Birleşmiş Milletler İklim Sözleşmesi’ne göre, bu yüzyılın sonuna kadar küresel ısınmayı kontrol altına alamazsak, son yıllarda çokça karşılaştığımız orman yangınları, sel, fırtına gibi doğal afetlerin önü alınamayacak. İnsanlığın geleceği tehlikeye girecek. Paris İklim Sözleşmesi bu amaca yönelik olarak ülkeleri önlem almaya davet ediyor ve karbon salımını azaltmak için bağlayıcı kurallar getirmelerini talep ediyor.
Küresel ısınmayı kontrol altına almak için, yeryüzündeki ortalama sıcaklığın, Sanayi Devrimi öncesine göre en fazla 2°C artışla sınırlandırması gerekiyor. Bu amacı karşılamaya yönelik olarak Avrupa Birliği, sera gazı salımını, 2030’a kadar %55 oranında azaltmayı; 2050’de ise, tüm emisyonu sıfıra indirmeyi hedefliyor.
2°C artışı aşmamak için, sanayi, ulaşım, enerji sektörleri gibi karbon salımında göze batan kesimlere özel kısıtlamalar geliyor. Enerji sektörü, karbon kaynaklı üretimi sonlandırıyor; kömürden çıkış senaryoları hazırlıyor. Ulaşım sektörü, benzin ve mazotlu araçlar yerine elektrikli araçlara, uçak yerine tren, otomobil yerine toplu ulaşıma yöneliyor. Kentliler, araç kullanmak yerine, yürümeye, bisikletle ulaşıma yönlendiriliyor. Sanayi sektörü, yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneliyor; atıkları azaltmaya gayret ediyor.
Bu kuralları uygulamakta kararlı görünen Avrupa Birliği, kurallara uymayan kurumlardan ek vergiler alıyor. Bu amacı yalnızca Avrupa Birliği sanayicileri değil; Avrupa Birliği’ne ihracat yapan bütün ülkelerin sanayicileri de benimsemek zorunda kalacaklar. Çünkü 2023’ten itibaren, Avrupa Birliği tarafından ithal edilen malların da karbon ayak izi vergilendirilecek. Dolayısıyla, Avrupa Birliği ile iş yapmak isteyen herkes ya bu önlemleri hayata geçirecek ya da ek vergiler yüzünden rekabet gücünü yitirecek.
Karbonun %40’ı binalardan
Bütün bu gelişmeler ışığında, karbon salımının yaklaşık %40’ından sorumlu olan inşaat sektörünün de üzerine düşenleri yapması kaçınılmaz. Yalnızca yeni yapılacak binalar değil, mevcut yapı stokunun da bu ilkeler ışığında yeniden gözden geçirilmesi gerekecek. Mevcut yapı stoku denince genelde yalnızca konutlar akla geliyor. Ancak karbon ayak izini en aza indirmek isteyen sanayi tesisleri, işletmeler, oteller, alışveriş merkezleri gibi kurumlar da çalıştıkları binaları bu açıdan ele almak ve yenilemek durumunda kalacaklar.
Son yıllarda çokça duyduğumuz, “çevreci” binalar, “sürdürülebilir” binalar, “yeşil” binalar (nasıl adlandırmak isterseniz) gerek artan doğal afetler dolayısıyla gerekse içinde bulunduğumuz salgın döneminde gitgide önem kazandı.
Bazen yalnızca enerji tasarrufu, bazen yenilenebilir enerji, bazen sağlıklı malzemeler yönüyle ele alınan ve oldukça karmaşık bilgilerle tanımlanan çevreci binaların tanıtımında ve sınıflandırılmasında ABD kaynaklı LEED, Britanya kaynaklı BREEAM ve Türkiye’deki BEST “yeşil bina” belgeleri önemli rol oynadılar.
Bugün geldiğimiz noktada, Avrupa Birliği’nin “Yeşil Uzlaşma” (Green Deal) hedefindeki 2050’de “sıfır” sera gazı hedefi, bu belgelerin gerekliliklerinin yanı sıra, binaların karbon ayak izinin de ölçülmesinin önemini ortaya koyuyor. Karbon ayak izini ölçmek üzere, özellikle üretim ve taşıma sırasında çevreye zararı yüksek olan çimento, demir, alüminyum, ısıtma-soğutma cihazları gibi öğelerin,
- üretimde,
- inşaat sırasında,
- işletme aşamasında,
- binanın ömrünü tamamlamasından sonraki dönüşümünde oluşacak karbon salımı hesaplanıyor.
Ancak, bütün bu belgeler ve ölçümlerin altındaki ortak gerçekliği özetlersek: “Çevreci” bina, her şeyden önce ve temelde “akılcı” tasarlanmış binadır.
Akılcı mimarlık
“Akılcı mimarlık”ı da, öncelikle bina ile doğanın uyumunun tasarlanması, doğaya ve insana zarar vermeyecek şekilde uygulama olarak tanımlamak mümkün.
Örneğin insan sağlığına zararlı, teneffüs edildiğinde zehirli malzemelerden kaçınılmalı. Yalnızca kullanımda değil, malzemelerin üretimleri sırasında da doğaya zarar vermedikleri belgelenmeli. Üretimdeki atıkların çevreye zararı, kullanılan enerjinin karbon bazlı olmaması, hammadde ve bitmiş ürünün ne kadar fosil yakıt tüketerek ne kadar uzaktan taşındığı da aynı derecede önemli.
Ayrıca, binanın atıklarını azaltmak, hatta yeniden kullanmak hedeflenmeli. İnşaat sırasında çıkan moloz ve malzeme artıklarının mümkün olduğu kadar yeniden kullanılmasına gayret edilmeli.
Aslında, mevcutta bir bina varsa, öncelikle mevcudu yıkmadan, yeniden işlevlendirmek düşünülmeli.
Doğayla çatışmayan yapılar
İkinci aşamada, doğayla çatışmaya girmekten kaçınmak gerekiyor. Güneşin ve rüzgârın olumlu etkilerini kullanma, olumsuz etkilerden de kaçınma, doğal aydınlatmadan yararlanma gibi, atalarımızın benimsediği doğal yapım mantığı öne çıkıyor.
“Yeşil” binalar, bol günışığı ve doğal havalandırma alacak şekilde tasarlanıyor. Soğuk iklimlerde rüzgârın soğuk etkisinden kaçınırken, sıcak iklimlerde serinletici etki binanın içine alınabiliyor. Örneğin, sıcak iklimlerde, avlulu binalar, rüzgâra açık ama batı güneşine kapalı cepheler, balkonlar tasarlanırken; soğuk iklimlerde, binaları rüzgâra kapalı ama güneş ışığını mümkün olduğunca uzun süre alacak biçimde konumlandırmak gerekiyor. Binaların, dere yatakları veya çukur alanlar gibi su toplanma noktalarından uzağa yerleştirilmesi de su taşkınlarına karşı önemli.
Yüzyıllardan beri yapı ustaları tarafından uygulanan bu önlemler nedense son elli yılda dikkate alınmaz olmuştu. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız doğal afetler, bu pratik önlemleri yeniden gündeme oturttu.
Tasarruflu binalar
Üçüncü aşamada, tasarruf etmek önemli. Enerji tasarrufu için ilk akla gelen ısı yalıtımı uygulamaları.
Ancak binayı yalıtırken herhangi bir şekilde yalıtmış olmayı değil; mümkünse hiç ısıtma ihtiyacı olmayacak şekilde yalıtmayı hedeflemek; yani “süper yalıtımlı” binalar yapmak amaçlanmalı.
Isı geri kazanımlı cihazlar, sayaçlı otomasyon sistemleri, günışığına duyarlı aydınlatma armatürleri ve gölgelikler, su tasarruflu rezervuar ve musluklar gibi teknolojik olanaklar da sıkça kullanılan unsurlar.
Isı yalıtımı, tasarruflu su ve aydınlatma gereçleri gibi örnekler, yeni yapılarla günlük yaşamımıza girmekle birlikte, mevcut yapı stokunda ne yazık ki yeteri kadar yerini bulmadı.
“Sıfır karbon” yapılar
Son aşamada ise binanın kendi kendisine yetmesi için enerjisini de kendisinin üretmesi düşünülebilir. İşletme maliyetini azaltmaya yönelik olarak, atık suyun geri kazanımı, güneş panelleri, rüzgâr türbinleri Türkiye’de henüz maliyet engelini aşamadı. İlk yatırım maliyetinin yüksek olması, yatırımcıları bu tür sürdürülebilir enerji yatırımlarından alıkoyuyor.
Avrupa Birliği’nin “yeşil uzlaşma” (green deal) hedefleri uyarınca 2050’ye kadar sıfır karbon hedefi, yalnızca Avrupa’ya yönelik değil. Avrupa ile iş ilişkisi bulunan bütün kurumları içeriyor. 2023 yılından itibaren, Avrupa Birliği’ne gönderilen mallar karbon ayakizi üzerinden kontrol edilecek ve uygun olmayan ürünler ek vergilere tabi olacak. Bu önlemlerin giderek daha sıkılaştırılacağı ve Avrupa Birliği ile iş yapan her kurumdan çevresel yönetişim ilkelerini benimsemesinin bekleneceği tahmin edilebilir. Yalnızca Türkiye’de değil, küresel çapta da maddi kazanç uğruna, bu değerler göz ardı edilebiliyor. Bunu önlemek için, Avrupa Topluluğu kendi içinde talep ettiği çevre kurallarını, iş ortaklarından da bekliyor.
Gerek yasal koşullara uyum sağlamak gerekse toplumun çevre bilinciyle giderek artan baskısını karşılamak bakımından, küresel gayrimenkul yatırımcıları, “0 karbon” ve sürdürülebilirlik hedeflerini art arda açıklıyorlar. Örneğin ABD’de 11 büyük bina yatırımcısının Ekim 2020’de başlattığı 2050’ye kadar “sıfır karbon” taahhüdüne, bir yıl içinde 14 firma daha katılarak; bu harekete toplam 397 milyar dolar değerinde 80 milyon m² bina dahil oldu.
Mevcut yapılarda yeşil dönüşüm
Devletin “yeşil” yatırımlarla ilgili bir destek politikasının bulunmaması, mevcut yapıların dönüşümünde en büyük engeli oluşturuyor. Oysa, Avrupa Birliği’nde bu tür yatırımlar, ucuz krediler ve hibelerle destekleniyor.
Örneğin, “yeşil uzlaşma” konusunu en ciddiye alan ülkelerden biri olan Almanya’da yapılan yatırımlarda önemli hibe ve kredi destekleri sağlanıyor. Temiz enerji ve yalıtım yatırımlarının önemli bir kısmı, devlet tarafından karşılanabiliyor.
Geçtiğimiz günlerde Paris İklim Anlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte, ülkemizde de kapsamlı bir “yeşil dönüşüm” politikası oluşturulması gerekiyor. Daha göz önünde ve acil çözüm gerektiren kömürden ve doğal gazdan çıkış senaryoları, ulaşımda elektrikli araçlara geçiş adımlarının yanı sıra, mevcut ve yeni yapılacak binalar için “sıfır karbon” hedefinin de gündeme alınması önem taşıyor. Bu adımlar, hem küresel hedefleri yakalamaya ve bilimsel gündemi izlemeye olanak tanıyacak, hem de Türkiye ekonomisini yeşil yatırımlara yönlendirerek yeni bir üretim potansiyeli oluşturacak.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 15 Aralık 2021’de yayımlanmıştır.