Birçok Avrupa Birliği (AB) ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da demokrasi ve göçmen karşıtı radikal sağ yükselişte.
23 Şubat 2025’teki Federal Parlamento (Bundestag) seçimlerinde oylarını 2022 seçimlerine kıyasla 10,3 puan artıran radikal sağ Almanya İçin Alternatif (AfD), yüzde 20,6 oy oranı ve 152 sandalye ile ana muhalefet partisi konumuna yükseldi. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve Birlik 90/Yeşiller (B’90/Grüne) partisini geride bırakan AfD’nin yükselişi devam ediyor: Almanya’nın en kalabalık eyaleti Kuzey Ren-Vestfalya’daki yerel seçimlerde (14 Eylül) oylarını 9,4 puan artırarak yüzde 14,5’e çıkaran radikal sağ parti, YouGov (15.10.2025) anketine göre Almanya genelinde yüzde 26’lık bir seçmen desteğine sahip.
Buna karşılık, SPD ve Yeşiller’in gerilemesine rağmen Sol Parti’nin (Die Linke) federal meclis seçimlerinde oylarını artırması, partinin yükselişini sürdürmesi ve kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Zohran Mamdani’nin New York Belediye Başkanlığı’na seçilmesi, sol siyasete dair umutları artırdı. Bu gelişmeler, “Sol, radikal sağ tehdidine karşı bir umut olabilir mi?” sorusunu gündeme getiriyor. Tahlilimize, radikal sağın yükselişinin tarihsel arka planını irdeleyerek başlayalım.
Radikal sağ yükselişin tarihsel arka planı
Radikal sağın yükselişini birbiriyle ilişkili üç tarihsel süreç bağlamında değerlendirmek gerekiyor.
Birincisi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da inşa edilen liberal demokratik düzenin, ki etno-kültürel homojen bir toplumsal ortamda şekillenmişti, artık sorgulanır olması. Bunun bir nedeni bu ülkelerin nüfusunun göç, teknolojik yenilik ve bireyselleşme sonucu hem yaşam tarzı hem de etnik ve kültürel bakımdan bir hayli heterojenleşmiş olmaları.
Örneğin Almanya liberal demokratik sistemin meşruiyetini sosyal devlet uygulamaları, refahın daha geniş toplumsal kesimlere yayılması ve çalışan dar gelirli kesimlerin çocuklarına yüksek eğitim ve kaliteli meslek eğitimi imkânı sunarak yeniden üretiyordu. Ancak artık demokrasi ile ekonomik gelişmenin örtüşmediğini gözlemliyoruz. Almanya ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya; çalışanlar reel gelir ve refah kaybı yaşıyor.
Bunun yanında, son yıllara kadar antifaşist ve antikomünist bir uzlaşı hâkimdi. Siyaset, demokrasiyi içselleştirmiş kadroların yarışından ibaretti; anti-sistemik, yani neofaşist ve Sovyet uydusu ihtilalci komünist partiler sistemin dışında tutuluyordu. Ancak son yıllarda bu demokratik uzlaşı aşındı ve siyaset giderek sağ-sol ekseninde derinleşen kutuplaşmalara sahne olmaya başladı.
İkincisi, küreselleşmenin özellikle son 10–15 yılda coğrafi, toplumsal ve ulusal sınırları önemli ölçüde aşındırmış olmasıdır. Örneğin «Kuzey» ile «Küresel Güney» arasındaki yaşam koşulları birbirine yaklaşırken – yani küresel düzeyde eşitsizlik azalırken – «Kuzey»in sanayi toplumlarında gelir eşitsizlikleri keskinleşti. Siyaset bilimci ve sosyal felsefeci Michael Sandel’in de dikkat çektiği üzere, günümüzün küreselleşmeci siyaseti hem egemen devlet yapısını hem de bireyin egemenliğini sorgulatıyor. Bu durum, belirsizlik karşısında tepki gösteren ve onu aşmayı amaçlayan siyasi eğilimlerin güç kazanmasına zemin hazırlıyor.
Söz konusu eğilimler; sınırları yeniden tahkim etmeyi, içeridekiler ile dışarıdakiler arasındaki ayrımı keskinleştirmeyi, «kültürümüzü, ülkemizi geri almak» ve «egemenliğimizi yeniden tesis etmek» gibi sloganlarda ifade bulan, kimlik temelli ve dışlayıcı bir siyasal söylemi besliyor.[i] Küreselleşme, vatandaşların siyasal katılımını mümkün kılan ulus-devlet yapısını zayıflatmaya devam ediyor; bu da ulusal egemenlik fikrine sarılan popülist milliyetçi akımlar için elverişli bir zemin oluşturuyor.
Üçüncüsü, küreselleşmenin tetiklediği yerelleşme arayışının, liberal-demokratik düşüncenin ulusallık ve ulusal kimliğe mesafeli yaklaşımı nedeniyle adeta bütünüyle popülist sağ milliyetçilere bırakılmış olmasıdır.
Liberaller, Francis Fukuyama’nın da dikkat çektiği üzere, ulusal kimliğin önemini göz ardı ederek stratejik bir hata yaptılar; bunun yerine, uzak coğrafyalardaki insanları kendi yurttaşları kadar – belki de daha fazla – önemseyen küresel bir kozmopolitizmi yücelttiler. Bu bağlamda, ulusal kimliğin ve ulusalcılığın aynı zamanda liberal idealleri yansıtacak şekilde yeniden şekillendirilebileceği ve geniş halk kitleleri arasında aidiyet ve ortak amaç duygusu yaratabileceği göz ardı edildi.[ii]
Yönetenlerin yanılgıları ve sonuçları
Radikal sağın yükselişinde, karar vericilerin stratejik ve taktik hatalarının da belirleyici olduğunu söyleyebiliriz.
1980’lerin sonlarından itibaren etkisini artıran neoliberal yaklaşımlar yalnızca sağ partileri değil, sol partileri de etkiledi. Bu durum, uzun vadede solun çalışanlar ve orta kesim nezdindeki desteğinin zayıflamasına yol açtı. Geleneksel sosyal adalet ve bölüşüm temelli siyasetin zemin kaybetmesiyle birlikte, kimlik temelli taleplerin ve ulusal aidiyet söylemlerinin yükselişi, popülist sağın hareket alanını genişletti. Bu durum yalnızca Almanya’ya özgü değil; Avrupa’nın önde gelen sosyal demokrat partileri güç kaybetti.
Neoliberal politikaların yanı sıra göç olgusuna liberal yaklaşım – ki göçün iş piyasasını işverenler lehine disipline edici etkisi yadsınamaz – merkez sağ Hristiyan Demokratik Birlik partisi CDU’nun da seçmen kaybetmesine neden oldu. Partinin, Angela Merkel döneminde merkeze kaydığı ve bunun da AfD’nin güçlenmesine yol açtığı düşüncesiyle, yeni Genel Başkan Friedrich Merz 2023 sonrası partiyi yeniden klasik merkez sağ çizgide konumlandırma çabası içine girdi. Bu doğrultuda, göçmenlere yönelik oldukça sert söylemlere başvuruyor. Örneğin Ekim ortasında bir basın toplantısında göçmenlerin görünürlüğüne atfen şöyle demişti: «Şehir görüntüsünde hâlâ sorun devam ediyor. Bu nedenle İçişleri Bakanı da kapsamlı bir şekilde geri göndermeleri mümkün kılmak ve uygulamak için çalışıyor». Ancak bu dil AfD’ye daha fazla meşruiyet kazandırıyor.
Merz liderliğindeki hükümetin, AfD’ye yönelen seçmeni geri kazanmak amacıyla ikili bir strateji benimsediğini görüyoruz. Bir yandan ekonomiyi canlandırmak amacıyla altyapı yatırımlarına – yol, demiryolu ağı ve kamu binaları yapımı ve modernizasyonu – odaklanılmakta ve iş gücü piyasasına «katılımı teşvik edecek sosyal politika» düzenlemeleri yapılmaya çalışılıyor. Diğer yandan, sağa kayışı durdurmak adına göç, iç güvenlik ve kamu düzeni gibi güvenlik merkezli temaların öne çıkarılması, milliyetçi popülizme toplumsal meşruiyet kazandırıyor. Hükümet ya bu riskin farkında değil ya da ciddiye almıyor.
Ortak bir sol siyaset mümkün mü?
Radikal sağa karşı Sol Parti’nin ne ölçüde bir umut olduğu sorusuna dönecek olursak; öncelikle partinin, radikal sağ yükselişi ahbap-çavuş kapitalizmi, sosyal dışlanma, adaletsizlik ve otoriter eğilimlerin bir sonucu olarak gördüğünü, açık bir antifaşist tutum benimsediğini ve sol hareketlerin mirasına sahip çıktığını belirtmemiz gerekiyor.
Bir diğer önemli nokta ise partinin, polis, ordu ve yargının köklü bir şekilde dönüştürülmesini savunmasıdır.
Ancak Sol Parti, hâlihazırda yüzde 11’lik bir seçmen desteğiyle kitlesel bir parti konumundan bir hayli uzak noktada. Her ne kadar bir ivme yakalamış olsa da yakın vadede solun büyük partisi olacağı ya da oy oranını sağ ve radikal sağ partilerin düzeyine çıkarabileceği pek olası görünmüyor. Toplumdaki siyasi eğilimler ve güç dengeleri bu yönde değil; ayrıca parti, sahip olduğu kadrolar bakımından da bu hedefin henüz uzağında. Bu nedenle dikkatler, sol bir ittifak olasılığına çeviriyor.
Mevcut sol partiler, radikal sağa karşı stratejilerinde hangi ortak paydalarda buluşuyor ve hangi konularda ayrışıyor?
SPD, Yeşiller ve Sol Parti, aşırı sağa karşı tutarlı ve demokratik temelli stratejiler izliyorlar, sağa karşı mücadelede yapısal reformları, toplumsal farkındalık ve devlet destekli ön alıcı çalışmaları öne çıkarırken, birbirleriyle ve sivil toplumla iş birliğine açıklar. BSW (Bündnis Sahra Wagenknecht, Türkçesi: Sahra Wagenknecht Birliği) ise daha popülist ve sosyal muhafazakâr bir çizgi izliyor; sosyal sorunlara vurgu yapsa da göç ve «kültür savaşları» gibi konularda sağ popülist söylemlerden yeterince uzak durmuyor.
Sol partiler arasındaki farklar, aşırı sağın reddedilmesinden çok, mücadele yöntemlerinde, önceliklerde, üslupta ve hedef kitleye yönelik yaklaşımlarda ortaya çıkıyor. Bazı kesimler sosyal devlet ve barış politikasına odaklanılmasını savunurken, diğer bir kesim AfD’ye doğrudan kitlesel eylemlerle karşı durmayı, protestolarla kamusal alanın onlara bırakılmamasını savunuyor. Bu farklı yaklaşımlara tüm sol partiler içerisinde rastlanıyor. Örneğin, parlamento dışı muhalefet olan «antifaşist» gruplarda (Antifa) radikal sağa karşı mücadelenin daha militan yöntemlerle yürütülmesi savunuluyor.
Radikal sağın durdurulması kimin sorumluluğu?
Toparlayacak olursak, Almanya’da radikal sağın yükselişini durdurabilecek ortak bir sol cephe henüz oluşabilmiş değildir. Dahası, sol–sağ ekseninde kurulacak sert bir cepheleşme, muhafazakâr demokratları dışlayarak ters etki yaratma ve radikal sağın etrafındaki toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme riski taşımaktadır.
Sol siyasetin yaşadığı tıkanmanın bir diğer boyutu ise güçlü, kapsayıcı ve kitlelerle iletişim kurabilen bir liderliğin yokluğudur. New York Belediye Başkanlığı seçimlerinde Zohran Mamdani’nin elde ettiği başarı, seçmenlerin yalnızca politik vaatlere değil, aynı zamanda kendilerini temsil eden, kaygılarını duyan, taleplerini sahiplenen ve yaşadıkları kent ve mahallelerin ve çalıştıkları iş sahalarının gerçekliğini anlayan bir siyasi figüre duydukları ihtiyacı bir kez daha göstermiştir. Almanya bağlamında ise bu niteliklere sahip, geniş kesimlerde karşılık bulabilecek bir liderin henüz ortaya çıkmadığı görülmektedir. Üstelik Almanya’nın parti sistemi, karizmatik ve geniş tabanlı bir liderliğin gelişmesine imkân tanıyacak esnekliğe sahip görünmemektedir.
Radikal sağın yükselişiyle mücadelede kapsayıcı bir teknoloji vizyonunun oluşturulması, yani teknolojik yeniliklerin getirdiği refahın daha geniş bir sosyal tabana yayılması, refahın adil bir biçimde yeniden dağıtılması ve demokrasinin dışlayıcı olmayan bir yapıya kavuşturulması gibi alanlarda sol aktörlerin oynayacağı kritik bir rol bulunmaktadır. Bu nedenle, solun radikal sağın yükselişine karşı yürütülen mücadelede etkin bir rol üstlenmesi kaçınılmazdır.
Ancak radikal sağın durdurulması, yalnızca sol partilerin değil, tüm demokratik güçlerin paylaştığı ortak bir sorumluluktur. Ne var ki demokrasi yanlısı aktörlerin, toplumun farklı kesimlerini bir arada tutabilecek cumhuriyetçi bir vatanseverlik anlayışının önemini yeterince kavradıkları hakkında kesin bir yargıya varmak güçtür.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 26 Kasım 2025’te yayımlanmıştır.
[i] Michael Sandel, Democracy’s Discontent: America in Search of a Public Philosophy, Cambridge: The Belknap Press, 1996.
[ii] Francis Fukuyama, «A Country of Their Own: Liberalism Needs the Nation», Foreign Affairs, Mayıs-Haziran 2022.



