Arap dünyasındaki dikta rejimleri üzerinde domino etkisi yaratan ayaklanmaların üzerinden 10 yıl geçti. Arap Baharı olarak adlandırılan eylemlerden sonra değişen rejimlerden sadece biri ayakta kaldı diğerleri ise sert biçimde bastırıldı. Arap dünyasını derinden sarsan bu dönemin nasıl yorumlanması gerektiğini, nelerin değiştiği nelerin ise baki kaldığı hâlâ tartışma konusu…
The Guardian gazetesinin yazarlarından Nesrine Malik, o dönemi içerden birisi olarak değerlendirirken, devrim hareketlerinin yeniden yaşanabileceğini ve bu kez “Arapların ne istediğini bildiğini” ileri sürüyor:
“2010 yılının sonunda, (…), Tunus’ta patlak veren, Arap medyasının sansürlediği, Batı medyasının hâlâ görmezden geldiği olaylar hakkında bilgi kırıntıları aramak için Arapça sosyal medyayı tarıyordum. Bir sokak satıcısı olan Muhammed Bouazizi, Sidi Bu Zeyd kentindeki hükümeti protesto etmek için kendisini yakmış ve ülke çapında yayılan gösterilerin fitilini ateşlemişti.
Protestoların Tunus’un devlet başkanını devirmesinden haftalar önce, bu ayaklanmayla ilgili bir şeyin farklı olduğunu görebiliyordunuz: Protestoların Arap dünyasındaki evlerdeki yankısında, ahlaki öfkenin yoğunluğunun yanı sıra yeni ve heyecan verici bir devingenlik gücü vardı.
Ama o zamanlar gelişmelerin vaat ettikleri ve potansiyeli hakkında yazdığımda bile, bunun sonucunun şimdi Arap Baharı dediğimiz şeye varacağını asla hayal etmemiştim. O zamanlar barışçıl protestoların bir Arap diktatörünü devirmesi akıl hayale sığmaz bir şeydi. Daha önce hiç olmamıştı. Bunun neye benzeyeceğini kimse bilmiyordu.”
Hayaller paramparça oldu
“On yıl sonra, ‘Arap Baharı’ ifadesi paramparça olmuş kurtuluş hayalleri ile eşanlamlı hale gelmişken protestoların ilk gün ve haftalarını hatırlamak acı veriyor. Araplar olarak şimdi o sevinç ve iyimserlikle dolu sarhoş edici ayları, yaşamlarımızda ilk kez sahip olduğumuz o güç duygusunu hatırlamak ıstırap veriyor.
Her şeyden önce, yabancılarla sokaklarda ve kafelerde ağladığınızda; başka bir diktatörün görevi bıraktığı haberini veren radyo veya televizyonun başına üşüştüğünüzde; onları ülkelerinin devriminden dolayı tebrik ettiğinizde ve bu sefer bir sonraki ülkenin kendinizinki olacağına söz verdiğinizde hissedilen yoldaşlık ve heyecan duygusunu hatırlamak elem veriyor.
Ayrıca tüm cesaret eylemlerini hatırlamak da acı veriyor: Bir arkadaşın protestoya katılmak için aşağı inmeden önce aradığı ve bir daha geri dönmemeleri ihtimaline karşı ebeveynlerinin telefon numarasını bıraktığında… Ölenlerin ailelerini teselli ettiğinizde ve ana babalarının yas tutmadığını ve yılgınlığa düşmeyip çocuklarının ölümlerinin boşuna olmayacağına karar verdiklerini anladığınızda…”
“Yine de bugün Arap dünyasına baktığımızda, bunun olduğuna inanmak zor. Sadece ‘Tunus devrimi’ bozulmadan kaldı. Etkilenen her ülke ya Libya ve Suriye’de olduğu gibi kaosa ve iç savaşa gömüldü ya da Mısır gibi, her zamankinden daha karanlık ve daha baskıcı yeni bir diktatörlük dönemine girdi. Olup bitenler belki de, protestolara karşı en başından bazılarının dile getirdiği “Bunlar sadece daha fazla siyasi istikrarsızlığa yol açacak” yönündeki uyarılarının gerçekleştiğini gösteriyor.
Ümit dolu günleri yaşayan birçok kişi şimdi bunlar hakkında konuşmaktan hoşlanmıyor. Konuştuklarında ise bunlardan neredeyse utanç duyuyorlar, gençlikleri, saflıkları ve pervasızlıklarını aşağılıyorlar. Bu yılın başlarında Mısırlı bir adam bana, başarısız devrim hakkında konuşurken, “Özgürlük ve istikrara sahip olamazsınız” demişti. “Öğrendiğimiz şey bu.”
Lidersiz ve yol haritasız hareketlerin sonu hüsran
Malik, Arap Baharı hareketlerinin başarısız olmasını ise hareketin liderleri ve yönünün olmamasına bağlıyor:
“Arap Baharı’nın mirası, sadece onu izleyen zulümler ve zorba rejimler değil, aynı zamanda protesto kavramının yadsınmasıdır. Tahrir sonrası siyasi harekette aktif olarak bulunan Irak asıllı Mısırlı Hafsa Halawa, geçen hafta bana “Kendimizi ayıplıyoruz. Ama aynı zamanda ayıplanıyoruz da…” dedi. (…) Halawa, “Başarısız olduk çünkü protesto hareketinin siyasileşmesi yönünde çok fazla baskı vardı. Rejimler devrildiğinde onların yerine protestocuların geçmeleri bekleniyordu.” diyor.
Tunus’ta bile Bouazizi’nin adı kutsallığını yitirdi. Ailesi lekelendi ve taciz edildi. Sevdiklerinin ölümünden maddi kazanç elde etmekle suçlanınca milyonlarca Arap Baharı sürgünü arasına katılıp ülkeyi terk ettiler. (…)
Ancak tüm bu suçlamalar ve kendi kendine dövünmeler, Arap Baharı’nın asıl gerçeğini gizliyor. Arap Baharı başarılı olamayacağı için başarılı olamadı. O zaman ve o şekilde barışçıl geçiş kesinlikle imkânsızdı. Suriye’den Sudan’a kadar hafife aldığımız şey, ordunun gücü ya da güvenlik güçlerinin vahşeti ya da güçlerini korumak için her şeyi yapacak kemikleşmiş çıkarların ve elitlerin azmi değildi. Asıl sorun tüm bu güçleri dengeleyecek bir ağırlığın bulunmamasıydı. (…)
Diktatörlük sadece tek bir kişinin egemenliği değil demokrasinin kısırlaştırılmasıdır. (…) Ne siyasi enerjiyi kontrol edip yönlendirecek muhalefet partileri ne sürgünden dönen ya da hapisten kaçarak siyasi hareketleri harekete geçiren karizmatik şahsiyetler ne de komplo ve hizipçiliğe teslim olmaya direnecek sağlıklı medya ekosistemi vardı.
Organik, insan gücüne sahip, lideri ya da ideolojisi olmayan bir hareket olarak Arap Baharı’nı şaşkına çeviren bir tarihsel güç haline getiren şey sonunda onu yedi bitirdi. Boşluk devrimi yuttu. (…) Arap baharının karşılaştığı şey evrensel bir muammaydı: Eşitlik talep eden güçler bunu sağlayanlara nasıl dönüştürülecek?”
Arap rejimleri daha da paranoyaklaştı
“Bugün, Suriye, Libya ve Yemen’de milyonlarca kişi yerlerinden edilmiş, ölmüş veya kayıpken ya da Mısır’ın siyasi hapishaneleri cesetlerle dolup taşarken yerleşmiş başarısızlık anlatısından ötesini görmek zor. Ancak daha yakından bakıldığında, bir zamanlar bu kadar heyecan verici olan şey kendini, özellikle de onu bastırmaya çalışan liderlere aşıladığı tedirginlik ile doğruluyor. Mısır’da ordu ve emniyet güçlerinin çok daha sertleşmesinin nedeni, bir isyan tehdidinin en ufak bir ihlale bile izin veremeyecek kadar güçlü olduğunu öğrenmeleridir. Sorumlu olduğu hükümlü hapisten kaçmış ama sonra yeniden yakalanmış gardiyan gibi, ülkenin paranoyak liderleri bunun bir daha olmamasını sağlamak için akla hayale sığmadık tüm çarelere başvuracaklardır.
Herhangi bir meydan okumayı anında boğmak için TikTok’ta dans videoları yayınlayan genç kadınlardan Covid-19 ile mücadele eden doktorlara kadar herkes, nefes alanı bırakmayan mutlakçı kültüre bir tehdit olarak görülüyor. Nafile bir çaba… Zira hoşnutsuzluk sürüyor. Yolsuzluk ve ekonomik mücadeleler insanları rasyonel hesaplamaları bırakmaya, sokaklara dökülmeye ve mutlaka gözaltı, işkence ve hatta ölüme sürüklüyor.
On yıl önce protestolar başladığından beri bir metronom tıklıyor: Bir an ölüm ve geçim korkusu, bir sonrakinde ise umutsuz, tutkulu, yılmaz bir öfke yükseliyor. Bu ikili bilinci, Arap dünyasındaki sekiz ülkede çoğunluğun toplumlarının daha da eşitsiz hale geldiğini düşündüğünü gösteren anketlerde görebilirsiniz. Ancak bu ülkelerin beşinde çoğunluk, Arap Baharı protestolarından pişman olmadıklarını söylüyor.
İşler on yıl öncesine göre daha kötü olabilir, ancak şimdi hem despotlar hem de insanlar için açık olan bir gerçek var: İnsanlara ilk seferinde sahip olmadıkları bir avantaj sağlayan bir gerçek. Bu gerçekleşebilir. Daha önce de gerçekleşmişti. Şimdi neye benzediğini biliyoruz. Ve bir dahaki sefere kendimizden ne istediğimizi biliyor olacağız.”
Bu yazı ilk kez 24 Aralık 2020’de yayımlanmıştır.