Çin aslında ne istiyor?

Çin gerçekten de ABD’nin yerini küresel bir süper güç olarak almak mı istiyor? Yoksa daha sınırlı hedefleri olan bir statüko gücü mü? Pekin'in temel hedefleri, Amerikalıların niyet okumalarının aksine daha açık ve sınırlı olabilir.

21’inci yüzyıl siyasetine ABD-Çin rekabetinin damgasını vuracağı öteden beri dile getirilen ve taraftar bulan bir görüş. Bu konuda yüzlerce makale ve analiz yayınlandı. Ancak bu analizlerin büyük bölümü Amerikan bakış açısını yansıtıyordu. Peki, Çin gerçekten ne istiyor?

Güney Kaliforniya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü David C. Kang, Sharjah Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi Yardımcı Doçenti Jackie S. H. Wong ve Georgetown Üniversitesi Devlet Bölümü Yardımcı Doçenti Zenobia T. Chan, Foreign Affairs dergisinde yayımladıkları makalelerinde Washington’daki genel kanıyı sorguluyor: Çin gerçekten de ABD’nin yerini küresel bir süper güç olarak almak mı istiyor? Yoksa daha sınırlı hedefleri olan bir statüko gücü mü?

Analizden öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

Yanlış anlaşılan bir niyet

“Washington’daki politika çevrelerinde, Çin’in küresel düzeni yeniden şekillendirmek ve topraklarını agresif biçimde genişletmek istediği inancı güçlü. Cumhuriyetçi ve Demokrat siyasetçiler bu noktada hemfikir. Bu ortak anlayış, ABD’nin Çin’e yönelik savaş hazırlığı, askeri caydırıcılık ve ekonomik ayrışma dahil genel politikalarını belirliyor. Ancak Çin’in kendi söylemleri ve uygulamaları dikkatle incelendiğinde ortaya farklı bir tablo çıkıyor.

İddia edilenin aksine Çin, büyük ölçüde iç istikrarını korumak, rejimin devamlılığını sağlamak ve sınırlı toprak hassasiyetlerini savunmak peşinde. Çin, 2011’de yayımladığı Dış Politika Beyaz Kitabında temel çıkarlarını şu şekilde sıralamıştı: İç siyasi istikrar, ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü, Komünist Parti’nin üstünlüğü, ekonomik ve sosyal kalkınma. Şi Cinping’in iktidarı boyunca bu hedefler değişmedi. Şi’nin toplu eserlerinde, öğrencilerin eğitim müfredatında ve parti belgelerinde aynı vurgular tekrarlandı.

Şi, 2021’de ÇKP’nin 100. yılı için yaptığı konuşmada küresel hegemonya iddiasında bulunmadı. Oysa böyle bir günde, eğer Çin gerçekten ABD’nin yerini almak istiyorsa, bunun için en uygun fırsat olurdu. Şi yalnızca, Çin’in saldırgan dış politikalara karşı olduğunu yineledi. Bu durum, Pekin’in temel önceliklerinin küresel liderlik değil, rejimin istikrarı olduğunu bir kez daha gösterdi.

ABD’nin söylemi ile Çin’in söylemi arasındaki fark

ABD’li liderler, küresel üstünlük ve “vazgeçilmez ulus” kavramlarını sıkça dile getirirken, Çinli liderler bu tür bir hegemonya dilinden uzak duruyor. Şi’nin 2012–2024 arasında yaptığı 176 konuşmanın içerik analizi, en baskın temanın “işbirliği” olduğunu ortaya koyuyor. Tayvan ve Güney Çin Denizi gibi hassas konular dışında, Şi’nin ABD’ye dair vurguları çoğunlukla angajman ve kalkınma ekseninde oldu.

Çinli liderlerin ifadeleri üzerine yapılan niteliksel analizler de benzer bir tablo çiziyor. Şi, eski Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ve Wang Yi’nin 2012–2025 yılları arasında yaptığı 290 konuşmada, tek taraflı küresel kurallar koyma arzusuna rastlanmadı. Tam aksine, ABD ile işbirliği vurgusu ve Tukidides tuzağından kaçınma isteği öne çıktı.

Kuşak ve Yol’un asıl amacı

Çin’in uluslararası girişimleri de çoğunlukla içsel motivasyonlara dayanıyor. Örneğin Kuşak ve Yol Girişimi, Pekin’in yurtdışında yeni imparatorluklar kurma arzusundan ziyade, içerdeki aşırı kapasiteyi eritme ihtiyacının bir ürünü. Çinli liderler bu programı, ülkenin kalkınma modeline uluslararası destek sağlamak için bir araç olarak tanımlıyor. Amaç, diğer ülkeleri Çin’in siyasi sistemini benimsemeye zorlamak değil.

Bununla birlikte, Çin ekonomik etkisini Tayvan üzerindeki egemenlik iddiaları için uluslararası destek toplamaya da yönlendiriyor. Yani küresel projeler, iç meselelerle sıkı sıkıya bağlantılı.

Tarihsel bağlam ve toprak hassasiyetleri

Çin’in Tayvan, Hong Kong, Tibet ve Sincan üzerindeki iddiaları, bugünün stratejik değerinden değil, yüzyıllara yayılan ulusal söylemden kaynaklanıyor. Örneğin Tayvan üzerindeki hak iddiaları yalnızca yarı iletken fabrikalarıyla ilgili değil; Qing hanedanından bu yana süren bütünleşme hedefinin parçası. 1949’da Çin İç Savaşı’nın ardından hem Pekin’deki Komünist Parti hem de Taipei’deki Milliyetçi Parti (KMT) tüm Çin’in meşru hükümeti olduklarını iddia etti. Bu çifte iddia, bugünkü Tayvan sorununu şekillendiren temel kırılma noktasıdır. 1990’larda Tayvan’ın demokrasiye geçişiyle bu tartışma yeni bir boyut kazandı ve Pekin, bağımsızlık ihtimalini “kırmızı çizgi” olarak ilan etti.

Çin’in diğer örnekleri de bu tabloyu destekliyor: 1841’den 1999’a kadar Hong Kong’un İngiliz, Makao’nun (Macau) Portekiz yönetiminde kalması ve daha sonra Çin’e iade edilmesi gibi gelişmeler, Pekin’in “tarihsel sürekliliğe” verdiği önemi gösteriyor. Benzer şekilde, 1950’de Tibet’in zorla ilhakı ya da Sincan üzerindeki iddialar, Qing döneminden miras kalan bir anlayışın devamı. Tibet örneği özellikle dikkat çekicidir: Qing hanedanı Tibet’i 1720’de işgal etmiş, 1912’de Çin Cumhuriyeti’nin zayıflamasıyla Tibet fiilen bağımsız hale gelmişti. Ancak 1950’de Mao Zedong yönetimindeki Çin Halk Cumhuriyeti, “barışçıl kurtuluş” adı altında Tibet’e 40 bin asker göndererek bölgeyi yeniden kontrol altına aldı. Bu süreçte yaklaşık 10 bin Tibetli çatışmalarda hayatını kaybetti. Bugün Pekin, Tibet’i ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamaya devam ediyor.

Uzlaşmacı örnekler: Kuzey Kore ve Vietnam

Çin aynı zamanda uzlaşmacı adımlar da atmıştır. En dikkat çekici örneklerden biri, Kuzey Kore ile yaşanmıştır. Çin, 1962 ve 1964’te yapılan anlaşmalarla, Baekdu Dağı’nın zirvesi de dahil olmak üzere toplam 500 kilometrekareden fazla toprağı Kuzey Kore’ye bırakmıştı. Bu, Pekin’in “tüm kaybedilen toprakları geri almak” gibi bir hedefinin olmadığını ve komşularıyla pragmatik çözümler arayabildiğini gösteriyor. Bu taviz, Çin açısından yalnızca diplomatik bir jest değil, aynı zamanda Kore Yarımadası’nda istikrarı desteklemek için atılmış stratejik bir adımdı.

Benzer bir yaklaşımı Vietnam’la da görmek mümkün:19. yüzyıldan beri süren sınır anlaşmazlıkları, 1991’de diplomatik ilişkilerin normalleşmesiyle çözüme kavuşturulmaya başlandı. 1999 ve 2000’de imzalanan anlaşmalarla kara ve deniz sınırları belirlendi. Bu anlaşmalar, Çin’in Vietnam’a karşı revizyonist bir strateji yerine, statükoyu korumaya dayalı bir yaklaşım benimsediğini gösteriyor. Dahası, Pekin bu anlaşmaları yeniden müzakere etme ya da ihlal etme yoluna gitmedi; aksine ilişkileri geliştirmek için askeri ve ekonomik işbirliği adımları attı. Nitekim 2000’li yılların başında Çin ordusu, Vietnam’ın ulusal gün kutlamalarında askeri geçit törenine katılarak bu yakınlaşmayı sembolik olarak pekiştirdi.

Güney Çin Denizi ve dokuz çizgi hattı

Çin’in denizcilik iddiaları da sıkça yanlış yorumlanıyor. Güney Çin Denizi’ndeki hak taleplerini sembolize eden “dokuz çizgi hattı” aslında ilk kez 1948’de yayımlanan bir haritada yer aldı. Başlangıçta “on bir çizgi” olan bu sınırlandırma, 1957’de Pekin’in iki çizgiyi kaldırmasıyla bugünkü hâlini aldı. Bu değişiklik, Kuzey Vietnam’la ilişkileri geliştirme çabasının bir parçasıydı. Pekin’in 20. yüzyıl ortasında yaptığı bu revizyon, Çin’in deniz iddialarında esnekliğe de açık olduğunu gösteriyor. Bugün Güney Çin Denizi’nde yapay adalar ve askeri üsler inşa etse de bu faaliyetler Çin’in yayılmacılığından ziyade tarihsel iddiaların devamı olarak görülüyor. Pekin, komşu ülkelerle ortak kaynak yönetimi konusunda görüşmelere de kapı aralıyor.

“Doğu yükseliyor, Batı düşüşte” söyleminin anlamı

Şi Cinping’in son yıllarda sıkça atfedilen “Doğu yükseliyor, Batı düşüşte” ifadesi, Batı’da Çin’in meydan okuması olarak yorumlanıyor. Oysa bu söz, daha çok Çin’in iç kalkınmasını övme ve devlet kapasitesini güçlendirme ihtiyacını gerekçelendirme bağlamında kullanılıyor. Resmi yayın organı Halkın Gazetesi’nde bu ifadeye yalnızca 32 kez yer verilmiş olması, söylemin düşündüğümüz kadar merkezi olmadığını gösteriyor. Şi’nin bu ifadeyi kullandığı konuşmaların çoğu, Çin’in kalkınma modelini gelişmekte olan ülkelere örnek göstermekle sınırlı kaldı. Ayrıca Şi, genellikle bu sözün ardından “Çin, ABD’nin yerini almak istemiyor” vurgusunu da ekledi.

Yanlış politika riskleri

Eğer Çin gerçekten de sınırlı hedeflere sahip bir statüko gücü ise, ABD’nin mevcut stratejisi yanlış yönlendirilmiş demektir. Washington’un askeri caydırıcılık ve çevreleme odaklı politikaları, gereksiz bir çatışma riskini artırıyor. ABD’nin Pasifik’teki askeri yığınağı ters etki yaratarak hem kaynakları boşa harcıyor hem de Çin’le gerilimi tırmandırıyor. ABD’nin yıllık 800 milyar doların üzerindeki savunma bütçesi düşünüldüğünde, bu kaynakların düşük ihtimalli bir senaryoya hazırlanmak için harcanması, uzun vadede ülkenin küresel kapasitesini zayıflatabilir.

Tayvan konusunda da benzer bir yanlış algı söz konusu. Çin’in bu konudaki temel kırmızı çizgisi, Tayvan’ın bağımsızlık ilanıdır. ABD’nin statükoyu korumaya odaklanması, provokatif adımlardan kaçınması daha istikrarlı bir yol sunabilir. George W. Bush döneminde (2001–2009) olduğu gibi, Washington’un Tayvan’ın statükoyu tek taraflı değiştirmesine karşı çıktığını net şekilde ifade etmesi, barışın korunmasına katkı sağlayabilir.

Normal bir rakip olarak Çin

Elbette Çin ile ABD’nin çıkarları birçok noktada çatışıyor. Çinli şirketlerle iş yapmak zor olabilir, Pekin’in siyasi tutumu zaman zaman inatçı görünebilir. Ancak bunlar dünya siyasetinde olağan bir rekabetin parçası. Çin’i varoluşsal bir tehdit olarak görmek yerine, enerji dönüşümü, iklim krizi ve pandemilerin önlenmesi gibi küresel konularda işbirliğine odaklanmak çok daha yapıcı olacaktır.

Çin’i doğru anlamak için, Pekin’in ne söylediğine kulak vermek gerekiyor. Çin, dünyaya ne istediğini açıkça ifade ediyor: rejim istikrarı, sınırlı toprak bütünlüğü ve kalkınma. Bunlar, küresel hegemonya iddiasından çok farklı hedeflerdir. ABD’li politika yapıcılar, hayali bir tehditten değil, gerçek Çin’den hareket ederek strateji geliştirmelidir. Çünkü Çin, aslında hiç de düşünüldüğü kadar saldırgan veya genişlemeci değil.”

Bu yazı ilk kez 1 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

David C. Kang, Jackie S. H. Wong ve Zenobia T. Chan’ın Foreign Affairs’te yayınlanan “What China Doesn’t Want” başlıklı yazısından bölümler Mustafa Alkan tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısı ile yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz. https://www.foreignaffairs.com/china/what-china-doesnt-want#

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Çin aslında ne istiyor?

Çin gerçekten de ABD’nin yerini küresel bir süper güç olarak almak mı istiyor? Yoksa daha sınırlı hedefleri olan bir statüko gücü mü? Pekin'in temel hedefleri, Amerikalıların niyet okumalarının aksine daha açık ve sınırlı olabilir.

21’inci yüzyıl siyasetine ABD-Çin rekabetinin damgasını vuracağı öteden beri dile getirilen ve taraftar bulan bir görüş. Bu konuda yüzlerce makale ve analiz yayınlandı. Ancak bu analizlerin büyük bölümü Amerikan bakış açısını yansıtıyordu. Peki, Çin gerçekten ne istiyor?

Güney Kaliforniya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü David C. Kang, Sharjah Amerikan Üniversitesi Siyaset Bilimi Yardımcı Doçenti Jackie S. H. Wong ve Georgetown Üniversitesi Devlet Bölümü Yardımcı Doçenti Zenobia T. Chan, Foreign Affairs dergisinde yayımladıkları makalelerinde Washington’daki genel kanıyı sorguluyor: Çin gerçekten de ABD’nin yerini küresel bir süper güç olarak almak mı istiyor? Yoksa daha sınırlı hedefleri olan bir statüko gücü mü?

Analizden öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:

Yanlış anlaşılan bir niyet

“Washington’daki politika çevrelerinde, Çin’in küresel düzeni yeniden şekillendirmek ve topraklarını agresif biçimde genişletmek istediği inancı güçlü. Cumhuriyetçi ve Demokrat siyasetçiler bu noktada hemfikir. Bu ortak anlayış, ABD’nin Çin’e yönelik savaş hazırlığı, askeri caydırıcılık ve ekonomik ayrışma dahil genel politikalarını belirliyor. Ancak Çin’in kendi söylemleri ve uygulamaları dikkatle incelendiğinde ortaya farklı bir tablo çıkıyor.

İddia edilenin aksine Çin, büyük ölçüde iç istikrarını korumak, rejimin devamlılığını sağlamak ve sınırlı toprak hassasiyetlerini savunmak peşinde. Çin, 2011’de yayımladığı Dış Politika Beyaz Kitabında temel çıkarlarını şu şekilde sıralamıştı: İç siyasi istikrar, ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü, Komünist Parti’nin üstünlüğü, ekonomik ve sosyal kalkınma. Şi Cinping’in iktidarı boyunca bu hedefler değişmedi. Şi’nin toplu eserlerinde, öğrencilerin eğitim müfredatında ve parti belgelerinde aynı vurgular tekrarlandı.

Şi, 2021’de ÇKP’nin 100. yılı için yaptığı konuşmada küresel hegemonya iddiasında bulunmadı. Oysa böyle bir günde, eğer Çin gerçekten ABD’nin yerini almak istiyorsa, bunun için en uygun fırsat olurdu. Şi yalnızca, Çin’in saldırgan dış politikalara karşı olduğunu yineledi. Bu durum, Pekin’in temel önceliklerinin küresel liderlik değil, rejimin istikrarı olduğunu bir kez daha gösterdi.

ABD’nin söylemi ile Çin’in söylemi arasındaki fark

ABD’li liderler, küresel üstünlük ve “vazgeçilmez ulus” kavramlarını sıkça dile getirirken, Çinli liderler bu tür bir hegemonya dilinden uzak duruyor. Şi’nin 2012–2024 arasında yaptığı 176 konuşmanın içerik analizi, en baskın temanın “işbirliği” olduğunu ortaya koyuyor. Tayvan ve Güney Çin Denizi gibi hassas konular dışında, Şi’nin ABD’ye dair vurguları çoğunlukla angajman ve kalkınma ekseninde oldu.

Çinli liderlerin ifadeleri üzerine yapılan niteliksel analizler de benzer bir tablo çiziyor. Şi, eski Dışişleri Bakanı Yang Jiechi ve Wang Yi’nin 2012–2025 yılları arasında yaptığı 290 konuşmada, tek taraflı küresel kurallar koyma arzusuna rastlanmadı. Tam aksine, ABD ile işbirliği vurgusu ve Tukidides tuzağından kaçınma isteği öne çıktı.

Kuşak ve Yol’un asıl amacı

Çin’in uluslararası girişimleri de çoğunlukla içsel motivasyonlara dayanıyor. Örneğin Kuşak ve Yol Girişimi, Pekin’in yurtdışında yeni imparatorluklar kurma arzusundan ziyade, içerdeki aşırı kapasiteyi eritme ihtiyacının bir ürünü. Çinli liderler bu programı, ülkenin kalkınma modeline uluslararası destek sağlamak için bir araç olarak tanımlıyor. Amaç, diğer ülkeleri Çin’in siyasi sistemini benimsemeye zorlamak değil.

Bununla birlikte, Çin ekonomik etkisini Tayvan üzerindeki egemenlik iddiaları için uluslararası destek toplamaya da yönlendiriyor. Yani küresel projeler, iç meselelerle sıkı sıkıya bağlantılı.

Tarihsel bağlam ve toprak hassasiyetleri

Çin’in Tayvan, Hong Kong, Tibet ve Sincan üzerindeki iddiaları, bugünün stratejik değerinden değil, yüzyıllara yayılan ulusal söylemden kaynaklanıyor. Örneğin Tayvan üzerindeki hak iddiaları yalnızca yarı iletken fabrikalarıyla ilgili değil; Qing hanedanından bu yana süren bütünleşme hedefinin parçası. 1949’da Çin İç Savaşı’nın ardından hem Pekin’deki Komünist Parti hem de Taipei’deki Milliyetçi Parti (KMT) tüm Çin’in meşru hükümeti olduklarını iddia etti. Bu çifte iddia, bugünkü Tayvan sorununu şekillendiren temel kırılma noktasıdır. 1990’larda Tayvan’ın demokrasiye geçişiyle bu tartışma yeni bir boyut kazandı ve Pekin, bağımsızlık ihtimalini “kırmızı çizgi” olarak ilan etti.

Çin’in diğer örnekleri de bu tabloyu destekliyor: 1841’den 1999’a kadar Hong Kong’un İngiliz, Makao’nun (Macau) Portekiz yönetiminde kalması ve daha sonra Çin’e iade edilmesi gibi gelişmeler, Pekin’in “tarihsel sürekliliğe” verdiği önemi gösteriyor. Benzer şekilde, 1950’de Tibet’in zorla ilhakı ya da Sincan üzerindeki iddialar, Qing döneminden miras kalan bir anlayışın devamı. Tibet örneği özellikle dikkat çekicidir: Qing hanedanı Tibet’i 1720’de işgal etmiş, 1912’de Çin Cumhuriyeti’nin zayıflamasıyla Tibet fiilen bağımsız hale gelmişti. Ancak 1950’de Mao Zedong yönetimindeki Çin Halk Cumhuriyeti, “barışçıl kurtuluş” adı altında Tibet’e 40 bin asker göndererek bölgeyi yeniden kontrol altına aldı. Bu süreçte yaklaşık 10 bin Tibetli çatışmalarda hayatını kaybetti. Bugün Pekin, Tibet’i ayrılmaz bir parçası olarak tanımlamaya devam ediyor.

Uzlaşmacı örnekler: Kuzey Kore ve Vietnam

Çin aynı zamanda uzlaşmacı adımlar da atmıştır. En dikkat çekici örneklerden biri, Kuzey Kore ile yaşanmıştır. Çin, 1962 ve 1964’te yapılan anlaşmalarla, Baekdu Dağı’nın zirvesi de dahil olmak üzere toplam 500 kilometrekareden fazla toprağı Kuzey Kore’ye bırakmıştı. Bu, Pekin’in “tüm kaybedilen toprakları geri almak” gibi bir hedefinin olmadığını ve komşularıyla pragmatik çözümler arayabildiğini gösteriyor. Bu taviz, Çin açısından yalnızca diplomatik bir jest değil, aynı zamanda Kore Yarımadası’nda istikrarı desteklemek için atılmış stratejik bir adımdı.

Benzer bir yaklaşımı Vietnam’la da görmek mümkün:19. yüzyıldan beri süren sınır anlaşmazlıkları, 1991’de diplomatik ilişkilerin normalleşmesiyle çözüme kavuşturulmaya başlandı. 1999 ve 2000’de imzalanan anlaşmalarla kara ve deniz sınırları belirlendi. Bu anlaşmalar, Çin’in Vietnam’a karşı revizyonist bir strateji yerine, statükoyu korumaya dayalı bir yaklaşım benimsediğini gösteriyor. Dahası, Pekin bu anlaşmaları yeniden müzakere etme ya da ihlal etme yoluna gitmedi; aksine ilişkileri geliştirmek için askeri ve ekonomik işbirliği adımları attı. Nitekim 2000’li yılların başında Çin ordusu, Vietnam’ın ulusal gün kutlamalarında askeri geçit törenine katılarak bu yakınlaşmayı sembolik olarak pekiştirdi.

Güney Çin Denizi ve dokuz çizgi hattı

Çin’in denizcilik iddiaları da sıkça yanlış yorumlanıyor. Güney Çin Denizi’ndeki hak taleplerini sembolize eden “dokuz çizgi hattı” aslında ilk kez 1948’de yayımlanan bir haritada yer aldı. Başlangıçta “on bir çizgi” olan bu sınırlandırma, 1957’de Pekin’in iki çizgiyi kaldırmasıyla bugünkü hâlini aldı. Bu değişiklik, Kuzey Vietnam’la ilişkileri geliştirme çabasının bir parçasıydı. Pekin’in 20. yüzyıl ortasında yaptığı bu revizyon, Çin’in deniz iddialarında esnekliğe de açık olduğunu gösteriyor. Bugün Güney Çin Denizi’nde yapay adalar ve askeri üsler inşa etse de bu faaliyetler Çin’in yayılmacılığından ziyade tarihsel iddiaların devamı olarak görülüyor. Pekin, komşu ülkelerle ortak kaynak yönetimi konusunda görüşmelere de kapı aralıyor.

“Doğu yükseliyor, Batı düşüşte” söyleminin anlamı

Şi Cinping’in son yıllarda sıkça atfedilen “Doğu yükseliyor, Batı düşüşte” ifadesi, Batı’da Çin’in meydan okuması olarak yorumlanıyor. Oysa bu söz, daha çok Çin’in iç kalkınmasını övme ve devlet kapasitesini güçlendirme ihtiyacını gerekçelendirme bağlamında kullanılıyor. Resmi yayın organı Halkın Gazetesi’nde bu ifadeye yalnızca 32 kez yer verilmiş olması, söylemin düşündüğümüz kadar merkezi olmadığını gösteriyor. Şi’nin bu ifadeyi kullandığı konuşmaların çoğu, Çin’in kalkınma modelini gelişmekte olan ülkelere örnek göstermekle sınırlı kaldı. Ayrıca Şi, genellikle bu sözün ardından “Çin, ABD’nin yerini almak istemiyor” vurgusunu da ekledi.

Yanlış politika riskleri

Eğer Çin gerçekten de sınırlı hedeflere sahip bir statüko gücü ise, ABD’nin mevcut stratejisi yanlış yönlendirilmiş demektir. Washington’un askeri caydırıcılık ve çevreleme odaklı politikaları, gereksiz bir çatışma riskini artırıyor. ABD’nin Pasifik’teki askeri yığınağı ters etki yaratarak hem kaynakları boşa harcıyor hem de Çin’le gerilimi tırmandırıyor. ABD’nin yıllık 800 milyar doların üzerindeki savunma bütçesi düşünüldüğünde, bu kaynakların düşük ihtimalli bir senaryoya hazırlanmak için harcanması, uzun vadede ülkenin küresel kapasitesini zayıflatabilir.

Tayvan konusunda da benzer bir yanlış algı söz konusu. Çin’in bu konudaki temel kırmızı çizgisi, Tayvan’ın bağımsızlık ilanıdır. ABD’nin statükoyu korumaya odaklanması, provokatif adımlardan kaçınması daha istikrarlı bir yol sunabilir. George W. Bush döneminde (2001–2009) olduğu gibi, Washington’un Tayvan’ın statükoyu tek taraflı değiştirmesine karşı çıktığını net şekilde ifade etmesi, barışın korunmasına katkı sağlayabilir.

Normal bir rakip olarak Çin

Elbette Çin ile ABD’nin çıkarları birçok noktada çatışıyor. Çinli şirketlerle iş yapmak zor olabilir, Pekin’in siyasi tutumu zaman zaman inatçı görünebilir. Ancak bunlar dünya siyasetinde olağan bir rekabetin parçası. Çin’i varoluşsal bir tehdit olarak görmek yerine, enerji dönüşümü, iklim krizi ve pandemilerin önlenmesi gibi küresel konularda işbirliğine odaklanmak çok daha yapıcı olacaktır.

Çin’i doğru anlamak için, Pekin’in ne söylediğine kulak vermek gerekiyor. Çin, dünyaya ne istediğini açıkça ifade ediyor: rejim istikrarı, sınırlı toprak bütünlüğü ve kalkınma. Bunlar, küresel hegemonya iddiasından çok farklı hedeflerdir. ABD’li politika yapıcılar, hayali bir tehditten değil, gerçek Çin’den hareket ederek strateji geliştirmelidir. Çünkü Çin, aslında hiç de düşünüldüğü kadar saldırgan veya genişlemeci değil.”

Bu yazı ilk kez 1 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.

David C. Kang, Jackie S. H. Wong ve Zenobia T. Chan’ın Foreign Affairs’te yayınlanan “What China Doesn’t Want” başlıklı yazısından bölümler Mustafa Alkan tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısı ile yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline aşağıdaki linkten erişebilirsiniz. https://www.foreignaffairs.com/china/what-china-doesnt-want#

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x