5 Kasım Salı günü yapılan ABD Başkanlık seçimlerinde yine bir sürpriz yaşandı ve dört yıl önce pandeminin gölgesinde gerçekleştirilen seçimlerde koltuğunu kaybeden bir önceki başkan Donald Trump seçimi kazanarak ABD’nin 47. Başkanı oldu.
Aslında tam bu noktada kimin için sürpriz sorusunu yöneltmek lazım.
Seçim gününe kadar gerçekleştirilen ulusal anketlerin çoğu diğer aday Kamala Harris’in rakibine ulusal oylarda en az üç puan fark atacağını öngörmekteydi. Bu işlerde iddialı ve muteber Nate Silver’ın internet sitesinde açıkladığına göre bilimsel yöntemlerle yaptığı 80 bin simülasyonun 40 bin 12’sinde Harris kazanıyordu, yani tahminler başa baştı; başka bir muteber analiz sitesinde her iki adayın kazanma olasılığı eşit görülüyordu. Genelde ABD seçimlerini öngörmekte başarılı olan bahis piyasalarında dahi açıklanan son anketlerin ışığında ivmenin Harris’te olduğu görülüyordu, ki bütün yaz Trump’a para yatıranların hacminin daha fazla olduğu bir gerçekken. Seçim sonuç öngörmeye çalışan analist ve intelijansiyanın yanılgısının büyüklüğüne gelmiyorum bile.
Sosyal bilimlerin öngörüleri
İşte durum bu haldeyken, biz sosyal bilimcilerin çok iyi yaptıkları bir işe soyunmaları gerekiyor, yani geçmişte olan olayları öngörmeye…
Sosyal bilimlerin niteliğini, geleceği tahmin edebilme yetenekleriyle ölçmeyi bırakalı çok oldu (-oldu mu?-). Yine de bir bilimsellik iddiası varsa en azından ne olup bitebileceği hakkında bir tahmin yapmak gerekmez mi, gerekir. Ancak çoğu vakada olduğu gibi bu vakada da seçim geçtikten sonra “neden böyle oldu?” sorusunu yanıtlamaya koşuştuk, bu yazı da onlardan biri olarak kayda geçebilir, keşke öncesinde bu işe girişebilseydik…
Ne oldu gerçekten?
Önce ne olduğuna bakalım.
Trump, ABD seçim sisteminin gariplikleri çerçevesinde Ocak ayında Washington’da toplanacak 538 delegenin 312’sini kazanmış durumda, yani başkan olarak seçilmesi bir formaliteye bağlı. Keza ABD’nin 50 eyaletinin 31’inde kazanan Trump’ın listesi, seçim sonucu üzerinde etkili olan “salıncak” eyaletler Arizona, Georgia, Michigan, Nevada, Kuzey Carolina, Pennsylvania ve Wisconsin’in tamamında seçimi kazanan Trump oldu ki, 2020’de bu eyaletlerin biri dışında hepsini Biden kazanmıştı. Trump liderliğindeki Cumhuriyetçi Parti bu seçim sonucunda hem Senato hem de Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçirdiler, 50 eyalet valisinin 27’si Cumhuriyetçi. Bu rakamlarla bir “kırmızı dalga” (– Cumhuriyetçi Parti’nin rengi- ) söz konusu diyebiliriz.
Sandık çıkış anketleri, hangi demografik grupların kime oy verdiğini bize söyleyebilir. Bu anketlere göre Trump erkeklerden, beyazlardan, yaşlılardan, yaşlı beyazlardan, yaşlı beyaz erkeklerden, düşük eğitimlilerden, Latin kökenli erkeklerden ve protestanlardan rakibine göre daha fazla oy almış durumda.
Bununla birlikte Trump’ın daha önce oy alamadığı bazı seçmen segmentlerinden, örneğin düşük gelirlilerden ve Latin’lerden de oy almayı başarmış olduğu görüyoruz, ki genelde bu son grup analistler tarafından doğudan Demokrat Parti adayının hanesine yazılırdı, böyle olmamış. Keza bir önceki seçimde Trump zenginlerin teveccühünü kazanmışken, seçimde orta hallilerde de bu adaya karşı bir temayül görülmüş. Neticede, Trump kendisinin ve partisinin geleneksel oy tabanı olan Beyaz-Anglo Sakson-Protestan (WASP) tayfasının oyunu kazanmış, üstüne de normalde oy alamayacağı bir kesimden de oy almış.
Peki niye böyle oldu?
Şimdi bilebildiğimiz kadarıyla nedenlerine bir göz atmak ve birtakım spekülasyonlar yapmakta yarar var.
İlk bakmamız gereken “parametre”, seçime katılım. Biz yüzdeler üzerinde konuşuyoruz ama bu hesaplamanın temelinde seçimde kaç kişinin oy kullandığı var. ABD’de bizden farklı olarak seçimden önce bizzat gelerek ya da posta marifetiyle oy kullanabiliyorsunuz. Son seçimlerde 154 milyon kişi oy kullanmış, oy kullanma oranı yüzde 63.5 olmuş. Bir önceki seçimlerde bu oran yüzde 65 imiş. Biraz detaylı analizler Harris’in bir önceki Başkan Biden’dan 14 milyon daha az oy aldığını ve Trump’ın oy rakamını koruduğu gösteriyor. Keza, oy verme oranının arttığı “ilçelerde” Trump’ın oy oranı daha fazla artmış. Bu rakamlardan şu sonucu çıkarmak yanlış olmaz: Harris geleneksel seçmenini mobilize etmekte zorlanırken, rakibin en azından katılımı sağlayabilmiş.
Harris’in seçmen mobilizasyonunu neden başaramadığını daha çok tartışırız, çünkü kâğıt üstünde Demokrat-azınlık-kadın gibi “kusursuz” bir fırtınayı bünyesinde bulundurması seçmenleri kendiliğinden sandığa götürür diye düşünülmüştü, o olmadı.
Sandığa yeterince seçmen götürememek ya da iki haftada seçmeni sandıktan kaçırmak gibi performansları biz daha önce görmüştük, genelde de bunun kusuru adayda aranır. Her şey olup bittikten sonra “Harris de yanlış adaydı canım!” demek kolay ama bizim nedensellik tartışırken koştuğumuz şartlardan biri eylemlerin kastını sonuçta aramamaktır. Harris’in “yanlışlığını” kişiliğinde değil, adaylaşma ve kampanya sürecinde aramak çok daha gerçekçi bir tutum olur, ki ders alabilelim.
Hatırlayalım, Temmuz ayının sonuna kadar halihazırdaki başkan Biden Demokrat Parti’nin adayıydı, anketlerde hayli gerideydi ve 27 Haziran’daki münazarada çoğu destekçisi için hayal kırıklığı yaratmıştı, seçim elden gitmekteydi. Münazarayı takiben ileride sırrını (-umarım- )öğreneceğimiz bir biçimde Biden yarıştan çekildi ve yerini yardımcısı Harris’e bıraktı.
Bu karar en azından Demokratlar ve Trumpsevmezler arasında bir heyecan yarattı, anketlerde Harris’e oy vereceğini söyleyenlerin oranı, bahis sitelerinde Harris’in popülaritesi ve en önemlisi Harris kampanyasına gelen bağışların artması bu teveccühün göstergesi olarak kabul edilebilir. Harris daha aday olur olmaz 200 milyon ABD doları gibi bağış topladı, toplamda 1 milyar ABD doları toplandığı göz önünde tutulursa ivmenin büyüklüğü anlaşılabilir.
Olay ekonomi mi?
Ne oldu da bu heves sandığa yansımadı?
Birinci açıklama adayın kim olduğuyla ilişkilendirilebilir ama Temmuz – Ağustos momentumu bu açıklamayı boşa çıkarıyor. İkinci bir açıklama kampanya performansı/tarzına odaklanabilir. Harris kampanyasında bireysel özgürlükler, ekonomik eşitlik, kürtaj, çevre, göçmen reformu ve bazı dış politika konularına diğer konulardan daha fazla yer verdi, uzmanlar beğenildiğini söylüyorlar. Trump ise göçmen karşıtı politikalar, ekonomik korumacılık, ABD’yi süper güç yapmayı hedefleyen bir dış politika, muhafazakâr aile değerleri ve hükümet reformu gibi konulara değinmişti, o da beğenilmiş.
Seçimden hemen sonra yapılan bir ankete göre ülkedeki en önemli sorun ekonomi ve işsizlik, siyasi aşırılık ve göçmenlik olarak görülmüş.
Bu açıdan hem ortaklaşma olduğu gibi farklılaşma da var: Cumhuriyetçiler için en önemli sorun %34 ile ekonomi ve işsizlik iken, göçmenlik konusu %29 ile ikinci sırada. Demokratlar arasında en büyük öncelik %37 ile siyasi aşırılık ve demokrasiye yönelik tehditler olurken, ekonomiye verilen önem %20 seviyesinde kalıyor. Böyle bakıldığında “olay ekonomi, s…!” da denebilir. Ki post-mortem analizler bunda uzlaşmış durumda, enflasyon Demokratların başını yakmış derler. Bazıları bunun diğer ülkelerde de görüleceğini söylüyorlar, hazır olalım.
Uzmanlar iki kampanyayı karşılaştırdıklarında Harris’in orta yolcu Cumhuriyetçileri ve kararsızları hedefleyen mutedil bir kampanya yürüttüğünü söylerken, Trump’ın daha popülist bir tarzı olduğunu, viral şovlarla tabanını harekete geçirdiği kanısı hâkim, bunun en güzel örnekleri de çöp kamyonuna binmesi ya da McDonalds’ta arabaya servis yapması. Biraz nefes alalım, iki kampanyayı performatif açıdan müzik, ses ve görüntü açısından da karşılaştırırız, kesin farklar çıkar.
Trump’ın önceden anlatılmış zaferi
Trump’ın “önceden anlatılmış” zaferini tartışırken iki konuyu pas geçmememiz gerekiyor, bunlardan birincisi Harris’in aday gösterilme süreci. Daha önce de söyledim, Harris Biden’ın adaylıktan çekilmesi üzerine Biden’ı seçmek için toplanmış heyet tarafından seçildi, yani bir rekabete girmedi. Oysa ABD’de bizim yadırgadığımız bir şekilde önseçim yapılıyor, aday adayları kıran kırana birbirleriyle yarışıyor, arada kavgada yumruk sayılmıyor. Bizim gibi “kolun kırılıp yen içinde kaldığı” toplumlarda ayıp olarak görülse de bu önseçimlerin seçmeni heyecanlandırma, harekete geçirme ve kaynak toplama gibi sayısız faydası olduğu söyleniyor. Harris’in akıl hocası kıdemli politikacı Nancy Pelosi yenilginin faturasını “yeterince erken pes etmeyen” Biden’a keserken, rekabetçi bir kurultayın seçmeni daha fazla sandığa götüreceğini söylemekte… Buradan da alabileceğimiz bir ders yok değil.
M-faktörü
Son olarak bu seçimlerde M-faktörüne değinmemiz gerekiyor yani Elon Musk’a… Geçtiğimiz yıllarda Twitter’a 60 milyar ABD doları basıp ismini X’leştiren Musk kampanyada aktif rol oynamakla kalmadı, hükümette bir bakanlık beklediğini bile söyledi. Geleneksel medya Harris hakkında Trump’a kıyasla çok daha pozitif bir imaj çizerken, Trump seçmenlerine erişmek için başta X olmak üzere podcast, Youtube ve Tiktok gibi alternatif kanalları kullanmayı tercih etti. Bu stratejide de Musk bizzat kendisi sosyal medya aktivitesiyle önemli bir rol oynadı, bazılarına göre de kayda değer miktarda yanlış haber yaydı -ki yanlış haber ve ABD seçimleri başlı başına bir yazı konusu olmalı-. İleride tarihçiler bunu nasıl yargılarlar bilemeyiz, bir Goebbels mi yoksa Cebrail mi tartışılır; ancak bundan da almamız gereken ders, köyde yeni bir oyun ve bir oyuncu var, hazırlıklı olalım.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.