Yaşamsal bir kaynak olan su, dünya genelinde çeşitli gruplar tarafından giderek daha fazla silah olarak kullanılıyor. Özellikle iklim krizinin yoğun olarak yaşandığı yerlerde bu eğilim daha yaygın. Gambiya Ulusal Meclisi Çoğunluk Lideri Vekili Abdoulie Ceesay, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, suyun neden ulusal güvenlik meselesi olarak ele alınması gerektiğini örneklerle anlatıyor.
Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri paylaşıyoruz:
“Su uzun zamandır bir savaş aracıydı, ancak son yıllarda dünya karanlık bir hidroterörizm çağına girdi. Yemen’den Ukrayna’ya dünyanın dört bir yanında bu kritik kaynak giderek daha fazla kontrol aracı olarak kullanılıyor. Pasifik Enstitüsü’ne göre yalnızca 2023 yılında suyla bağlantılı şiddet vakaları yüzde 50’den fazla arttı. Buna rağmen uluslararası kurumlar suyu hâlâ uluslararası güvenlik açısından bir güvenlik meselesi değil, hâlâ kalkınma ya da çevre meselesi olarak ele alıyor.
Birleşmiş Milletler Su Sözleşmesi ve Entegre Su Kaynakları Yönetimi yaklaşımı gibi iyi hava koşullarına uygun çerçeveler, yaklaşan fırtınalara dayanamayacak. İklim şokları yoğunlaştıkça, bu tehdidi görmezden gelmek ihmalden başka bir şey olmuyor. İklim kaynaklı su stresi, özellikle yozlaşmış veya işlevsiz hükümetlerin yarattığı boşlukta çaresizliğe yol açıyor. Aşırılık yanlısı gruplar ise bu boşluğu doldurarak çarpık bir düzen duygusu yaratıyor.
Söz konusu sorun, özellikle IŞİD ve El Kaide bağlantılı grupların su kıtlığını güç elde etmek için kullandığı Sahel’de gün yüzüne çıkıyor. Mali kaynakları yetersiz olan yönetimlerin terk ettiği bölgelerde bu gruplar çaresiz topluluklara su ve kaynak sağlıyor, inanç ile hayatta kalma arasında tedirgin edici bir sentez yoluyla yeni üyeler kazanıyor.
Sahel’de bulunan memleketim Gambiya’da, iklim değişikliğinden kaynaklanan tuzluluk artışı iç kesimlere doğru yayılıyor. Bunun sonucunda ülkedeki pirinç tarlalarının neredeyse üçte biri 10 yıl içinde kullanılamaz hale gelebilir. Komşu Senegal’de ise yağış miktarı genel olarak azalırken, su talebinin 2035 yılına kadar yüzde 60’a ulaşması bekleniyor.
Gerilimler şimdiden hızla artıyor. Gambiya’nın 2,6 milyonluk nüfusunun dörtte birinden fazlası güvenli içme suyuna erişemiyor. Mevsimsel su kıtlığı iç göçü tetikliyor ve Banjul gibi şehirleri zorluyor. Son beş yılda, Orta Sahel’de çiftçiler ve çobanlar arasında azalan su kaynakları ve otlaklar yüzünden 450 çatışma yaşandı. Güçlü dini hoşgörü geleneği, Gambiya’nın aşırılığın cazibesine direnmesine yardımcı olsa da artan genç işsizliği ve iklim stresi, radikalleşme riskini artırıyor.”
Yazar, Sahel genelinde bu durumun norm haline geldiğini belirtiyor: “Son araştırmalar, Afrika’da su kaynaklı çatışmalarının son 20 yılda arttığını ve su kıtlığının Sahel’deki şiddetli çatışmalarla bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Aşırılık yanlıları devlet otoritesinin çöktüğü Mali, Nijer ve Burkina Faso’ya yayılıyor. Bu ülkelerin hemen batısında yer alan Gambiya da, acil bir bölgesel işbirliği olmadığı takdirde, ayaklanmaların kurbanı olabilir.
Geçmişte bölgesel hükümetler bu sorunu çözmek için birlikte çalıştılar. 1970’ler ve 1980’lerde yaşanan aşırı kuraklık, Gambiya ve Senegal arasında nehir havzaları ve ortak tarım yönetimi gibi alanlarda entegrasyonu teşvik etmeyi amaçlayan cesur ama kısa ömürlü siyasi birlik olan Senegambiya Konfederasyonu’nun kurulmasına zemin hazırladı. Konfederasyon, siyasi güvensizlik ve ülkelerin ordularını ve ekonomilerini entegre edememeleri nedeniyle 1989’da dağıldı. Ancak politika yapıcıların bugün hatırlaması gereken bir gerçeği de ortaya çıkardı: Su, sınır tanımaz.
Uluslararası toplum ne yapmalı?
Sorun tam da burada yatıyor. Küresel ölçekte tatlı suyun neredeyse üçte ikisi ulusal sınırların ötesine aksa da dünya hâlâ onu yönetecek modern bir küresel çerçeveden yoksun. Günümüzdeki su paylaşım anlaşmalarının çoğu iki taraflı, güncelliğini yitirmiş ve ilişkiler bozulduğunda kolayca terk edilebilir nitelikte. (…)
İşte bu nedenle dünyanın yeni, etkili uluslararası sınır ötesi su anlaşmalarına ihtiyacı var. Afrika Birliği, Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlar, çatışma koşullarında dahi asgari düzeyde işbirliği sağlamak için gerilimi azaltma, bağlayıcı tahkim ve gerçek zamanlı veri paylaşımı hükümleri içeren uygulanabilir anlaşmaların hayata geçirilmesine ön ayak olmalı. Anlaşmalar, erken uyarı sistemleri aracılığıyla su kıtlığını tahmin etmek ve yönetmek için uydu izleme ve yapay zekâ destekli tahmin teknolojilerinin kullanımını da zorunlu kılmalıdır ki bu sayede çaresizlik şiddete dönüşmeden önce önleyici tedbirler alınabilsin.
Politika yapıcılar hidroterörizmin temel nedenlerini ele almadıkça, yani iklim kaynaklı su kıtlığı, devletlerin yetersizliği ve kamu güveninin aşınması gibi sorunları çözmedikçe, böylesi uluslararası bir çözümün başarı şansı da olmayacaktır. Sivil toplum kuruluşları ve uluslararası toplum, kamu hizmetlerini sunmak ve toplumsal dayanıklılığı içeriden inşa etmek için güçlerini birleştirmelidir. Bu, kalıcı değişimi tabandan sağlamak için geleneksel siyasi ve diplomatik stratejilerin ötesine bakmak anlamına geliyor.
Batı Afrika genelinde sivil toplum kuruluşları, iklim eylemlerini hayata geçirecek zemini hazırlıyor. Faith for Our Planet (FFOP) gibi kuruluşlar, dinin iklim eylemi için bir araç olmasını sağlıyor. Dünya İslam Birliği Başkanı Muhammed bin Abdul Kerim El-İsa tarafından kurulan FFOP, dini liderlere iklim bilimini manevi öğretilerle ilişkilendirmeleri yönünde eğitim veriyor. (…)
Diğer taban hareketleri de anlamlı ilerlemeler kaydediyor. Örneğin Nijerya’da, Search for Common Ground gibi kuruluşlar, Boko Haram’dan etkilenen bölgelerde suyla ilgili anlaşmazlıkları çözmek için yerel arabulucuları eğitiyor. Mali’de ise topluluk diyalogları, kuraklık çeken bölgelerde sulamaya erişim konusundaki gerginliği başarıyla yatıştırmış durumda.
Bu girişimlerin etkisi, yerel topluluklara kök salmış olmaları nedeniyle, uluslararası misyonların etkisini çoğu zaman aşıyor. Tarih, sürekli taban baskısının işe yaradığını gösteriyor. Örneğin, Stop Ecocide International gibi sivil toplum kuruluşlarının savunuculuğu sayesinde Uluslararası Ceza Mahkemesi, ekolojik soykırımı beşinci temel suç olarak tanımanın eşiğinde. Bu, Avrupa vatandaşlarının hükümetlerini çevresel başarısızlıklardan yasal olarak sorumlu tutmaya başlamasıyla birlikte, iklim adaleti konusundaki son kazanımlar üzerine atılmış bir adım.
Nihayetinde uluslararası toplum, suyun silah olarak kullanılmasını uluslararası hukuka göre açıkça suç sayarak kararlı bir adım atmalıdır. Bu kaynağın sivillere zarar vermek veya ülkeleri zorlamak için kullanılmasının, yaptırımlar, kovuşturmalar ve tazminatlar da dahil olmak üzere gerçek sonuçları olmalıdır.
Dünya genelinde 1,8 milyar insan, mutlak su kıtlığının olduğu bölgelerde yaşıyor; bu da yılda 500 metreküpten az suya erişebildikleri anlamına geliyor. Çoğu, aşırılığın pençesine düşmekten bir kriz kadar uzakta. Bu gerçekle başa çıkmak muhtemelen onlarca yıl sürecek ve sayısız kuruluş ve hükümetin ortak çabalarını gerektirecek.
Şayet uluslararası toplum, sınır ötesi suların yönetimi için uygulanabilir yasal standartlar, iklime dayanıklı altyapı ve topluluk katılımını temel alan modern bir çerçeve geliştirirse, gidişatı değiştirebilir. İşte o zaman insanlar suyu bir savaş silahı değil, kritik bir yaşam kaynağı olarak geri kazanabilecektir.”
Bu yazı ilk kez 23 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.
