Amerika Birleşik Devletleri ve İran, yıllar sonra yeniden müzakere masasına döndü. Masada İran’ın nükleer güç olma arzusu var. Buna ilişkin müzakereler geçmişte de denenmiş hatta bir anlaşma imzalanmış ama ABD Başkanı Donald Trump, ilk başkanlık döneminde bu anlaşmadan çekilmişti.
2025’te yeniden başlayan nükleer müzakerelerdeyse barıştan çok, karşılıklı strateji, belirsizlik ve anlatı mücadelesi öne çıkıyor. Dikkatli gözler için bu sürecin, gerçek bir çözüm arayışından çok karşılıklı pozisyon alma mücadelesine dönüştüğü açıkça görülüyor. İranlı yetkililer, bu müzakereleri ısrarla ‘dolaylı’ olarak tanımlıyor. Bu tercih, yalnızca taraflar arasındaki güvensizliğin derinliğini değil, aynı zamanda İran’ın doğrudan müzakerenin yaratacağı iç siyasi risklerden kaçınma çabasını da ortaya koyuyor. Arabuluculuk görevini Umman üstleniyor.
Masada diplomatik jestler sergilense de arka planda sert bir söylem ve tehdit dili var. ABD Başkanı Donald Trump, ikinci başkanlık döneminde, ilk döneminden aşina olduğumuz “azami baskı” politikasına geri döndü. Bu politika, İran’a karşı kapsamlı ekonomik yaptırımlar uygulanmasını ve zaman zaman açıkça ifade edilen askeri tehditleri içeriyor. Trump yönetimi, İran rejimini ekonomik çöküntüyle teslim olmaya zorlamaya çalışıyor. İran ise geri adım atmak bir yana, uranyum zenginleştirme oranını %60 seviyesine çıkararak barışçıl sınırların çok ötesine geçti. Bu oran, nükleer silah üretimi için gereken %90’a oldukça yakın.
Bu koşullar altında tarafların masaya dönmesi ilk bakışta olumlu bir gelişme gibi algılanabilir. Oysa tabloya yakından bakıldığında, tarafların yalnızca farklı değil, birbiriyle temelden çelişen hedefler güttüğü açıkça görülüyor. ABD, İran’ın nükleer programını tamamen durdurmasını, bölgedeki etkisini azaltmasını ve Batı’nın güvenlik kaygılarına uygun şekilde yeniden konumlanmasını beklerken İran hem nükleer faaliyetlerini “egemen bir hak” olarak görüyor hem de bölgedeki etkinliğini ulusal onur ve güvenlik stratejisinin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendiriyor.
Dolayısıyla şu soruyu sormak kaçınılmaz: Taraflar bir anlaşmanın kalıcı olmayacağını, hatta belki imzalanmadan çökeceğini biliyorlarsa neden hâlâ masadalar? Neden yeniden müzakere ediyorlar?
Geçmişten ders alındı mı?
Bu süreci anlamak için biraz geçmişe gitmek gerekiyor. 2015 yılında imzalanan ve kısaca JCPOA (Kapsamlı Ortak Eylem Planı) olarak bilinen nükleer anlaşma, İran’ın nükleer faaliyetlerini kısıtlamayı başarmış ve uluslararası kamuoyuna bir umut vermişti. Anlaşma, İran’ın uranyum zenginleştirmesini belirli sınırlar içinde tutmasını, bazı tesislerinin uluslararası denetime açılmasını ve buna karşılık yaptırımların kaldırılmasını öngörüyordu.
Ancak bu umut uzun sürmedi. 2018 yılında Başkan Trump, bu anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Gerekçeleri ise oldukça tanıdıktı: Anlaşmanın geçici olması, İran’ın balistik füze programına ve bölgedeki milis gruplarla olan ilişkisine dokunmaması, Trump yönetimine göre büyük eksikliklerdi. ABD anlaşmadan çekilince İran da yükümlülüklerini askıya aldı. O günden bu yana uranyum zenginleştirme faaliyetleri giderek hız kazandı. 2025’e gelindiğinde İran, nükleer silah üretimi için gereken %90 zenginleştirme oranına yaklaşarak, sivil amaçlı sınırların çok ötesine geçti.
Umman’ın başkenti Muskat’ta başlayan yeni görüşmeler, şeklen eski sürece benziyor olabilir. Fakat içerik olarak çok daha çetin bir tabloyla karşı karşıyayız. Trump, bu kez İran’ın nükleer programını sadece sınırlandırmak değil, tamamen sona erdirmek istiyor. İran ise uluslararası hukuktan doğan zenginleştirme hakkını açıkça savunuyor ve bu haktan vazgeçmeyeceğini net bir dille ifade ediyor. Dolayısıyla, ortada gerçek bir müzakere değil; iki tarafın kendi pozisyonlarını kamuoyuna duyurma aracı olarak kullandığı bir sahne var.
Trump’ın motivasyonu: Barış mı, başarı hikâyesi mi?
Trump’ın bu süreçteki motivasyonu da sorgulanmaya değer. Gerçekten barışçıl bir çözüm mü arıyor, yoksa kendi siyasi kariyerine yeni bir başarı sayfası mı eklemeye çalışıyor? Birçok gözlemciye göre bu ikinci seçenek daha olası. Trump, kendisini bir ‘barış mimarı’ olarak konumlandırmak, manşetlerde yer bulmak ve belki de Nobel Barış Ödülü için aday gösterilmek istiyor olabilir.
Ancak Trump’ın dış politikadaki dili ve tutumu, bu niyetle çelişiyor. Barışçıl bir çözüm arayışının gerektirdiği sabır, karşılıklı güven inşası ve diyalog yerine, Trump sık sıkı askerî tehditler savuruyor ve mesajlarında tutarsızlık sergiliyor. Bir gün “İran’la barış yapabiliriz” derken, ertesi gün “askerî seçenekler masada” diyor. Bu tür çelişkili söylemler, İran tarafında yalnızca güven eksikliğini artırmakla kalmıyor, geçmişin travmalarını da yeniden canlandırıyor.
İran halkı ve yönetimi, Amerikan dış politikasına duydukları güvensizliği sadece güncel gelişmelere değil, tarihsel deneyimlere de dayandırıyor. 1953’teki Musaddık darbesi, Hatemi döneminde uzlaşı sinyallerine karşı gelen “Şer Ekseni” (Axis of Evil) söylemi, yaptırımlar, suikastlar ve gizli operasyonlar… Bütün bu olaylar, İran’da derin ve kolektif bir “aldatılmışlık” hafızası inşa etti. Bu nedenle, Trump’ın samimiyeti İran’da sorgulanmıyor bile—doğrudan reddediliyor.
İran’ın stratejisi: Diplomasi de bir direniş aracıdır
İran cephesinde ise müzakerelere yaklaşım daha çok taktiksel bir hamle olarak görülüyor. Dinî Lider Ali Hamaney, bu süreci İslam tarihindeki İmam Hasan’ın Muavıye ile yaptığı geçici barışa benzeterek bir çerçeve sunuyor. Bu bakışa göre barış, teslimiyet değil; daha büyük bir çatışmadan kaçınmak için stratejik bir mola olarak kabul edilir. Hamaney bu benzetmeyle, rejim içindeki sertlik yanlılarına olduğu kadar, halkın genel beklentilerine de mesaj veriyor. Bu sayede görüşmeleri zayıflık değil, stratejik akılcılık olarak çerçeveliyor.
Elbette ki en baştan itibaren anlaşmanın imzalanıp imzalanmaması, İran rejimi açısından sürecin başarı kriteri değil. Anlaşma olmazsa, “dik durduk” söylemi devreye girecek. Anlaşma olursa da “sabır ve direnişle kazandık” denilecek. Her iki durumda da içerideki söylem kontrol altında tutulacak. Yani süreç, dış politikadan çok iç kamuoyu yönetimiyle ilgili bir mantıkla ilerliyor.
Sinyaller, patlamalar ve derinleşen şüphe
Bu süreçte yaşanan gelişmeler de İran’ın temkinli yaklaşımını güçlendiriyor. Nisan ayında, İran’ın önemli limanlarından biri olan Şehid Racaei Limanı’nda büyük bir patlama meydana geldi. Resmî açıklamalarda olayın teknik bir arızadan kaynaklandığı belirtildi. Ancak zamanlama dikkat çekiciydi. Müzakerelerin başladığı günlerde yaşanan bu tür olaylar, İran kamuoyunda otomatik olarak sabotaj kuşkusu doğurdu.
İran, olaya ilişkin doğrudan bir suçlama yapmasa da ülke genelinde alarma geçildi. Yöneticiler “dış tehditlere karşı teyakkuzda olma” çağrısı yaptı. Bu tür olaylar, İran’ın neden güvenlik temelli, içe kapanık ve temkinli bir diplomasi yürüttüğünü daha da görünür kılıyor. Diplomasiye açık olmanın, ülkeye yeni tehditler getirme riski taşıdığı düşüncesi, özellikle muhafazakâr çevrelerde giderek güç kazanıyor.
Güvensizlik üzerine inşa edilen bir anlaşma ne kadar sürer?
Varsayalım ki bir anlaşma imzalandı. Bu durumda bile anlaşmanın kalıcılığı şüpheli. Trump’ın çok taraflı anlaşmalara değil, yürütme gücüne dayanma eğilimi, yeni bir antlaşma metninin de önceki gibi kısa ömürlü olmasına neden olabilir. Kongre’nin onayı olmadan, ABD’de hiçbir uluslararası anlaşmanın güvenceye alınması mümkün değildir.
İran’ın denetim mekanizmalarına karşı takındığı mesafeli tavır da bir başka sorun. Tesislere tam erişim sağlanmıyor, bu da “şeffaflık” ilkesini zedeliyor. ABD de, önceki anlaşma döneminde olduğu gibi Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) üzerinden yürütülen denetim sürecine dönmeye istekli görünmüyor. Ortada karşılıklı güven eksikliği, geçmişin yaraları ve farklı dünya görüşleri var.
ABD, İran’ın bölgedeki etkinliğini azaltmasını istiyor. İran ise bu talepleri “küresel eşitsizliğin” bir yansıması olarak görüyor. Bu yalnızca teknik bir nükleer anlaşma meselesi değil; aynı zamanda iki ülkenin güç, egemenlik ve dünya düzenine ilişkin tamamen zıt anlayışlarının çatışması.
Bu tablo bize açıkça gösteriyor ki, şu an yürütülen müzakereler bir “çözüm” üretmekten çok bir “anlatı” inşa etmeye yönelik. Trump, bu süreci liderlik göstermek ve dış politikada güçlü görünmek için kullanıyor. İran ise uluslararası toplum nezdinde diplomasiye açık bir aktör imajı çizerken, içeride rejimin kararlılığını ve direncini vurguluyor.
Bu görüşmelerin sonunda bir anlaşma metni ortaya çıkabilir. Ancak ortaya çıkacak metin, eğer güven inşa etmeyen, yapısal sorunları ele almayan ve sadece sembolik bir adım olarak kalacaksa, büyük olasılıkla kısa sürede çökecektir. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Ve belki de bu kez, hiçbir taraf şaşırmayacaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.