ABD’nin Çin ile rekabeti bu yılın şubat ayında Ukrayna’da patlak veren savaştan dolayı bir nebze arka plana itilmiş olsa da ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’nin Tayvan da dahil olmak üzere Güney Doğu Asya ülkelerine gerçekleştirdiği ziyaretler, ABD ve Çin arasındaki rekabeti tekrar gün yüzüne çıkardı.
Pelosi’nin ziyaretlerinde Tayvan’ı da dahil etmesi çok büyük önem arz ediyor zira Çin, 1947’de Çin İç Savaşı’nda Komünistlerin zaferinden sonra adaya kaçan Milliyetçi hükümet tarafından kurulan bu ülkeyi kendi toprağı olarak görüyor. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ise son dönemlerde Tayvan ile “yeniden birleşmenin” gerçekleşmesi gerektiğine yönelik söylemleri daha sık ifade ediyor. Çin ordusu bölgedeki varlığını ve askerî tatbikatları artırırken Tayvan çevresindeki gerilim giderek artıyor.
Ekonomik büyümesi ve refahı özellikle Batılı ülkeler başta olmak üzere dış ticarete bağlı olan Çin, Tayvan hususunda ortaya çıkabilecek herhangi bir krizde Ukrayna işgali sonrası Rusya’nın düştüğü duruma düşmek, yani uluslararası sahnede tamamen dışlanmak istemiyor. Aynı zamanda savaş sonrasında ABD ve Batılı müttefiklerin öncülüğündeki küresel düzenin yeniden şekillendirilmesinde daha fazla söz sahibi olmak istiyor. Peki Çin dış politikası bu hedeflere nasıl ulaşacak?
ABD’de bulunan Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi’nde Çin Güç Projesi Direktörü olan Bonny Lin ve aynı kurumda Çin Araştırmaları Freeman Başkanı olan Jude Blanchette tarafından Foreign Affairs dergisi için yazılan makalede Ukrayna savaşı sonrasında Çin dış politikasının nasıl şekillenebileceği anlatılıyor.
Makaleden öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin hemen ardından Pekin köşeye sıkışmıştı. … Şi’nin Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile “sınırları olmayan” ortaklığının itibar maliyeti giderek artıyordu.
Ufukta sonu görünmeyen savaşın patlak vermesinden yaklaşık altı ay sonra Pekin içinde bulunduğu zor durumdan büyük ölçüde kurtuldu. Çin’in, savaştan dolayı Avrupa devletlerinin savunma harcamalarını önemli ölçüde artıracağına dair endişeleri henüz gerçekleşmedi. Çin, savaşın Rusya’nın kesin bir zaferiyle sonuçlanmasını tercih etse de ABD ve Avrupa’nın Ukrayna’yı desteklemek için depolarındaki askeri teçhizatı tüketmesi onun için en iyi ikinci seçenek olacaktır. Aynı zamanda, artan enerji maliyetleri ve enflasyon, Avrupa hükümetlerinin yaptırımlar konusundaki kararlılığını test ediyor ve Pekin’e göre transatlantik bağların potansiyel olarak zayıfladığına işaret ediyor. Gelişmiş demokrasilerde kamuoyu nezdinde Çin’e yönelik olumsuz bir algı oluşmuş olsa da, Pekin’in kalkınma yardımları ve diplomatik söylemleri “küresel Güney” boyunca geniş bir alıcı kitlesine ulaşmaya devam ediyor.
Pekin, aynı zamanda, savaşın sonucu ne olursa olsun dış politikada içinde bulunduğu vaziyetin daha tehlikeli hale geldiği sonucuna vardı. Çinli analistler, Batı demokrasileri ile aralarında Çin ve Rusya’nın da dahil olduğu demokratik olmayan ülkeler arasında giderek büyüyen bir ayrışma gözlemliyor. Çin, kendisini kontrol altına almak amacıyla ekonomik, teknolojik veya güvenlik koalisyonları kurmak için ABD’nin bu büyüyen çatlağı kullanabileceğinden endişe duyuyor. Washington ve Taipei’nin, Ukrayna’ya yönelik saldırıyı Tayvan’ın güvenliği ve emniyeti ile doğrudan ilişkilendirerek bölgedeki gerginliği kasıtlı olarak artırdığına inanıyor. Çin, ayrıca, Tavyan’a yönelik artan uluslararası desteğin Tayvan ile “yeniden birleşme” planlarını bozacağından endişe ediyor.
Batı’nın müdahalesine ilişkin bu algılar Pekin’in bir kez daha atağa geçmesine sebep oldu. İleriye dönük olarak, Çin’in dış politikası, çıkarların daha agresif bir şekilde savunulması ve Batı tarafından kontrol edilen kilit noktaların atlatılmasını sağlayacak küresel güce ulaşmanın yollarının araştırılması ile tanımlanacaktır.
Yeni stratejik çerçeve
Pekin’in işgalden bu yana tutumunda meydana gelen değişimler birçok alanda belirgin. Bu tutumda meydana gelen değişimin en üst düzeydeki örneği ise Çin’in bu yılın başlarında Küresel Güvenlik Girişimi (GSI) olarak adlandırdığı yeni bir stratejik çerçeveyi duyurması oldu. GSI, henüz ilk aşamalarında olmasına rağmen Pekin’in küresel düzen hakkında gelişmekte olan konseptinin parçalarını bir araya getiriyor. Daha da önemlisi, söz konusu stratejik çerçeve, Şi’nin bölgesel ve küresel istikrar sağlama hususunda ABD’ye duyulan uluslararası güveni sarsma ve Çin’in diğer ülkelerle daha fazla ortaklık kurmasını meşrulaştırabileceği bir platform yaratma çabalarına işaret ediyor. GSI ayrıca Pekin’in Çin’in agresif ve revizyonist bir ülke olduğuna dair yanlış tasvirler olarak algıladığı söylemlere karşı da bir cevap niteliği taşıyor.
Şi, Nisan ayında yaptığı sanal konuşmada GSI’nin ana hatlarını ortaya koydu. Açıkça söylemek gerekirse Şi’nin yaptığı konuşma çok az yeni bilgi içeriyordu. Ancak Şi, GSI’yi ilan ederek küresel güvenlik hakkındaki söylem kontrolünü ABD ve Avrupa ile Hint-Pasifik bölgesindeki müttefiklerinin elinden almayı ve diğer ülkeleri ABD liderliğindeki askerî ittifaklara ya da gruplara katılmaktan vazgeçirmeyi hedefliyordu. Şi bu girişimiyle, Ukrayna’daki savaşın ardından uluslararası düzenin nasıl olması gerektiğine dair ABD öncülüğündeki söylemler ile rekabet edebilecek başka bir fikir ortaya koymuş oldu. Pekin’in söylemlerinin özünde Çin’in giderek dengesiz ve öngörülemez hale gelen ABD’nin karşısında bir istikrar ve öngörülebilirlik kaynağı olduğu yer alıyor.
Aynı derecede önemli olarak, Pekin kendisini 21. yüzyılda küresel yönetişim alanında yenilikçi bir lider olarak konumlandırmaya devam ediyor. GSI, ilan edildiğinden bu yana Çin’in Güneydoğu Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ikili ve çok taraflı angajmanları toplantı raporlarında sürekli yer alan bir konu haline geldi. Bu durum, Pekin’in söz konusu girişimin diplomaside bir norm haline gelmesini ve dolayısıyla küresel yönetişim jargonuna dahil edilmesini amaçladığının bir kanıtı. GSI Tokyo, Canberra veya Brüksel’de fazla ilgi görmese de, ABD liderliğindeki küresel düzenden duyulan hayal kırıklığının kendini gösterdiği Cakarta, İslamabad ve Montevideo gibi başkentlerde yankı bulacaktır.
Şi’nin Nisan ayında gerçekleştirdiği konuşması, Putin’in Ukrayna’da yürüttüğü başarısız savaşa rağmen Çin ve Rusya arasındaki stratejik yakınlaşmanın devam ettiğini de doğruladı. Şi konuşmasında özellikle “bölünmez güvenlik” ifadesine atıfta bulundu. Söz konusu ifade Sovyetler Birliği ile Batı arasında 1970’lerin başında yürütülen Helsinki Süreci olarak bilinen müzakerelere dayanıyor. Ancak bu ifade Putin döneminde Moskova’nın NATO’nun genişlemesinin Rusya’nın güvenlik anlayışını doğrudan tehlikeye attığı yönündeki söylemlerini özetleyen bir ifade haline geldi. Çinli yetkililerin de açıkça belirttiği gibi Pekin, NATO’nun Avrupa’daki genişlemesi ve ABD’nin Hint-Pasifik bölgesindeki güvenlik ortakları ile oluşturduğu giderek büyüyen koalisyon arasında doğrudan bir bağlantı görüyor. Dönemin üst düzey dışişleri bakanlığı yetkilisi Le Yucheng’in Mayıs ayında yaptığı bir konuşmasında belirttiği üzere, “ABD uzun süredir Çin’in yanı başında güç gösterisi yapmaya devam ediyor, Çin’e karşı gruplar oluşturuyor ve Çin’in kırmızı çizgilerini zorlamak için Tayvan sorununu tırmandırıyor.” Le Yucheng sözlerine şu şekilde devam etti: “Eğer bu, NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin Asya-Pasifik bölgesindeki karşılığı değilse nedir?” Rusya’nın güvenliğinin bu şekilde Çin’in güvenliği ile ilişkilendirilmesi 4 Şubat’ta Şi ve Putin tarafından yapılan ortak basın açıklamasının esas konu başlıklarından biriydi.
Daha fazla yakın dost
Çin, Ukrayna’nın işgali sonrasındaki tutum değişikliğinin bir parçası olarak Batı bloğunun dışında kalan ülkeler, yani “küresel Güney” grubunun büyük bir kısmı ile işbirliğini hızlı bir şekilde güçlendiriyor.
Çin, uzun zamandır diğer ülkeler ile daha derin dostluklar kurmak istiyor, ancak artık Avrupa demokrasileri gibi bazı ülkelerin bir tercih yapmak zorunda kaldıkları takdirde kendisini asla desteklemeyeceklerinin farkına varıyor. Le Yucheng, Mart ayındaki konuşmasında Ukrayna’yı örnek göstererek “bazı büyük ülkeler küçük ülkelere boş vaatlerde bulunarak onları piyon haline getiriyor ve hatta bu ülkeleri vekalet savaşlarında kullanıyor” diye yakınmıştı. Pekin, Tayvan veya başka bir komşusu ile bir çatışmaya girdiği takdirde aynı durumla yüzleşmek istemiyor.
Çinli akademisyen Yuan Zheng’in söylediği üzere Pekin, “ABD’de bazı savaş yanlısı kişi ve grupların Çin’in bulunduğu coğrafyada potansiyel bir vekalet savaşının gerçekleşmesini beklediğine” inanıyor. Çinli liderler, ülkelerinin siyasi yapısı ile büyüyen ekonomik ve askerî gücünden emin olsalar bile, Çin’in ekonomik kalkınmasının ve gelişen askerî kabiliyetlerinin sürdürülmesinin hâlâ dışarıdan gelen mallara ve kaynaklara bağlı olduğunun farkında. Pekin, felç edici yaptırımlara karşı bağışıklığını artırmak ve zor zamanlarda yalnız olmamak için diğer ülkelerle kurduğu işbirliklerini güçlendirmek ve genişletmek için hızla hareket ediyor. Bu, Suudi Arabistan ve Venezuela ile ikili ilişkilerin güçlendirilmesini de içeriyor.
Çin aynı zamanda kendisini destekleyecek veya en azından ABD’nin yanında yer almayacak ülkelerden oluşan özel bloklar oluşturmayı da planlıyor. Bu çabaların başında Çin’in BRICS bloğunu (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika); Quad bloğu (ABD, Japonya, Avustralya, Hindistan), G-7 ve G-20 grupları ile rekabet edecek, gelişmekte olan ülkelerin yer aldığı alternatif küresel bir blok olarak güçlendirme ve genişletme girişimi geliyor. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi tarafından mayıs ayında düzenlenen BRICS dışişleri bakanları toplantısında aralarında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de bulunduğu dokuz ülke daha yer aldı. Bir sonraki ay düzenlenen BRICS zirvesine ev sahipliği yapan Şi, bloğun genişletilmesini savundu ve dijital ekonomi, ticaret ve yatırım ile tedarik zinciri konularında daha fazla işbirliği yapılmasını teklif etti. Şi ayrıca, eşi benzeri görülmemiş bir şekilde aralarında İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Kamboçya Başbakanı Hun Sen’in de bulunduğu 13 dünya liderini BRICS ülkeleriyle küresel kalkınma üzerine üst düzey bir diyaloğa davet etti. Bundan kısa bir süre sonra Arjantin ve İran, BRICS bloğuna katılmak için resmen başvuruda bulundu ve Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye de bu gruba katılmaya yönelik isteklerini ifade etti. Moskova, temmuz ayında daha da ileriye giderek grup üyelerinin “kendi ekonomik çıkarlarına daha iyi hizmet etmesi için yeni bir küresel rezerv para birimi oluşturmalarını” teklif etti.
Pekin, BRICS bloğunu genişletmeye ek olarak Rusya’nın da üye olduğu Şangay İşbirliği Örgütü’nü (SCO) kuvvetli siyasi, ekonomik ve askerî bağlardan faydalanabilecek güçlü bir bloğa dönüştürmeyi hedefliyor. Çin, uzun süredir ŞİO üyeleri arasındaki ekonomik işbirliğinin artırılmasını, bir serbest ticaret anlaşmasının sağlanmasını ve bir ŞİO bankasının kurulmasını amaçlıyor. Bu fikirler geçen sene herhangi bir sonuç vermese de bu yıl mayıs ayında ŞİO, üye ülkeler arasında özellikle uluslararası güvenlik ve ekonomik işbirliği konularındaki etkileşimin artırılması ihtiyacına dair görüşmeler gerçekleştirdi. ŞİO, bu yılın sonunda İran’ı ve gelecekte de potansiyel olarak Belarus’u kapsayacak şekilde genişlerken dünya sahnesinde daha iddialı olmaya hazırlanıyor. Nitekim bu yılın haziran ayında Tahran, ŞİO’nun tek bir para birimine geçmesini teklif etti ve bu grubun “Batılı olmayan büyük güçlerin uyum sağlayacağı” bir oluşum haline gelebileceğine dair umutlarını dile getirdi. …
Sözlerin arkasındaki güç
Çin’in dışişleri politikasındaki değişikliklerin en son parçası da askerî güç ile bağlantılı. Pekin, Batı’nın Rusya tarafından meşru güvenlik kaygıları olarak görülen meseleleri anlamaktan aciz olduğuna inanıyor. Çin’in, ABD ve müttefiklerinin Çin’in benzer güvenlik kaygılarını farklı bir şekilde ele alacağını düşünmesi için bir sebep bulunmuyor. Çin, diplomasi etkili olmadığı takdirde kararlılığını göstermek için güç kullanmak zorunda hissedebilir.
Bu durum özellikle Tayvan söz konusu olduğunda geçerli. Pekin şu anda ABD’nin bu ada hakkındaki niyetlerinden ve provokasyon olarak algıladığı durumdan her zamankinden daha fazla endişe duyuyor. Bu durum Çinli dış politika analistleri arasında yeni bir Tayvan Boğazı krizinin kapıda olup olmadığı ve eğer yakında böyle bir kriz gerçekleşecekse Çin’in buna nasıl hazırlanması gerektiği konusunda tartışmalara yol açtı. Çin Politbürosu’nda görev yapan bir diplomat olan Yang Jiechi, Çin’in çıkarlarının korunması için askerî güç kullanımı da dahil olmak üzere “kesin adımların” atılacağını belirtti. Aynı zamanda Çin Halk Kurtuluş Ordusu, Tayvan ile gerçekleşecek bir çatışmada üçüncü bir tarafın müdahalesini caydırmak amacıyla bölgede gerçekleştirdiği askerî tatbikatları sıklaştırıyor.
Çin’in uyarılarını ve askerî harekat tehditlerini sırf daha önceki uyarılar gerçekleşmedi diye görmezden gelmek bir hata olacaktır. Tayvan’ın işgal edilmesi uzak bir ihtimal olsa bile Pekin’in elinde, Tayvan hava sahasına savaş uçakları göndermek de dahil olmak üzere doğrudan bir çatışma dışında gerilimi tırmandırabilecek pek çok yöntem bulunuyor. Pekin ABD’nin son dönemdeki hareketlerinden kaynaklanan öfke nedeniyle daha sert adımlar atarsa böyle bir durum kolaylıkla çok büyük bir krizi tetikleyebilir.
Her şey Şi’ye bağlı
Çin’in dünyadaki güç dengesini kendi lehine değiştirmeye yönelik son çabaları işe yarayacak mı? GSI’nin uluslararası düzeni kökünden değiştirip değiştirmeyeceği, hatta Çin’in küresel yönetişim yaklaşımının önemli bir ayağı olup olmayacağı henüz belli değil. Çin, ülkeler arasında daha fazla ekonomik ve diplomatik etkileşim kurulmasını amaçlayan bir güvenlik yapısı olan ve ilk kez 1996 yılında ortaya konulan Yeni Güvenlik Konsepti’nde olduğu gibi küresel güvenlik üzerine süregelen tartışmaları yönlendirmeye çalıştı ve başarısız oldu. Elbette o zamanlar Çin’in ekonomik ve diplomatik gücü çok daha zayıftı. En nihayetinde başarılı olsun veya olmasın, GSI, Pekin’in sonbaharda yapılması beklenen 20. Parti Kongresi’nden sonra bölgesel ve küresel güvenlik konusundaki tartışmaları nasıl yönlendirmeye çalışacağına dair önemli bir bakış açısı sunacak.
Pekin’in BRICS ve Şanghay İşbirliği Teşkilatı gibi mevcut teşkilatları tekrar canlandırma ve genişletme çabaları da birtakım engeller ile karşılaşıyor. Örneğin Hindistan her iki bloğun da üyesi ve açıkça Amerika karşıtı olan hamleleri kısıtlayabilir. Ancak bu blokların kabiliyet ve uyumunda gerçekleştirilecek ufak iyileştirmeler bile Pekin’in önümüzdeki yıllarda ABD ve müttefiklerinin Çin’e yönelik zorlayıcı ve cezalandırıcı hamlelerini zayıflatmasına yardımcı olacaktır.
Ancak belki de Çin’in içinde bulunduğu stratejik ortamı ileriye dönük bir şekilde şekillendiren en büyük etken Pekin’in kendisidir. Çin’in yeni oyun planının ana hatlarını kağıt üstünde inceleyebiliriz: “Küresel Güney” ile daha güçlü bağlar. ŞİO gibi Pekin’in liderlik yaptığı kurumların yeniden yapılanması. Uluslararası düzene yönelik kendi vizyonu ile uyumlu yeni güvenlik konseptleri. Böyle bir strateji iyi uygulandığı takdirde ABD’nin dış politikasını mutlaka zora sokacaktır. Ancak bu çabalar oldukça fazla zaman alıyor ve Pekin’in komşularına karşı giderek daha saldırgan ve zorlayıcı bir tutum sergilemesi uluslararası alanda Çin’e karşı olumsuz bir tepkiye ya da Çin’le işbirliği konusunda çekingenliğe yol açarsa bu çabalar boşa çıkabilir. Şi’nin “kendi hedeflerini” gerçekleştirmeye yönelik tutkusu ve bu tutkudan dolayı aşırıya kaçması, Çin’in büyük stratejisinin önündeki en büyük engeli teşkil ediyor Şi’nin iktidar hırsı Çin dış politikasının sonunu getirebilir.”
Bu yazı ilk kez 5 Ağustos 2022’de yayımlanmıştır.