COVID-19 pandemisi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi küresel ekonomi üzerinde şok etkisi yaratan olayların üst üste gelmesiyle dünya genelinde enflasyon daha önce görülmemiş düzeylere ulaştı, tedarik zincirlerinde ciddi aksamalar meydana geldi ve bu gelişmeler artan faiz oranları ile birleşince dünya genelinde yeni bir ekonomik resesyon riskini, yani ekonomide durgunluğu beraberinde getirdi. Ancak Amerikalı iş insanı ve ekonomist Mohamed A. El-Erian, bunun yalnızca bir resesyon ile sınırlı kalmayacağını ve küresel ekonominin işleyişini ciddi bir şekilde değiştirecek uzun vadeli yapısal bir değişimin parçası olduğunu düşünüyor.
Cambridge Üniversitesi Queens’ College’ın Başkanlığını yürüten ve Allianz ve Gramercy Funds Management firmaları için danışmanlık yapan Mohamed A. El-Erian tarafından Foreign Affairs dergisi için kaleme alınan makalede geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen olaylar ışığında küresel ekonomide gerçekleşecek değişimler ve bu değişimlerin etkisi ele alınıyor. Yazının öne çıkan bazı bölümlerini paylaşıyoruz:
“Enflasyon son on yılların en yüksek seviyesine çıktı ve jeopolitik gerilimler, tedarik zincirindeki aksamalar ve yüksek faiz oranları küresel ekonomiyi resesyona sürüklenme tehlikesi ile karşı karşıya getiriyor.
Ancak dünya, ekonomi çarkının bir kez daha dönmesinden ziyade, mevcut iş döngüsünün ötesine geçecek büyük yapısal ve uzun vadeli değişimler yaşıyor olabilir. Özellikle üç yeni trend böyle bir dönüşüme işaret ediyor ve bu trendlerin önümüzdeki birkaç yıl içinde ekonominin şekillenmesinde önemli bir rol oynaması muhtemel: önümüzdeki yıllarda ekonomik büyümenin önünde bir engel teşkil edecek yetersiz talepten yetersiz arz dönemine geçiş, merkez bankalarının sağladığı sınırsız likiditenin sonu ve finansal piyasaların giderek artan kırılganlığı.
Bu değişimler son birkaç yılda yaşanan olağandışı ekonomik gelişmelerin büyük bir kısmını anlamamıza yardımcı oluyor ve bu şoklar daha sık ve daha şiddetli hale geldikçe gelecekte daha da fazla belirsizliğe yol açmaları muhtemel. Bu değişimler bireyleri, şirketleri ve devletleri ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan etkileyecektir. Analistler söz konusu trendlerin bir sonraki iş döngüsünden daha uzun ömürlü olabileceğini kavrayana kadar bu trendlerin sebep olduğu ekonomik zorluklar yarattıkları fırsatlardan önemli ölçüde daha ağır basacak gibi görünüyor.
Her şey alt üst oldu
Resesyonlar ve enflasyon gelip geçicidir, ancak son birkaç yıl, hayal bile edilemeyecek bir dizi küresel ekonomik ve finansal gelişmeye sahne oldu. Bir zamanlar serbest ticaretin en güçlü müdafisi olan ABD, gelişmiş ekonomiler arasında en korumacı ülke haline geldi. Birleşik Krallık, talihsiz bir mini bütçe tasarısının para birimini zayıflatması, tahvil getirilerini uçurması, ülkenin derecelendirme kuruluşları tarafından “negatif izleme” sürecine alınmasına neden olması ve Başbakan Liz Truss’u istifa etmek zorunda bırakmasının ardından bir anda gelişmekte olan zor durumdaki bir ülkeye ülkeyi andırmaya başladı. Küresel tahvillerin üçte birinden fazlasının faiz oranlarının, alacaklıların borçlulara ödeme yaptığı anormal bir durum yaratarak negatife düşmesiyle borçlanma maliyetleri önemli ölçüde arttı. Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı G20’yi felç etti ve kurumun daha önce kademeli olarak gerçekleşen zayıflamasını hızlandırdı. Bazı Batılı ülkeler, Moskova’yı cezalandırmak amacıyla küresel ekonominin bel kemiği olan uluslararası ödemeler sistemini silah olarak kullandılar.
Meydana gelen bu düşük olasılıklı olaylar listesine Çin’in Şi Cinping (Xi Jinping) yönetiminde hızla yeniden merkezileşmesi ve ABD’den ayrışması, dünya genelinde otokrasilerin güçlenmesi ve birçok liberal demokrasinin kutuplaşması ve hatta parçalanması da eklenebilir. İklim değişikliği, demografik değişimler ve ekonomik gücün kademeli olarak batıdan doğuya kayması nispeten öngörülebilir olaylardı ancak yine de küresel ekonomik ortamı daha da karmaşık hale getirdi. Birçok analist her bir ani gelişme için ısmarlama açıklamalara başvurmayı tercih etti.
Ancak, hızla gelişen ekonomik ve mali olayların arasında hızlı, kapsayıcı ve sürdürülebilir büyümenin sağlanamaması; politikacıların sürekli zaman içinde çözüm üretmekten ziyade daha fazla sorun yaratan araçlara güvenmesi ve ortak küresel sorunları ele almak için birlikte hareket edilmemesi gibi önemli ortak noktalar bulunuyor. Bu ortak noktalar ise (tamamen olmasa da) çoğunlukla küresel ekonomi ve finansta meydana gelen üç dönüşümsel değişime dayanıyor.
Dünya dönüşüyor
2007-2008 küresel mali kriz sonrasında çoğu ekonomist, ekonomik büyümedeki durgunluğu talep azlığına bağlamıştı. ABD hükümeti bu sorunu (her ne kadar Kongre’deki kutuplaşma 2011’den 2017’ye kadar bu çözüm yaklaşımını kısıtlasa da) ekonomik teşvik paketleriyle ve daha da önemlisi FED’in faiz oranlarını azaltma ve piyasalara büyük miktarda likidite sağlama kararıyla düzeltmeye çalıştı. Bu yaklaşım, önce Trump yönetiminin harcama ve vergi kesintileriyle, ardından da hem Trump hem de Biden yönetimlerinin COVID-19 salgını sırasında hane ve şirketlere sağladığı acil durum desteğiyle ve FED’in ekonomiyi nakit paraya boğmasıyla daha da abartıldı.
Ancak pek çok kişi farkına varmadan küresel ekonomi, asıl sorunu talepten ziyade arz haline getiren büyük bir yapısal değişim geçiriyordu. İlk başlarda bu değişiklik COVID-19’un etkilerinden kaynaklanıyordu. Aniden tamamen durmak zorunda kalan küresel bir ekonomiyi yeniden canlandırmak kolay değildir. Gemilerin kendileri gibi nakliye konteynerleri de yanlış yerdeydi. Üretimin tamamı koordineli bir şekilde tekrar devreye girmedi. Tedarik zincirleri aksadı. Hükümetlerin sağladığı muazzam para yardımları ve merkez bankalarının sağladığı bol likidite yüzünden talep, arzın çok önünde seyrediyor.
Ancak zaman geçtikçe, tedarik aksaklıklarının sadece pandemiden kaynaklanmadığı anlaşıldı. Nüfusun belirli kesimleri, kendi tercihlerinden ya da zorunluluktan alışılmadık derecede yüksek oranlarda işgücünden ayrıldı, bu da şirketlerin işçi bulmasını zorlaştırdı. Bu sorun, daha az sayıda yabancı işçiye vize verilmesi veya insanların daha az göç etmeye istekli olması nedeniyle küresel işgücü akışında yaşanan kesintilerle daha da derinleşti. Bu ve diğer kısıtlamalarla karşı karşıya kalan şirketler, faaliyetlerini daha verimli hale getirmenin yanı sıra daha dayanıklı hale getirmeye de öncelik vermeye başladı. Bu arada devletler, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline ve ABD ile Çin arasındaki gerilimin artmasına bir tepki olarak ticaret, yatırım ve ödeme yaptırımlarını silah olarak kullanmaya başladılar. Bu tür değişiklikler, salgın sonrası küresel tedarik zincirlerinin daha fazla “dost-liman” ve “güvenli-liman” hedefiyle yeniden yapılandırılmasını hızlandırdı.
Gerçekleşen tek dönüşüm bu değil. Küresel ısınma en sonunda şirketleri, haneleri ve devletleri, davranışlarını tekrar gözden geçirmeye zorluyor. Gezegenimizin karşı karşıya olduğu tehlikeler göz önüne alındığında, yıkıcı alışkanlıklarımızdan uzaklaşmaktan başka bir çaremiz bulunmuyor. Yeşil bir ekonominin gerekliliği gibi mevcut vaziyetin sürdürülebilir olmadığı da oldukça açık. Ancak geçiş süreci, özellikle de ülkelerin ve şirketlerin çıkarlarının bu konuda henüz yeterince uyumlu olmaması ve gerekli uluslararası işbirliğinin sağlanamaması nedeniyle karmaşık olacaktır.
Sonuç olarak, küreselleşmenin doğasındaki değişiklikler, işgücü yetersizliği ve iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı zorunluluklar arz sıkıntıları yarattı ve zaten zorluk çeken büyüme modellerini daha fazla stres altına soktu.
Merkez bankaları panik halinde
Daha da kötüsü, küresel ekonomik vaziyette meydana gelen bu değişiklikler, merkez bankalarının yaklaşımlarını kökten değiştirdiği bir döneme denk geliyor. Büyük ekonomilerdeki merkez bankaları yıllardır neredeyse her ekonomik kırılganlık ya da piyasa dalgalanması belirtisine piyasaya daha fazla para saçarak yanıt verdiler. Sonuçta, hükümetler siyasi kutuplaşmanın üstesinden gelip işlerini yapmak için devreye girene kadar ekonomik istikrarı korumak için kendi tercihlerinden ziyade zorunluluktan dolayı ellerindeki kusurlu araçları kullanmak zorunda kalmışlardı.
Ancak merkez bankaları, nakit karşılığında tahvil satın almak ve faiz oranlarını yapay bir şekilde düşük tutmak gibi sınırlı bir süre boyunca uygulanması gereken müdahaleleri uzattıkça daha fazla ikinci hasara sebep oldular. Likidite yüklü finansal piyasalar, bu politikalardan yalnızca sınırlı bir ölçüde faydalanan reel ekonomiden ayrıştı. Varlıkların büyük çoğunluğuna sahip olan zenginler daha da zenginleşti ve piyasalar, merkez bankalarını her zaman piyasadaki oynaklığı azaltmak için hazırda bekleyen en iyi dostları olarak görmeye şartlandı. En nihayetinde piyasalar, merkez bankası desteğinin azaltılacağına dair en ufak belirtiye bile olumsuz tepki vermeye başladı, merkez bankalarını resmen rehin aldı ve ekonominin bir bütün olarak sağlıklı işlemesini sağlamalarını engelledi.
Tüm bunlar 2021’in ilk yarısında başlayan enflasyondaki artışla birlikte değişti. Başlangıçta sorunun geçici olduğuna kanaat getirerek yanlış teşhiste bulunan FED, enerji ve gıda fiyatlarında yaşanan artışın daha geniş çaplı bir hayat pahalılığı sorununa dönüşmesine izin vererek hata yaptı. Enflasyonun kendiliğinden ortadan kalkmayacağına dair artan kanıtlara rağmen FED, faiz oranlarını artırmaya başladığı Mart 2022’ye kadar ekonomiye likidite pompalamaya devam etti.
Ancak o zamana kadar enflasyon yüzde 7’nin üzerine çıkmış ve FED köşeye sıkışmıştı. Sonuç olarak FED, Haziran ve Kasım ayları arasında art arda dört kez 0,75 puanlık rekor artış da dâhil olmak üzere çok daha sert bir faiz artışı politikasına yönelmek zorunda kaldı. Piyasalar FED’in kaybettiği zamanı telafi etmeye çalıştığını fark etti ve faiz oranlarını ekonomi için gerektiğinden daha uzun süre yüksek tutacağından endişe etmeye başladı. Bunun sonucu da, devam etmesi halinde küresel finans piyasalarının işleyişini tehdit edebilecek ve ekonomiye daha fazla zarar verebilecek finansal piyasa dalgalanması oldu.
Riskli iş
Piyasaların kolay paraya alıştırılması, küresel finansal faaliyetlerin önemli bir kısmının sıkı bir şekilde denetlenen bankalardan varlık yöneticileri, özel sermaye fonları ve hedge fonlar gibi daha az anlaşılan ve denetlenen kuruluşlara geçmesini teşvik ederek bir başka ters etkiye sebep oldu. Bu kuruluşlar yapmak için para aldıkları şeyi yaptılar: kâr elde etmek için mevcut finansal koşullardan yararlandılar. Bu da daha fazla borç almak, uzmanlık alanlarının dışına çıkmak ve nakit akışı ile merkez bankası desteğinin gelecekte de devam edeceği varsayımıyla daha büyük risklere girmek anlamına geliyordu.
Bu firmaların çok azı borçlanma maliyetinde veya finansmana erişimde ani bir değişikliğe karşı hazırlıklıydı. Meydana gelen finansal şokların uç bir örneği, Ekim 2022’de Birleşik Krallık’ta yaşanan finansal çöküştü. Truss’un büyük vergi indirimleri planını açıklamasının ardından devlet tahvili getirileri yükseldi ve ülkenin yüksek kaldıraçlı emeklilik fonlarından bazıları gafil avlandı. İngiltere Merkez Bankası’nın acil müdahalesi, Truss hükümetinin U dönüşü ve başbakanın nihai olarak görevden alınması olmasaydı, tahvil satışları büyük bir mali krize ve nihayetinde daha da acı verici bir resesyona dönüşebilirdi.
Finansal sistemin bu kırgınlığı merkez bankalarının işini de zorlaştırıyor. FED, her zaman karşılaştığı ikilemle (ekonomik büyüme ve istihdama zarar vermeden enflasyonu düşürmek) yüzleşmek yerine şimdi bir üçlem ile karşı karşıya: enflasyonu nasıl düşürülecek, büyüme ve istihdam nasıl korunacak ve finansal istikrar nasıl sağlanacak. Özellikle de enflasyon bu kadar yüksekken üçünü birden gerçekleştirmenin kolay bir yolu yok.
Daha zorlu yol, daha iyi gelecek
Bu büyük yapısal değişimler, dünyanın büyük bir kısmında büyümenin neden yavaşladığını, enflasyonun neden yüksek seyrettiğini, mali piyasaların neden istikrarsız olduğunu ve yükselen dolar ve faiz oranlarının neden pek çok ülkede sorunlara neden olduğunu büyük ölçüde açıklıyor. Ne yazık ki, bu değişimler aynı zamanda ekonominin ve finans sektörünün geleceğini doğru bir şekilde tahmin etmeyi zorlaştırıyor.
Neyse ki böyle bir dünyada yol almak için gerekenler bir sır değil. Dayanıklılık, farklı seçeneklere sahip olmak ve çeviklik hayati önem taşıyor.
Söz konusu esneklik, farklı seçeneklere sahip olmak ve çeviklik üçlüsü, elbette şirketleri ve haneleri gelecekteki tüm ekonomik ve finansal sarsıntılardan korumayacaktır. Ancak, bu sarsıntıları atlatma becerilerini önemli ölçüde artıracak ve daha kapsayıcı, iklim dostu ve işbirliğine dayalı, çarpık ve istikrarsız finansman kaynaklarına çok daha az bağımlı olan daha iyi bir geleceğe ulaşma olasılıklarını artıracaktır.
Devletler ve merkez bankaları için hedef, bu yolculuk boyunca kazaları en aza indirmek ve herkesin daha iyi bir geleceğe ulaşma olasılığını artırmak olmalıdır. Politika öncelikleri arasında, arzın artırılmasına yardımcı olmak için altyapının modernize edilmesi, işgücü eğitiminin iyileştirilmesi ve aşı geliştirme gibi acil ihtiyaçların karşılanması için kamu-özel sektör ortaklıklarının başlatılması yer almalıdır. Aynı zamanda, hükümetler ve merkez bankaları enflasyonla mücadeleye devam etmeli ve maliye politikası, para politikası ve üretkenliği ve büyümeyi artıran yapısal reformlar arasındaki koordinasyonu geliştirmelidir.
Devletler ayrıca bankalar dışındaki finansal kuruluşların denetim ve düzenlemelerini de iyileştirmelidir; bu da kuruluşlar arasındaki teknik bağlantıların, bilançolardaki gizli kaldıraçların ve risklerin finansal sistemin geneline yayılabileceği kanalların çok daha iyi anlaşılmasını gerektirecektir. Son olarak, hükümetler, ekonomik ve finansal sarsıntılara en çok maruz kalan toplumun en kırılgan kesimlerini korumak için daha güçlü sosyal güvenlik ağları oluşturmalıdır.
Bu çabalar çok uluslu kuruluşlar düzeyinde de gösterilmelidir. Devletlerin, uluslararası finans kuruluşlarında reform yapmak, herkesin etkilendiği sarsıntılara karşı ortak bir havuzda fon toplamak, erken uyarı sistemlerini geliştirmek, sosyal sektörlerini aç bırakan ve kapasite geliştirmelerini engelleyen ağır borç yükü altındaki ülkelerin borçlarını önceden yeniden yapılandırmak ve G20’nin işleyişini iyileştirmek için birlikte çalışması gerekecektir.
Bu zor bir hedef olsa da başarılabilir. Haneler, şirketler ve hükümetler küresel ekonomik ve finansal sistemde meydana gelen yapısal değişimleri fark edip bunlara yanıt veremedikçe, bu değişimlerin getirdiği riskleri azaltmak ve fırsatları değerlendirmek de o kadar zorlaşacaktır.
Dünya yalnızca yeni bir resesyonun eşiğinde değil, aynı zamanda köklü bir ekonomik ve finansal değişimin ortasında. Dünyanın daha iyi bir geleceğe ulaşması için bu değişimin farkına varmak ve bu değişimi yönetmeyi öğrenmek çok önemli olacaktır.”
Bu yazı ilk kez 25 Kasım 2022’de yayımlanmıştır.