuna kayıtsız kalma edimi.

Böcekler, acı ve sanattaki temsili

Çocukken karıncalara büyüteç tutmuş olan birini tanıyorsunuzdur. Belki o kişi sizdiniz. Güneş ışığını odaklayarak karıncanın kavruluşunu izlemek… Kulağa ürkütücü geliyor şimdi; fakat geçmişte bu gibi “oyunlar” ne yazık ki merak kisvesi altında meşrulaştırılırdı. Bunun bir nedeni, böceklerin canı olduğuna dair kültürel kabulün eksikliğidir. Böcek, yalnızca ürkütücü ya da iğrenç bir “şey”di. Acı çekmezdi. Öyle sanılırdı.

Sanat bu sessizliği uzun süre paylaştı. Ressamların, heykeltıraşların, hatta yazarların dahi acıyı insan üzerinden temsil etmeyi seçmesi; omurgasızların yok hükmünde sayılmasına katkıda bulundu. Ne de olsa böceğin çığlığı yoktu, gözyaşı yoktu, yas tutanı da yoktu. Ama bazen, bazı uç anlarda, bu “yokluğun” kendisi hikâyeye dönüşür.

1. M. Coetzee’nin Elizabeth Costello adlı romanında yaşlı bir kadın yazar, üniversite kürsüsünde acı üzerine konuşma yapar. Karşısındaki akademik çevre, hayvanların acısına dair sözlerini “duygusal” bulur. Ama o ısrar eder: “Hayvanlar acı çeker. Hissetmediğimizi düşünmek, bize özgürlük değil, yalnızca vicdani muafiyet sağlar.” Bu sahnede dinleyicilerin zihnindeki karıncalardan biri bile göz kırpmaz.

Benzer bir sorgulama, çağdaş görsel sanatlarda da yükseliyor. Danimarkalı sanatçı Rune Peitersen’in sinek kafesleriyle yaptığı işler, birbiriyle çarpışan iki düzlemi gösterir: Şeffaf bir camın arkasında debelenen böcekler ve o camın dışında bu debelenmeyi izleyen insanlar. Sanatçı, izleyicisini rahatsız etmeyi amaçlar. Sineklerin davranışı, bir noktada sadece deney değil, izlenme fikrine dair de bir metafora dönüşür. Ve o an gelir: Böcek, artık yalnızca “böcek” değildir.

Popüler kültürde ise böceğin acı çekme ihtimali daha çok korku ya da iğrençlik üzerinden temsil edilir. David Cronenberg’in The Fly (1986) filminde bir bilim insanının böceğe dönüşmesi, dehşetin ve fiziksel çöküşün simgesi olur. Ama alttan alta işlenen şey şudur: Bir türden diğerine geçişte acı yalnızca bedensel değildir; duyusal, ahlaki, hatta felsefîdir. Kendisini kaybeden bir insan, en çok ne zaman böcekleşir?

Bir başka çarpıcı anlatı ise Franz Kafka’nın Dönüşüm’üdür. Gregor Samsa’nın bir sabah dev bir böceğe dönüşmesi, edebiyatın en tanınmış metaforlarından biridir. Ama burada böceğin hisleri —Gregor’un yabancılaşması, dışlanması, utancı— gerçek bir “acı çekiş” biçimi olarak verilir. Okur, ilk kez bir böceğin gözünden utanmayı, acıyı ve terk edilmişliği deneyimler.

Bu örneklerin ortak noktası, böceğin acısını anlatmaktan çok, acı denen şeyin sınırlarını böceğin varlığı üzerinden zorlamalarıdır. Böcek, “acıya layık olmayan” bir figür olarak konumlandıkça, acının bizatihi kendisi de seçkinleşir, özelleşir, ayrıcalıklı bir statü kazanır. Sanki yalnızca bazı canlılar acıyı hak eder. Fakat gerçekte acının ahlaki ya da estetik değeri yoktur. Acı, var olur. Onu küçümsemek ya da görmezden gelmek, yalnızca başkalarının değil, kendi sınırlarımızın da haritasını daraltır.

Acıyı görmezden gelmek

Böceğin acısı, ne estetik üretim süreçlerinde ne de gündelik konuşmalarda “sorulmaya” değer bir mesele olarak anılır. Bunun nedeni yalnızca onun küçüklüğü ya da çirkinliği değil, bizim sınırlarımızdır. İnsan, acıyı tanıma konusunda seçicidir. Yüksek sesle ağlayanı görürüz, kendini kelimelerle tarif edeni anlarız, gözümüze baka baka acı çekenle empati kurarız. Peki, ya sessiz olan?

Shayla Love’ın aktardığı gibi, bilim bugün artık böceklerin acı hissedip hissetmediği konusunda kesin bir dille konuşamıyor. Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, muhtemel bir bilinç benzeri durumdan, öğrenilmiş korku tepkilerinden, hatta travmaya benzer nörofizyolojik kalıcılıklardan söz ediyor. Eğer bir arı, daha önce canını acıtan bir nesneye yaklaşmaktan geri duruyorsa, burada yalnızca koşullanma değil, aynı zamanda bir “önsezi” devreye giriyor olabilir.

Asıl mesele burada başlıyor: Acı varsa, onu göz ardı etmek yalnızca yanlış bir varsayıma değil, aynı zamanda etik bir gaflete dayanıyor. Eğer bir karıncayı ezdiğinizde onun dünyasında bir şey yıkılıyorsa — evet, belki bir bilinç değil, ama bir sinyal, bir iz, bir bozulma — o hâlde bu eylemin “önemsizliği” artık sorgulanabilir.

Fakat insanlık tarihi, acıyı görmezden gelmede epey başarılı bir seyir izler. Bu başarı, çoğu zaman, acının kaynağını “öteki” olarak tanımlamakla başlar. Derisi farklı olan, dili başka olan, mezhebi yahut millet kimliği aykırı olan… ya da boyu küçük, sesi olmayan, türü farklı olan… Böcek, bu bağlamda, en uç örnektir. Çünkü ne dili anlaşılır ne de sesi tercüme edilebilir. Acı çekiyor olabilir, ama kendini acı içinde gösterecek hiçbir “retorik”e sahip değildir.

İşte tam da bu yüzden, onun acısı hakkında düşünmek bizi zorlar. Bizi hem bilimsel kesinlikten hem ahlaki rahatlıktan mahrum bırakır. Acının ölçülemediği, ama hissedildiği bir eşik açılır önümüzde. Bu eşikte durmak önemlidir. Çünkü karınca ile insan, sinek ile çocuk, arı ile emekçi arasında mutlak bir duvar örüldüğünde, o duvarın diğer tarafında da bir gün kendimizi bulmamız kaçınılmaz olur. Hissiz sayılanın acısını reddetmek, bir gün bizim acımızın da suskunlukla karşılanmasına neden olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 25 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

Murat Batmankaya
Murat Batmankaya
Ankara Üniversitesi, BYYO, Radyo Televizyon Bölümü'nden 1992'de mezun oldu. Kısa bir süre TRT'de çalıştı. Yönetmenliğini Ertem Göreç'in, yapımcılığını Behlül Dal'ın üstlendiği "Birinci Meclis" belgeselinde oynadı. Attilâ İlhan'ın "Cinayet Saati" adlı şiirini kısa metraj formatında sinemaya uyarladı. Sonrasında mesleki yaşamını Almanya'da sürdürdü. Pro7 ve RTL'de kameramanlıktan program yapımcılığına yükseldi. 1996-2000 arası Hürriyet ve Sabah'ta muhabirlik ve editörlük; 1 Numara Hearst grubu adına çıkardığı üç dergide de yayın yönetmenliği yaptı. Üç yıl Radikal Kitap'a "Geçmiş Zaman Tesellileri", 2 yıl da Aydınlık Kitap'a "Cümle Kapısı" üst başlığıyla denemeler yazdı. Halen Çizmeli Kedi Yayınları'nın sahibi...

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x