Hamas’ın 7 Ekim saldırısı ve sonrasında İsrail’in önce Gazze’de daha sonra da eş zamanlı Lübnan’da sürdürdüğü savaş ile Orta Doğu, durdurak bilmeyen bir şiddet döngüsünün içine girdi. 7 Ekim’den bu yana Gazze’de silahlar sadece 2023’ün Kasım ayında dört günlüğüne sustu. Lübnan’da kırılgan ateşkes süreci ise son saate kadar karşılıklı saldırıların ardından 27 Kasım 2024 sabahı başlayabildi. Velhasıl, uzun süredir Suriye, Libya ve Yemen’de bölgeselleşen iç savaşlar nedeniyle çepere itilen Filistin meselesi 7 Ekim’in ardından bölge gündemine geri döndü.
Savaş, yarattığı derin ve onarılması güç toplumsal yıkımın yanı sıra bölgedeki jeopolitik dengeleri de değiştirdi. Bu süreçte, 7 Ekim öncesinde fazlaca tartışılan İsrail-Suudi Arabistan normalleşme arayışı Filistin devletinin kurulamadığı bir denklemde rafa kalkarken, İran ve İsrail arasındaki gerilim eşik atlayarak doğrudan, öngörülemez ve öngörülemediği için de oldukça tehlikeli bir güzergaha girdi.
Bu yazı 7 Ekim’den bu yana değişen güç dengeleri ışığında İran’ın özellikle İsrail ve Direniş Ekseni bağlamında bölgedeki nüfuz ve dış politikasına odaklanırken, Amerikan seçimlerinin galibi Donald Trump’ın ikinci döneminde İran’a dönük ihtimalleri de ele alacak.
El Aksa Tufanı ve İran
Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği El Aksa Tufanı saldırısı bölge siyaseti için yeni bir milat oldu. İsrail, İran’ı Hamas’ın saldırısının arkasında olmakla suçlarken Tahran ısrarla saldırılara dahli olduğunu reddetti.[1] İran, Direniş Ekseni üyelerinin otonom olduğunu, İran’dan emir alarak hareket etmediğini söylüyordu.
Tahran’ın bölgedeki ileri savunma hatlarına dönüşen bu ideolojik ve stratejik ortaklık mümkün mertebe merkezsizleştirilmiş (de-centralized) bir yapıda hareket etse ve 7 Ekim özelinde İran’ın saldırıya doğrudan bir dahli olmasa bile Hamas’ın askerî kapasitesinin güçlenmesi, özellikle 2014 sonrasında yeniden ısınan İran-Hamas ilişkileri sayesinde olmuştu. İsrail açısından El Aksa Tufanı’nda İran olağan şüpheliydi.
Ahtapot Doktrini
7 Ekim’den bu yana İsrail kendi “11 Eylül’ü” olarak gördüğü saldırıların intikamını almak için savaşırken aslında bir süredir Tahran’a karşı benimsediği Ahtapot Doktrini’nin izlerini görmek mümkün. İlk defa eski İsrail Dışişleri Bakanı Naftali Bennett’in bahsettiği bu doktrin[2] ile İsrail sadece Direniş Ekseni’nin kollarını değil beynini yani Tahran’ı hedef alan bir mücadele arayışına girmiş görünüyor.
Hamas saldırısının hemen sonrasında İran, İsrail’in Gazze’de kara harekâtına başlamasını engellemek istedi fakat başarılı olamadı. Tahran böyle bir operasyon ile savaşın yeni cephelere genişleyeceğini söylese de İsrail, ABD’den aldığı büyük askerî ve mali destek ile savaş politikalarına aralıksız ve hudutsuz bir şekilde devam etti. Esasen süreç içinde Tahran’ın yeni cepheler öngörüsü gerçekleşti. Ama bu durum İran liderliğinde Hamas, İslami Cihad ve Hizbullah gibi aktörlerin oluşturduğu Direniş Ekseni’nin İsrail’i saldırılardan caydırması yerine İsrail’in sadece Hamas ile değil, Hizbullah, Husiler, Suriye ve İran ile de çatıştığı bir süreç şeklinde tezahür etti.
İsrail özellikle 2024’te Direniş Ekseni’nin tüm bileşenlerine yönelik operasyonlar düzenledi. İran’ın Lübnan ve Suriye’de görevlendirdiği üst düzey Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü komutanları, Hamas ve Hizbullah’ın liderleri ile üst düzey komuta kademesi İsrail’in düzenlediği bir dizi saldırı ve suikastla öldürüldü. 7 Ekim’den bu yana İran ve İsrail arasında daha önce dolaylı bir şekilde seyreden askeri gerilim, eşik atlayarak doğrudan bir misilleme-karşı misilleme döngüsünün içine girdi.
Misilleme-karşı misilleme döngüsü
Bu tehlikeli döngünün ilk etabı 1 Nisan’da İsrail’in İran’ın Şam’da Büyükelçilik kompleksine düzenlediği saldırı, bu saldırıya cevaben İran’ın 13 Nisan’da SİHA ve balistik füzeler ile İsrail’i doğrudan hedef aldığı Gerçek Vaat Operasyonu ve 19 Nisan’da İsrail’in İran’ın Natanz’daki nükleer tesislerine yakın bir askeri hava üssüne düzenlediği karşı saldırı ile tamamlandı.
İran Gerçek Vaat Operasyonu ile caydırıcılığını yeniden tesis etmek ve İsrail’in İran’ı ya da müttefiklerini hedef almaktan kaçınacağı “yeni bir denklem” yaratmak istese de[3] İsrail’in operasyonları hız kesmeden devam etti. İsrail 31 Temmuz’da Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın sağ kolu Komutan Fuad Şükür’ü Beyrut’ta, üzerinden bir gün geçmeden Hamas Lideri İsmail Haniye’yi Tahran’da öldürerek İran’ı her ne pahasına olsun kaçınmak istediği savaşa zorlamaya devam etti. Haniye, İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin beklenmedik ölümü sonrası yerine seçilen Mesud Pezeşkiyan’ın yemin törenine katılmak için Tahran’ın misafiriydi.
Ancak bu büyük provokasyonun ardından beklenen ikinci misilleme, İran’ın “stratejik sabır” düsturuna sığınarak yeni bir operasyonu ertelemesi ve bunun yerine Biden yönetiminin Gazze’de ateşkes çabalarını bekleyerek süreci baltalayan aktör olmaktan kaçınması ile 1 Ekim’e dek gerçekleşmedi. Bu süre zarfında İsrail Hizbullah’a karşı operasyonlarını tırmandırdı. Eylül’de örgüt üyelerine çağrı cihazları ve telsizler üzerinden düzenlenen saldırıları 27 Eylül’de Hasan Nasrallah ve beraberindeki İran’ın Lübnan komutanı Abbas Nilfuruşan’ın bombalanarak öldürülmesi takip etti. İran bölgede güçsüz ve etkisiz bir konuma düşmemek ve İsrail’i bir sonraki adımından caydırmak için bu gidişata bir tepki vermek zorunda hissetti.[4] Zira Tahran’ın yeni stratejik denklemi işlemiyor, eylemsizliği ise hem içerideki şahin kesimi hem de bölgedeki müttefiklerini teskin etmiyordu.
1 Ekim’de bu kez İran’ın hipersonik balistik füzelerini de test ederek İsrail topraklarını doğrudan hedef aldığı Gerçek Vaat-2 Operasyonu gerçekleşti. İran bu operasyonu Haniye, Nasrallah ve İranlı General Nilfuruşan’ın intikamını almak için düzenledi. Kısasa kısasta yeni adım ise İsrail’in 26 Ekim’deki saldırısı oldu. Ekim ayı boyunca İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini veya petrol tesislerini hedef alıp almayacağı çok konuşuldu, ancak Biden yönetiminin yaklaşan seçimler öncesi İsrail hükümetini daha kısıtlı bir saldırıya ikna ettiği görüldü. İsrail, gerilimin -şimdilik- son perdesinde İran’ın hava savunma sistemleri ile SİHA ve balistik füze üretim tesislerini hedef aldı. İranlı yetkililer bu saldırıya da cevap vereceklerini ve bu hakkı saklı tuttuklarını ifade etseler de Amerikan seçimleri ve Trump’ın galibiyeti nedeniyle bu operasyon henüz gerçekleşmedi.
Olası bir savaş asla sınırlı kalmayacak
Bu süreçle ile ilgili iki hususun altını önemle çizmek gerekir. İlki, İran ve İsrail arasındaki şiddet ve gerilim sarmalının, iki ülke arasında birbirini test etme ve caydırıcılık aramanın ötesine geçecek bir savaşa evrilmesi durumunda savaş asla bu iki ülkeyle sınırlı kalmayacaktır. Bu durum ABD’nin bilfiil müdahalesini getirebilir.
İkincisi ise 7 Ekim’den bu yana Direniş Ekseni’nin aldığı büyük darbe İran’ı ulusal savunma ve güvenliğini sağlamak üzere nükleer doktrini ile ilgili yeni arayışlara sevk edebilir.
Bununla birlikte İran’ın ulusal savunma stratejisinde Direniş Ekseni’ne atfedilen rolün tamamen değiştiği de söylenemez. Zira özellikle bu eksenin İran’dan sonra başat aktörü haline gelen Hizbullah büyük güç kaybetse de tümüyle çökmedi. İsrail’in Beyrut’a yönelik saldırıları, Lübnan’da sivil halkın yaşadığı zorluklar, maddi olarak ağır darbe alan Hizbullah’ın direniş ideolojisini besleyecek gibi görünüyor. Dahası, ilk haftalardaki şoku üzerinden atmasının ardından Hizbullah, İsrail’e karşı mukavemet sergilemeye devam etti ve cephaneliğindeki füzelerle başta Tel Aviv olmak üzere İsrail’in kuzey bölgelerine saldırılar düzenledi. Bu toparlanma sürecinde İran’ın stratejik desteği dile getirilirken, İranlı yetkililer de direniş aktörlerine destek olmaktan vazgeçmeyeceklerini yineliyor.
Lübnan’da 27 Kasım’da başlayan ateşkes ise hem İsrail hem de Hizbullah tarafından bir zafer olarak telakki ediliyor. 2006’daki İsrail-Hizbullah Savaşı sırasında kabul edilen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararının bu kez ne ölçüde uygulanacağını zaman gösterecek. Ancak Hizbullah’ın Litani Nehri’nin kuzeyine çekilse bile tam manasıyla silahsızlanmayı kabul etmeyeceği ve bir sonraki karşılaşmaya dek bu süreci İran’ın da desteğiyle kendisini toparlamak için kullanacağı öngörülebilir. İsrail Başbakanı Netanyahu’nın ateşkes açıklamasında Tel Aviv’in artık tüm dikkatini İran’a vereceği vurgusu da İran-İsrail ilişkilerinde gerilimin süreceğini doğruluyor.
Yeniden Trump’lı yıllar, Orta Doğu ve İran
Donald Trump’ın Beyaz Saray’a dönüşü Orta Doğu’da şiddetin ve öngörülemezliğin derinleştiği bir konjonktürde gerçekleşiyor. Seçim kampanyası sırasında rakibi Kamala Harris’in yapamadığı bir netlikte Orta Doğu’da savaşa son vereceğini söyleyerek Arap-Amerikalı seçmenlerin oylarını alan Trump’ın bu büyük vaadi nasıl gerçekleştireceği meçhul. Şu ana dek kritik mevkilere yaptığı atamalar için seçtiği İsrail yanlısı isimler ise bölgede Filistinliler için adil bir çözümün umudunu giderek azaltıyor.
Tahran açısından düşünülecek olursa, Trump’ın 2017-2021 yılları arasındaki ilk dönemi, İran için zorluklarla geçti. Anımsanacak olursa ABD, Trump döneminde, İran nükleer programını güçlü bir denetime tabi tutan ve büyük ölçüde sınırlandıran nükleer anlaşmadan çekildi, azami baskı politikası ile sert yaptırımlar üzerinden İran ekonomisini yıprattı, İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’yi Bağdat’ta bir suikast ile öldürdü. Ancak bu politikalar İran nükleer programını önceden tahayyül edilemez eşiklere taşıdı, İran ekonomisi sarsılsa da yaptırımlara direnmenin yollarını buldu, Süleymani’nin yokluğunda da direniş politikası sürdürüldü.
Mevcut durumda, İran’da Pezeşkiyan hükümeti ve genel olarak müesses nizam toplumla ilişkileri onarmak ve rejim üzerindeki baskıyı azaltmak için ekonomiyi yaptırımlardan kurtarmak istiyor. Bu nedenle nükleer müzakerelere geri dönmek ve nükleer anlaşmayı canlandırmak isteyen bir İran var ve bu kez ABD ile doğrudan müzakere etmek hususunda da olumlu bir yaklaşım seziliyor. Bu bakımdan öncelikle Avrupa ülkeleri ile temasa geçen İran, Washington’da yeni yönetim ile diplomasi odaklı daha pragmatik bir arayışa girebilir.
Trump’ın “bölgedeki savaşlara son vereceğiz” vurgusu İran açısından olumlu olsa da henüz başkan seçilmeden önce Netanyahu yönetimine İran nükleer tesislerini hedef alacak bir saldırı da dahil olmak üzere “ne gerekiyorsa yap” diyerek verdiği misilleme onayını da not etmeliyiz. Gerçekleştiği takdirde böyle bir saldırının İran nükleer program için yeni bir eşik olacağı öngörülebilir.
İran’ın bölgesel politikası yakın vadede değişmeyecek olsa da üzerinde artan baskılar Tahran’ı caydırıcılığını ve güvenliğini nükleer programda el yükselterek korumaya sevk edebilir. Böyle bir patika ise İran’ın bölgedeki ilişkileri ve ekonomisi için yeni külfetler getirecektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 28 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.
[1] https://fikirturu.com/jeo-politika/filistin-meselesinin-irana-bakan-yuzu/
[2] https://www.economist.com/middle-east-and-africa/2022/06/08/israels-prime-minister-explains-his-new-approach-to-iran
[3] https://edam.org.tr/Uploads/Yukleme_Resim/pdf-20-05-2024-14-38-26.pdf
[4] https://www.uikpanorama.com/blog/2024/10/17/bir-ekim-saldirisi-gs/