Demokrasinin aşındırıldığı, tehdit ve tahrip edildiği, hatta kazınmaya çalışıldığıyla ilintili intiba, tespit, tahlil ve ihtarlara – bilhassa Avrupa’da – çok sık rastlamaya başladık.
Nitekim bizim basınımız da gerek “ulusal-sağlar” gerekse “sol-popülizm” ailelerine mensup partilerin yükselişini çoğunlukla bu zâviyeden okuyageliyor.
Gerçekten de eski Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanı Abraham Lincoln’ün meşhur tarifiyle “halkın, halk için ve halk tarafından yönetilmesi” fikrini benliğinde cisimleştiren “demokrasi” kavram-rejiminin günümüzde bir çıkmaza girdiği tezi iyiden iyiye “demokratikleşiyor” gibi.
Öyle ki, genelde Batı âleminde, özelde ise Avrupa’da mevzubahis varsayımı (ki bence bu daha ziyâde bir “saptama”dır) sahici bir kritikle dillendirmeye başlayan seçkin düşünürlerin sayısı hiç de az değil – hatta günden güne artıyor bile denilebilir.
Peki, ama bu noktaya nasıl gelindi? “Demokrasi” ideali neden geriledi? Günümüz demokratik pratiği bireyselliği bireyciliğe nasıl boğdurdu? “Halk” gerçekliğinden geriye kalan ne? Demokrasiye içkin bir dekadans nüvesi mi var?
Bu soruları “ne yapmalı?” kavrayışından ayrılmaksızın tartışmaya çalışacağım.
Halkın egemenlik illüzyonu ve egemen sınıfların diktası
21’inci yüzyılda demokrasinin bir nevî “gölgeler tiyatrosu”nu andırdığını söyleyerek başlasak, abartmış olur muyuz? Sanmıyorum.
“Medenî dünya” paçalarından “sahtelik” akıtılan bir gösterinin içinde debelenmeye mahkûm olmuş ve fakat yalnızca olgunun adı açıkça konulmamış vaziyette.
Bir zamanlar “demokrasi” sözcüğü hakiki anlamda bir “halk egemenliği” ve “adalet” idealini ete kemiğe büründürürken, bugün artık Jean-Jacques Rousseau’nun “genel irade”si küresel düzlemdeki bir hiyerarşik iktidar yapısını ayakta tutmaya programlanmış bir sisteme evrildi.
Söz konusu “yapı” üstün ve yüksek değerleri kanı-canı pahasına savunmaya adanmış olsa, beliren durum belki bir derece hoşgörüyle karşılanabilirdi. Fakat bahse konu yapının öylesine sinsi ve yozlaştırıcı bir tabiatı haiz ki, bu uğurda atılan her adım çabucak sabır taşını çatlatır raddede telakki ediliyor.
Gözümüzün önünde tüm çıplaklığıyla şekillenen ve fakat körlüğün en zifirîsine duçar olan kitlelerin bakışlarının seçemediği portreyi olduğu gibi tasvir etmekte fayda var: Tüm dünyada “demokratik mekanizmalar” manzumesinin kahir ekseriyeti, bir surete kavuşmamış ve fakat her yerde ve her zaman varlık belirten bir seçkinler ağının pençesine takıldı.
Seçilmemiş ve sorumsuz olan bu güruhun, şüphesiz ki “mutlak hâkimiyet” kudretine yahut böylesi sınırsız bir tasarruf hakkına sahip olmadığı muhakkak. Ancak “devletler kulisleri”nde ağırlığı ve gücü olan bir nüfuz pınarı teşkil ettiği de yadsınamaz.
Finans-kapitalin, bankaların ve tefecilerin 70-80 senedir tesis ettiği tutsaklık döngüsü herkesin malumu. Fakat artık dahası var.
Örneğin bugün “Big Tech” etiketiyle anılan büyük teknoloji şirketleri dünya çapında kullanıcılarının kişisel verileri üzerinde devasa hakların mâliki iken veya elektronik bilgi akışlarını keyfince denetleyebilir, yoğurabilir ve hatta buharlaştırabilirken… Herhangi bir “halk egemenliği”nden söz edilebilir mi?
Keza son Gazze soykırımında doğrudan ve bizzat tanıklık ettiğimiz üzere, bugün adına “Big Media” denilen uluslararası medya tekellerinin “meşru” ve “uygun” gördüğü haberleri servis edip, “gayrı-meşru” yahut “sakıncalı” olarak işaretlediği içerikleri sansürlemesi – üstelik bunu en yerel ağların kılcal damarlarına değin sirayet etmek suretiyle yapması – hâdisesi bize “halk egemenliği” hakkında çok şey anlatıyor…
Ya adına “Big Pharma” denilen ilaç sanayii şebekelerin manevra alanlarının genişliğine ne demeli? Alternatif söylevlerin sopa zoruyla nasıl bastırdıklarını, kimi zehirlerinden nasıl milyar dolarlarca kâr elde ettiklerini ve “kampanya” adı altında nasıl propaganda yürüttüklerini unutmuş olabilir miyiz?
Kendi vücudunun mülkiyetinin dahi kendisinden esirgendiği halk ve “halk”ı meydana getiren “birey” hangi “egemenlik” iddiasında bulunabilir, sorulması elzem bir soru.
Yıkıcı bireyciliğe karşı soylu bireysellik
1990’lı yılların başında “zamanın havarisi” Francis Fukuyama tarafından müjdelenen (ve kutlanan!) “Tarihin Sonu” kehanetinin yürütücü ideolojisi olan neo-liberalizm, zihinlere zerk ettiği deforme “bireycilik” zehriyle toplumları lime lime doğradı.
Ne var ki burada dahi samimi davranılmadı. Küresel planda örülen ahtapotvârî paradigma, mesela bir Max Stirner[1] esintili yiğit bireyciliği değil, onun çok daha edilgen, cılız ve tüketici karakterde bir sürümünü parlattı.
Ve sözüm ona birey-odaklı teklif edilen bu “özgürlük metodolojisi”, nihayetinde maddenin ve piyasanın basit bir esirine dönüştü. Başka bir deyişle, neo-liberal mekaniğin yegâne mahsulü, istatistikî veri mertebesindeki tek-tipleştirilmiş “birey” ünitesi oldu.
Aşkın değerlere nispetle bütünüyle ilgisiz (ve kabiliyetsiz), “kendisi” olmaya bir türlü cüret edemeyen bu “bireylik” yanılsaması aslında somutta çok kıymetli ve soylu bir beşerî hususiyeti, “bireyselliği” boğdu.
Bireysellik, dikte edilen neo-liberal sözde bireyciliğin tersine, bireyin bu dünyada kendi iç gücünü geliştirip pekiştirmesiyle eş anlamlı. Birbirinin tıpkılarını adeta bir fabrikada imal edilmişçesine her gün yine, yeniden üreten bir düzen sistematiğinde otantik bir bireysel sıçramanın kaderi “hastalık”la veya “fanatik bir marjinallik”le itham edilmenin ötesine geç(e)mez.
Hâlbuki bireysellik tam da bu sıçramayı ister ve hedefler. Neo-liberal modernitenin “bireyleri” aşağıdan eşitleyici, standardize edici, köleleştirici ivmelerine karşı bireysellik, konformizasyona açılmış isyan bayrağıdır. Mevcutta karikatürize edilen “özgürlük” emel ve arayışının biricik anahtarı konumundadır.
Uyuş(turul)muş tüketiciliği uyanmış üreticilikle ikâme eden bu soylu pozisyonun, farklılığı ve bazen aykırılığı niteliksel üstünlüğün beyânı olarak görmesi, aradaki cüsseli farkı mühürlemesi bakımından oldukça belirleyici.
Tüketim toplumu ve “halk”ın tasfiyesi
Tekrara lüzum yok: “Halk” imgesi demokrasinin (Yunanca “demos”-halk, “kratos”-iktidar sözcüklerinin birleşiminden türemiştir) birincil ve asıl aktörü, yâni özü. “Halk”sız demokrasi bir çeşit anlatım bozukluğu, bir “hiç” olur.
Oysa bugün “halk” gerçekliği, piyasa tahakkümü ve ona eşlik eden muhtelif propagandalar marifetiyle mânâsızlık deryasında kulaç atan bir soyutlanmışlığa itildi. Geleneksel değer ve yapıların çözünüşüyle köksüzleştirilen, kültürsüzleştirilen, tarihsizleştirilen ve “aynılaştırılan” sözde birey “yığınlar” eliyle “halk” tasfiye edildi.
Organik bir “halk” kütlesinin yokluğunda üst üste konulmuş “tüketici-üniteler” vardır. Dahası ve yakında, algoritmaların insafına bırakılmış “dijital profiller”e geçişle birlikte “halk” siyasal kategorisinin fosilleştirilmesi merhalesi fiilen etkinleştirilmiş olacak.
“Halk”ın müsaderesinin doğal olarak beraberinde ailelerin, toplumların, ulusların ve hatta bir noktadan sonra dinlerin müsaderesiyle eşdeğer olduğu/olacağı unutulmamalı.
“Tüketim” şartlarıyla hizalanmayı reddeden herkes, her şey, her hâl, her durum, velhâsıl her “oluş”a el koymak şu an küresel ölçekte ama az ama çok işletilen en temel kaide şeklinde göze çarpıyor.
Böylesi bir formatta henüz akıl sağlığını yitirmemiş olanların, yâni “özde bireyler”in, çok keskin bir anksiyeteye muhatap kaldıkları/bırakıldıkları aşikâr.
“Hürler’in mânâ arayışı bitmez tükenmez bir ontolojik tutunuştur. Dolayısıyla haklarını gasp eden ağlarca pompalanan klâsik “demokrasi anlatısı”na nispetle bir “içsel kopuş” deneyimlemeleri çok “beklenir” mahiyettedir ve eşyanın tabiatına uygun sayılır.
Demokrasinin mânâ bunalımı
Bu hususî yönleriyle ele alındığında, son dönemde dillere pelesenk olan “demokrasinin ölümü” savlarının aslında yürürlükteki ciddi bir “mânâ bunalımı”na denk düştüğü belli.
Ekonomik, finansal, dijital ve kültürel olana – dolayısıyla topyekûn “siyasal” olana hükmeden egemen sınıfların insanlık için tahayyül ettiği “evrensel demokratik ideal-tip” karşılığını büyük ölçüde bir zamanların Weimar Cumhuriyeti’nde buluyor.
Varoluşsal sorgulamaların (daha kestirme bir ifâdeyle “düşünmenin”) aşırı doz eğlence, türlü kitlesel ucubelikler, bağımlılıklar ve hipnotizmalar vasıtasıyla hasıraltı edildiği bir dekadans geçidiydi Weimar. Dahası, tüm bunlar en üst perdede icra edilirken, yani “halk”a bir çeşit anestezi verilirken, “yönetim kastı”na yalnızca tezahür eden bu “makineleşmiş yığın”ı sömürüp “idâre etmek” kalıyordu.
Gerçekten de günümüz yerleşik şablonlarıyla benzeşme ve kesişme yoğunluğu yabana atılamaz.
“İzinli düşünce” dairesinin dışına çıkmayı göze almak yahut kulakları sağır edici bir sessizlik kabuğuna çekilmek…
Taşkın bireyselliğini standart bireyciliğe kurban edemeyenlerin/etmeyenlerin karşılarındaki derin boşluğun sunduğu iki seçenek bunlar. Ve işte hükümran anlatının sistemik gücü olarak “demokrasi”nin bugün perdelemekte kifâyetsiz kaldığı tarihsel “ân” da bu.
Estetik yeniden inşâ perspektifi
Çıkmazdan çıkışın mucizevî bir yolu yok. Bir “Zamanın krizi”nden geçiyoruz ve bu kriz çok-boyutlu, somut izdüşümleri olan, hayatın eksiksiz tüm şubelerini bir şekilde sarsan gerçek bir kriz.
Şüphesiz ki coğrafyalara göre derece farklılıkları seziliyor ve bu fevkalâde doğal. “Demokrasinin beşiği” denilen ülke ve havzalarda kriz çok daha hissedilir seyretse de dalgalanmalarını kendini bu idrâk ve pratiğe nispet eden tüm ülke ve havzalar (bu da dünyanın büyük bölümüdür) tecrübe ediyor.
Batı’daki – bilhassa da Avrupa’daki – “demokrasi” etrafındaki tartışmaların körüklenmesine vesile olan katı sağ-sol siyasal yükselişleri, fotoğrafını çekmeyi denediğim manzaraya karşı farklı saiklerle verilmiş tepkiler olarak okumak mümkün.
Peki, bu yükseliş eğilimi “düzen-değiştirici” veya haydi açıkça söyleyelim, “devrimci” bir anlayışla kuşanmış mıdır? Hâlihazırda bunun emarelerine rastlamak kabil değil.
Üstelik toplumların içinde bulunduğu “parçalanmışlık” seviyesi dikkate alındığında, mümkün de değil. “Halk”/“halk egemenliği” erozyonu fazla önemli ve Kafkaesk bir edâyla betimleyecek olursam eğer, “geriye dönüşü olmayan noktaya” çoktan ulaşıldı.
Kilit noktanın bireyselliğinin vazgeçilmezliğinin şuuruna varmış bireylerde ve bu bireylerin kendi aralarında “aşağıdan yukarıya doğru” tarzdaki hür zincirleşmelerinde olduğuna kâniyim.
Bu, her şeyden evvel bir “ruh mutabakatı” gerektirir ki, en zorudur – doğru.
Ne var ki, yarının estetik inşâsı ve manevî ihyâsı için alternatifler kısıtlı ve “İnsan”ın ilksel fıtratına hepten yabancılaştırılmasına pek az kaldı.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Eylül 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Max Stirner (1806-1856), Alman düşünür. Bireyci anarşizmin ve hatta nihilizme bulanmış egoizmin öncü kuramcılarından biri olarak kabul edilir.