AB’nin öncülü olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun temellerini atan Schuman Deklarasyonu’ndan tam 74 yıl sonra Avrupa Günü’nü kutladığımız bugünlerde çok farklı koşullar altında var olma mücadelesi veren bir Avrupa Birliği ile karşı karşıyayız.
Değişmeyen tek şey, AB’nin kendi var oluşu için gerekçe aramakta hiç de zorlanmıyor oluşunda yatıyor. Farklı gerekçelerle de olsa AB yine Avrupa’nın önemini koruması ve değişen dünyada anlamlı olmaya devam etmesi açısından bir çatı oluşturuyor ve düzenleyici, eşgüdüm sağlayıcı ve birleştirici bir kurumsal ve siyasal kimlik olarak vazgeçilmezliğini sürdürüyor.
Geçtiğimiz günlerde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Sorbonne II olarak adlandırılan konuşması Avrupa’nın ölümlü olduğu gerçeğine dikkat çekiyordu. Avrupa coğrafi olarak var olmaya devam ettiğine göre, ölümlü olma riskini taşıyan Avrupa bütünleşme hareketi idi. Bu bütünleşme ile demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlükler, azınlıkların korunması, cinsiyet eşitliği gibi temel değerlere dayanırken, kültürel çeşitliliğini koruyan ancak yaşam standartları, çalışma koşulları, iletişim biçimleri açısından giderek birbirine daha çok benzeyen ve ortak norm ve standartları hedefleyen bir kıta yaratılmak isteniyordu.
AB neleri başardı, neleri başaramadı?
AB bir yandan gümrük vergileri ve eş etkili önlemleri kaldırarak tek bir Pazar yaratırken, sınırların giderek önemini yitirdiği bir serbest dolaşım alanını meydana getiriyordu. Bunun yanında, sınırları içindeki ülke ve bölgeler arasındaki gelişmişlik, yatırım, istihdam gibi farklılıkları hafifletmeye yönelik bölgesel ve yapısal fonlar yürütülüyordu. Tarım kesimi desteklenirken sanayi için eşit rekabet koşulları sağlanmaya çalışılıyordu. Ekonomik bütünleşmenin son aşaması olan Ekonomik ve Parasal Birlik Maastricht Antlaşması’nın hazırladığı altyapı üzerinde inşa edildi. Ancak 2008 mali krizi AB içinde özellikle finansal politikalar ve mali disiplin açısından önemli farklılıklar olduğunu ortaya koydu ve çözüm olarak mali politikaların denetiminde ulusüstü kontrol mekanizmaları güçlendirildi.
AB pazarında çalışanların korunması için Sosyal Şart, Temel Haklar Şartı gibi belgelerin yanı sıra, işçi sağlığı ve güvenliğini güvence altına alan iş gücü piyasası ile ilgili önemli bir müktesebat oluşturuldu. Ancak çalışanların ücret ve çalışma koşulları arasındaki önemli farklılıklar yeknesak hale getirilmedi. Tek Pazar projesi 1992 itibarıyla tamamlansa da özellikle iş kurma ve hizmet sağlama serbestisi gibi konularda hâlâ parçalı bir piyasa yapısı büyük ölçüde devam etti.
Özellikle ABD ve Çin gibi küresel aktörlere karşı rekabette ve ileri teknoloji alanlarında zorlanan AB rekabetçilik ve yeni teknolojilere uyum için ayırdığı araştırma ve geliştirme fonları ile inovasyonu destekledi. AB’nin oldukça büyük bir coğrafi alana ve nüfusa sahip bu ülkelere karşı rekabet gücü ve liderliğini koruması için tek pazarın güncel gelişmelere uydurulması ve parçalı yapısının entegre edilmesi büyük önem taşıyor.
AB birçok başarıya imza atmasına rağmen, her kazanım yeni adımlara yol açıyor ve küresel sistemdeki değişim ve sınamalara karşı sürekli ayak uydurma ve yeniden hizalanma ihtiyacı ortaya çıkıyor.
AB’nin değişen kimliği ve önemi
AB’nin en önemli başarılarının başında Avrupa kıtasında yeniden bir savaşın çıkması olasılığını neredeyse imkansız hale getirmek geliyor.
Devletler arasındaki ilişkileri tıpkı ulusal düzeyde geçerli olan, bağlayıcı hukuk düzenleri gibi kurallı hale getirmek, belirli bir hukuk sistemine tabi kılmak ve uyuşmazlıkların barış içinde çözümünü sağlamak AB’nin en önemli hedeflerinden biri olmuştu. Soğuk Savaş sonrasında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan savaşlar, etnik temizlik ve soykırım suçunun işlenmesi Avrupa kıtasına savaşın geri gelmesi olarak görülse de sistemik değişim sürecinde olduğu için onarılabilir ve tekrarlanması önlenebilir bir çatışma olarak görülmüştü.
Rusya’nın 2008 Gürcistan müdahalesinden başlayarak giderek yükselen ve sonunda Ukrayna’yı işgal girişimine kadar uzanan saldırganlığı ise Avrupa güvenliği için giderek dozu artan bir tehlike oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor. Rusya’nın sistem dışına çıkması, Rusya tehdidinin SSCB’den ayrılan bazı devletlere de uzanması ve nükleer saldırı tehditlerinin yanında AB’ye yakınlaşan bir ülkenin Rusya tarafından bu şekilde cezalandırılmak istenmesi Avrupa’nın geleceği açısından önemli bir sorun teşkil ediyor. AB Rusya’ya yönelik kapsamlı ve sert yaptırımlar uygulamaya koymasına ve Ukrayna’ya destek vermeye devam etmesine rağmen, savaşın nasıl sonlanacağı konusu hâlâ belirsizliğini koruyor. Savaşın Rusya için kazanımlarla sonlanması ihtimali ise Avrupa güvenliğinin yeniden tesis edilmesi açısından soru işaretleri oluşturuyor.
AB’nin ikiz önceliklerini oluşturan yeşil ve dijital dönüşümler AB’nin kimliğini yeni çağa uygun ve küresel liderlik odaklı yönde dönüştürme çabasını yansıtıyor. AB yeşil mutabakat ve dijital gündem kapsamında Avrupa kıtasını dünyanın ilk iklim nötr kıtası olma, dijital alanda öncülük, ilk yapay zeka yasasını çıkaran kıta olma gibi hedeflere yöneltirken, kimliğini de güncelliyor ve dönüştürüyor. İlerici, doğu ile uyumlu, sürdürülebilir bir anlayışın yanında giderek daha belirleyici hale gelen dijital alan için insan ve hak merkezli bir yaklaşımı gündeme getirerek kendisini özellikle otoriter güçlerden ayrıştırıyor ve çok merkezli hale gelen dünyada yeni bir güç olma hedefinin peşinde koşuyor.
Jeopolitik sınamalar ise AB’nin değerlerini yansıtması ve ortak değerler doğrultusunda bir dış politika yürütmesini tutarlılık testine tabi tutuyor. AB bir yandan sert gücünü geliştirme çabasında ortak güvenlik ve savunma politikalarını pekiştirmeyi hedeflerken, öte yandan Gazze Savaşı konusunda pasif kalmak ve İsrail’in sivil halka yönelik katliamlarının destekçisi olmak ile eleştiriliyor. Ukrayna ve Gazze’ye yaklaşımlardaki farklılık ise AB’nin kendi değerlerine sadakati ve tutarlılığı konusunda soru işaretlerinin oluşmasına yol açıyor.
Göç ve iltica konusu AB’nin diğer bir yumuşak karnını oluştururken, yine kendi değerlerinin tutarlı bir şekilde takipçisi olması konusunda ciddi bir sınama yaratıyor. AB üyesi devletlerde artan göç ve mülteci hareketlerinin kültürel, ekonomik ve siyasi olarak bir tehlike olarak görülmeye başlaması ve bu durumun aşırı sağın yükselmesinde önemli bir rol oynaması AB’nin de göç ve mülteci konularına daha katı, kısıtlayıcı ve güvenlikçi yaklaşımda bulunmasına yol açtı. AB’nin uygulamaları göçmen hakları ve sığınma ve iltica hakkı açısından sakıncalı bulunurken, yine temel insan hakları ve özgürlüklere saygıyı içeren değerlere ters düşmekle de eleştiriliyor.
Avrupa siyasetinde etkinliğini ilerleten aşırı sağın haziran ayında yapılacak olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy oranını ve temsil gücünü artıracağı yönündeki tahminlerin gerçekleşmesi ise göç konusunda AB’nin politikaları üzerinde daha da kısıtlayıcı ve güvenlikleştirici yönde etki yapacak. Aşırı sağın iklim değişikliği ile mücadele, yeşil mutabakat ve Rusya’ya yönelik yaptırımlar gibi konulardaki tutumu da AB’nin politikaları üzerinde etkisini hissettirebilecek. Aşırı sağın ve faşizan yaklaşımlarım güçlendiği, göçmenlerin ötekileştirdiği ve siyasi sığınma hakkının tanınmadığı bir Avrupa ihtimali ise AB kimliğinin daha sınırlayıcı, kapalı ve defansif bir şekilde gelişmesine yol açabilir.
AB’nin jeopolitik sınamaları ve aday ülkeler
AB jeopolitik sınamalar karşısında stratejik özerkliğini sağlamayı öncelik hale getiriyor. Stratejik özerklik ise AB’nin dış politika ve savunma gibi alanların yanı sıra ekonomi, dijitalleşme, enerji ve sanayi politikası gibi konularda da kendine daha fazla yeterli olması, yenilenebilir enerjiye geçişin hızlandırılması, döngüsel ekonomi modeli içinde kaynak kullanımının azaltılması, rekabet gücünü artıracak ve yeni teknolojilere geçişi hızlandıracak şekilde dinamik bir sanayi politikası uygulanması, ticaret politikasının AB’nin çıkarlarını savunacak şekilde daha iddialı hale getirilmesi ve enerji, hammadde ve mamul üründe tedarik kanallarının çeşitlendirilmesi ve böylece tek bir aktöre bağımlı olma riskinin ortadan kaldırılması gibi birçok farklı unsuru içeriyor.
ABD’nin Enflasyonu Düşürme Yasası ile ülkeye daha fazla yatırım çekmesi ve Çin’in AB’nin iddialı olduğu elektrikli araçlar ve güneş enerjisi gibi sektörlerdeki artan kapasitesi, Kuşak ve Yol projesi gibi adımlarla siyasi ve ekonomik etki alanını genişletmesi, ayrıca Ukrayna Savaşı öncesinde ortaya çıkan Çin ve Rusya arasındaki yakın işbirliği ve Batı karşıtı eksen AB için önemli endişe kaynakları oluşturuyor.
Tüm bu jeopolitik sınamalar karşısında AB genişleme sürecini canlandırmaya yönelik adımlar da atıyor. AB bütünleşmesi Batı Balkanlar olarak adlandırılan Sırbistan, Bosna Hersek, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Arnavutluk’un yanında Ukrayna, Moldova ve Gürcistan’ı da içine alacak şekilde Doğu’ya doğru genişleme sürecine girmiş durumda.
Türkiye aday olmasına rağmen genişleme sürecinin dışına itilirken, diğer aday ülkeleri içine alacak şekilde genişlemenin gerçekleşmesi ise AB’nin ortak bir siyasi iradeyi ortaya koyabilmesine bağlı. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un Ağustos 2022’de Prag’da gerçekleştirdiği “Avrupa Geleceğimizdir” adlı konuşmasında belirttiği gibi 35 veya 36 üyelik bir Birlik olabilmek için AB’nin önce kurumsal bir reform sürecine girmesi gerekiyor. Aksi takdirde AB stratejik kararlarında ve dış politikasında oybirliği yöntemini uygulamaya devam ederse karar alması zorlaşabilir ve ortak politikalar zayıflayabilir. AB’nin kurumlarında üye devletlerin temsili ve karar alma süreçlerinde oyçokluğunun geçerli tek kural olmasına yönelik reformların gerçekleştirilmesi ise Antlaşmalarda revizyonu gerektiriyor. Yenilenen kurucu Antlaşmaların halk oyuna sunulması ise 2005 yılında olduğu gibi bir onay krizini gündeme getirebilir ki bu da birçok AB liderinin korkulu rüyasını oluşturuyor. AB aday ülkelere bir üyelik vizyonu sunarken bu iç sorunlarla da uğraşmak zorunda.
2023’te yayınlanan ve Fransa ve Almanya’dan 12 uzmanın kaleme aldığı “Açık Denizlerde Yol Almak: AB’yi 21. Yüzyıl için Reforme Etmek ve Genişletmek” başlıklı rapor, AB’nin geleceği için önemli öneriler sunuyor. Farklılaştırılmış entegrasyon olarak adlandırılan ve bütünleşmenin farklı hızlarda ilerlemesi ve iç içe geçmiş halkalar gibi farklı aşamalardan oluşması fikrinin bu rapordaki önerilere de ilham verdiği görülüyor. Merkezde AB’nin avro alanı ve Schengen bölgesi gibi en ileri giden hedeflerine de uyumlu ülkelerin oluşturduğu bir çekirdek, çevresinde AB’nin siyasi ilkelerini ve değerlerini paylaşan mevcut ve gelecekteki üyeleri, üçüncü aşamada Avrupa Tek Pazarı’na erişim ve uyum üzerinden ortak üyelik ve dış halkada da AB ile ikili anlaşmalar esasında işbirliklerini öngören ve üyelik hedefi olmayan ülkelerin oluşturduğu dış katma yer alıyor. Bu dış katmanı diğerlerinden ayıran en önemli unsur da hukukun üstünlüğü sınırının dışında kalması ve AB ile ilişkinin büyük ölçüde zaruret ve çıkar üzerinden tanımlanıyor olmasında yatıyor.
AB’nin buna benzer reform önerilerine benzer süreçlerden geçerek bugünkü yapısını genişlemeye hazır hale getirmesi en önemli jeopolitik adımlardan birini oluşturacak. Bu süreçte AB, kimliğinin dönüştürürken, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerlerden taviz vermeden ortak değerlerini korumayı ve aynı zamanda değişen dünyada önemli bir jeopolitik aktör olabilmeyi hedefliyor.
Değişen AB karşısında Türkiye’nin konumu
Türkiye gibi AB adayı ve AB ile Gümrük Birliği içinde olan bir ülke için, bu hızlı değişim ve dönüşümleri yakından izlemek ve buna göre politikalar üretmek büyük önem taşıyor. Gerçekleşme olasılığı oldukça zayıflasa da Türkiye’nin üyelik iddiasını güçlendirmek ve dikkate alınmasını mümkün kılmak için AB’nin içinden geçmekte olduğu dönüşümlere uyum sağlamak ve stratejik özerkliğe ulaşmasına katkıda bulunmak gerekiyor.
Son dönemde ilişkilerde yaşanan uzaklaşma ve yıpranma bugüne kadarki kazanımları da tehdit eder noktaya geldi. Türkiye’nin AET ile imzaladığı Ankara Anlaşması’na dayanan ortaklık ilişkisi ve Gümrük Birliği AB ile ticari ve ekonomik ilişkilerimizin temelini oluşturuyor. Ancak AB pazarında yaşanan hızlı ve köklü değişimlere ayak uyduramama ihtimali rekabet edebilirliğimizi yitirmemize ve bu pazardaki kazanımlarımızı kaybetmemize yol açabilir.
Bunun yanında, Kopenhag kriterleri olarak adlandırılan üyelik koşullarında AB’den uzaklaşıyor oluşumuz da Avrupa’nın geleceğinde söz sahibi olma iddiamızı ortadan kaldırabilir. Üyelik hedefi şöyle dursun, AB ile gümrük birliğinin dahi içinin boşalması durumu söz konusu olabilir ve yerine çerçevesi oldukça belirsiz olan ve çıkara dayalı bir stratejik ortaklığa dönüşebilir.
Bir yandan yeşil ve dijital dönüşümlerle karakter değiştiren, kurumsal yapısını güçlendiren ve aynı zamanda coğrafi olarak genişleyen bir AB ile Türkiye’nin hangi çerçevede ve temelde ilişkilerini yürüteceği kritik bir soru olarak karşımızda duruyor. Türkiye’nin üyelik hedefi olmasa da AB ile ilişkilerini ortaklık temelinde güçlendirmesi, gümrük birliğinin modernizasyon sürecini başlatabilmesi, göç ve mülteci konusundaki işbirliğinde daha dengeli bir bağ kurması, vize sürecinde serbestlik hedefine yönelik reformları tamamlaması ve Yeşil Mutabakat’ın önemli bir unsurunu oluşturan Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi sınamalara karşı gerekli önlemleri ve hazırlıkları zamanında tamamlaması ilişkilerin olumlu bir yöne doğru ilerlemesi açısından gerekli şartları oluşturuyor.
Her şeyden önce Türkiye’nin Avrupalı olduğuna kendimizin inanması ve Türkiye’yi Avrupa’nın sınırları dışındaki coğrafyaya hapsetme girişimlerine karşı direnilmesi gerekiyor. Bu da Türkiye’nin AB sürecini tekrar ciddi şekilde düşünmesine ve sadece üye olmak için değil, kendi vatandaşlarının yaşam standartları ve refahını artırmak için reformların yeniden canlandırılmasına bağlı.
Tabii AB’nin de Türkiye’ye yönelik stratejik körlüğü bir yana bırakarak, Türkiye ile ilişkileri Kıbrıs sorununa indirgememesi ve Avrupa ve yakın coğrafyanın geleceği için Türkiyeli bir Avrupa hedefini tekrar benimsemesi gerekiyor. Aşırı sağın güçlendiği bugünlerde AB’nin böyle bir stratejik vizyonu göstermesi çok zor olsa da, Avrupa’nın güvenliğini sağlamaya yönelik endişeler ve stratejik özerklik arayışları çok da uzak olmayan bir zamanda Türkiye’ye olan yaklaşımın değişmesine yol açabilir.
ABD’nin Avrupa’ya verdiği önemin azalması, stratejik bakışın Pasifik bölgesine kayması ve özellikle Donald Trump’ın tekrar başkanlığa seçilmesi durumunda AB güvenlik ve savunma boyutlarını güçlendirme ihtiyacının daha da acil hale gelmesi gibi gelişmeler Türkiye’nin AB için öneminin tekrar gündeme gelmesine yol açabilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 9 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.