Çocukken pazar günleri TRT’de gösterilen, başrol oyuncuları arasında eski Amerikan başkanlarından Ronald Reagan’ın da olduğu kovboy filmlerini izlerken babam, “biz Kızılderilileri tutuyoruz,” derdi. O zamanlar ‘Bu barbar ve kovboylara sürekli yenilen adamları neden tutuyoruz ki,” diye kızardım babama.
Babam ne cevap verirdi hatırlamıyorum ama ben sorumun cevabını yıllar sonra Washington D.C.’de Amerikan Yerlileri Ulusal Müzesi’ni gezerken aldım. Böylece, çocuk aklıma kovboy filmleri ile yerleştirilen “kahraman kovboylar ve süvariler, barbar Kızılderililere karşı” algısının aslında Amerikan propagandasının ve günümüz tabiriyle kamu diplomasisinin bir parçası olduğunu fark ettim.
Bu yazıyı yazarken ve Western filmlerin yarattığı Amerikan imajını düşünürken, karşıma Rıza Oylum’un 22 Ağustos 2020 tarihinde Gazeteduvar için kaleme aldığı “Kızıl Kovboylar”1 yazısı çıktı. Yazıda, yaratılmak istenen kahraman Amerikan kovboyu imajına ve propagandasına karşı Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği gibi Doğu Bloğu ülkelerinde, Kızılderililerin hakkını teslim eden filmler üretildiği, bu filmlerin “Western” değil “Indianerfilme” yani Kızılderili filmleri olarak adlandırıldığı anlatılıyordu.
Oylum’un yazısında da anlattığı üzere, Soğuk Savaş döneminde hem Amerikan kovboyları hem de kızıl kovboylar kendi bloklarındaki ideolojik konsolidasyonu sağlama yolunda diplomasinin önemli aktörleri arasında yer almışlardı.
Soğuk Savaş döneminde sinema rekabeti
Soğuk Savaş, sinemanın bloklar arası rekabette elverişli bir kamu diplomasisi aracı olarak kullanıldığı bir dönem. O yıllarda dair sinema arşivlerimizde sadece kovboy filmleri değil, Hollywood’da üretilen ve Doğu Bloku’ndan ‘kötü adamlar’ın Amerika’yı, dolayısıyla Batı’nın özgür dünyasını yok etmeye çalıştıkları filmler de epey yer tutuyor. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin kurulmasına yol açan 1917’deki Ekim Devrimi’nin hemen ardından sinemanın propaganda gücünü fark eden Moskova da harekete geçmişti. 1925 yılında kurulan “Sovyet Rusya ile Yabancı Ülkeler Arasında Kültürel İlişkiler Kurma Derneği” (VOKS) aracılığıyla Hollywood’dan çok önce SSCB yedinci sanatı “hariciye koridorlarına” sokmuştu.
Ali Özuyar, “Hariciye Koridorlarında Sinema: Erken Cumhuriyet Döneminde Sinemanın Politik Gücü”2 başlıklı kitabında, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi saflarına çekmek isteyen Sovyet Rusya, ABD ve Almanya’nın sinemayı Türkiye ile ikili ilişkilerinde nasıl kullandıklarını detaylı olarak anlatıyor. Kitaptaki en dikkat çekici kısımlardan biri, 1933 yılında Sovyet yönetmen Sergei Yutkeviç’in Ankara’ya gelerek Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yılı kutlamaları kapsamında çektiği “Türkiye’nin Kalbi Ankara” filminin hikayesinin anlatıldığı bölüm. Film, İsmet İnönü’nün yeni cumhuriyetin gelişimi ve Sovyetlerle olan dostluğunu da içeren konuşması ile başlar. Sonra sırasıyla Sovyet delegasyonunun 10. yıl törenleri için İstanbul üzerinden Ankara’ ya gelişini, yeni inşa edilen başkent Ankara’yı anlatır ve en sonunda da Atatürk’ün 10. yıl nutku ve görkemli 10. yıl kutlamaları ile sona erer. Türkiye Cumhuriyeti için böylesine anlamlı bir günün film çekimlerinin Sovyet Rusya’dan bir yönetmenden istenmesi, sonrasında da komünist propaganda içerdiği iddiasıyla 70’lere kadar arşivlerde saklanması ilginç ayrıntılar olarak karşımıza çıkıyor.
Dizilerin hegemonyası
Sinema, 1920’lerden 1990’lara kadar hem toplumsal hem de küresel seviyede rıza üretiminin ve ideolojik kampların konsolidasyonunun önemli bir aracıydı ama 1990’lardan sonra, değişen medya teknolojileri ve tüketim alışkanlıklarıyla paralel olarak tahtını dizi sektörüne kaptırdı.
Internet platformları ve video paylaşım siteleri aracılığıyla dizilerin sadece yerelde değil tüm dünyada izleyici bulmaya başlamasıyla, Hollywood sayesinde neredeyse yüz yıldır küresel film ve dizi sektörünün lideri olan ABD’nin kültür hegemonyası da sarsılmış oldu. Bugün, Türk dizileri, Hint dizileri, Güney Kore ve Japon dizileri de en az Amerikan dizileri kadar yaygın bir biçimde izleyiciye ulaşıyor.
Dizilerin ülkelerarası ticareti yapılan bir meta haline gelmesi, yumuşak güç kavramının hükümetler tarafından yaygın olarak benimsenmesi gibi trendler dizileri bir diplomasi aracı haline getirdi. Günlük siyasetten ve ideolojiden ari olarak düşünülemeyeceğinden, diziler aleni ya da örtük olarak siyasi mesajların verildiği, kahramanlık mitlerinin yeniden üretildiği ve biz ve öteki algılarının yerleştirildiği mecralar haline geldi. Bunun en popüler örneği olarak İspanya yapımı La Casa del Papel dizisi karşımıza çıkıyor. La Casa de Papel’de 2000’lerin sonlarında yaşanan ekonomik kriz döneminde “Occupy Wall Street” hareketi ile yaygınlaşan sistem karşıtı hareketlerin merkezinde yer alan ideolojinin ve bu ideoloji ile bağlantılı mesajların verildiğini görüyoruz. Ekibin soygun yaparken giydiği kostüm ve taktıkları maskeden soygun için seçtikleri yerlere kadar dizide aleni ya da örtük sistem karşıtı bir duruş sergileniyor. Zaten dizinin 3. sezonunun ilk bölümünde, ekibin lideri olan Profesör karakterinin söylediği gibi ekip “sisteme karşı süpheci, sistemden kaynaklı haksızlıklara öfke duyan” bireylerden oluşuyor ve sorumlu oldukları suç eylemlerini de sisteme karşı bir direniş olarak gerçekleştiriyorlar.
Kuruluş mitleriyle perçinlenen Güçlü Türkiye imajı
19 Şubat 2020’de Fikir Turu’nda çevirisi yayınlanan Mustafa Beysuni’nin Ortadoğu’da diziler üzerinden tarih ve güç savaşı analizi,3 dizilerin bu amaç için ne kadar elverişli mecralar olduğunun altını çiziyor.
Türkiye’de Muhteşem Yüzyıl ile başlayan tarihî dizi trendinin geldiği noktada bu dizilerin Türkiye’deki iktidarın inşa etmekte olduğu “Yeni Türkiye” miti ile uyumlu altın çağ hikâyelerinin hem içeride hem dışarıda sunulan “oyun kurucu güçlü Türkiye” imajını desteklemek için kullanıldığı aşikâr. Güney Amerika da dâhil olmak üzere hemen hemen tüm dünyada popüler olan Muhteşem Yüzyıl, ecdadımızı harem ilişkilerinden ibaretmiş gibi gösterdiği için eleştirilmişti. Fakat Muhteşem Yüzyıl’ı takiben, Diriliş ve Kuruluş mitlerinin, kahraman akıncıların Bizans ve Haçlı entrikalarına karşı nasıl muvaffak olduklarını anlatan dizilerin hem Türkiye’de hem de yurtdışında piyasaya sürülmesi, “güçlü Türkiye” imajının inşası için önemli bir rol oynamaya başladı.
Yeni başlamakla beraber Diriliş Ertuğrul’a benzer bir başarı yakalayacağı kesin görünen Kuruluş Osman’ı bir tarafa bırakırsak, Diriliş Ertuğrul’un The Guardian’da 12 Ağustos’ta yayınlanan bir yazıda Game of Thrones’un Müslüman versiyonu olarak anlatılması4 dizinin sadece Ortadoğu’da değil, Batı’da da karşılık bulduğunu gösteriyor. Diriliş Ertuğrul dizisinin fanlarından biri olan Venezuela Devlet Başkanı Maduro’nun 2018 yılında Türkiye ziyareti sırasında dizi setini ziyaret etmesi, dizideki kostümleri giyerek oyuncularla poz vermesi magazinel bir haber olarak medyaya yansıdı. Altı ay sonra Maduro’nun yardımcısı, Çorum’daki altın rafinerisini Venezuella’nın altınları işletme anlaşması yapmak üzere ziyaret etti; bu ziyaretin tek sebebi, Diriliş Ertuğrul dizisi olmasa da, dizinin de yardımıyla iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştiği söylenebilir.
Dizilerdeki “öteki”ler
Dizilerde sunulan imaj ve temsiller aynı zamanda ‘öteki’ algısının inşasında da önemli yer tutuyor. Türkiye’de sık sık söylenen “bizi yanlış tanıtıyorlar” cümlesi klişe bir cümle olmanın ötesinde kamu diplomasisi açısından önemli bir konuya parmak basıyor.
Özellikle, Netflix gibi dijital platformların yaygınlaşması ile “La Casa De Papel” ve “Into The Night” gibi dizilerde Türkiye ve Türkler ile ilgili verilen mesajlar her zamankinden daha fazla tepkiye yol açabiliyor. Çünkü biliyoruz ki, bu diziler tüm dünyada milyonlarca kişi tarafından izleniyor. İspanyol yapımı La Casa De Papel dizisine katılan Türk karakterin (Osman) ileri düzey tekniklerle işkence yapabilen bir karakter olması, dizinin Türk izleyicilerinin ve Türk medyasının ağır eleştirilerinin hedefi oldu.
Aynı şekilde, Belçika yapımı Into the Night dizisinde yer alan İtalyan karakterin Türkiye hakkında ileri geri konuştuğu sahneler de benzer tepkilere yol açarken, bu dizideki Türk karakter Ayaz’ın Türkiye’ye laf atan karakterlere verdiği cevaplar, dizinin Türk medyasında “bir Türk’ün dünyaya meydan okuduğu Netflix dizisi” olarak yer aldı.
Bu açıdan bakıldığında, bir yandan diziler aracılığıyla inşa edilmeye çalışılan “oyun kurucu güçlü Türkiye” imajı çizilmeye çalışılırken, diğer yandan bu imajı zedeleyecek temsiliyetlerin yer aldığı dizilerle karşılaşıldığında 1980’li yıllardan kalma “Geceyarısı Ekspresi” sendromuna benzer sendromlar gelişiyor. Veyahut tam tersi, kıyamet sonrası hayatta kalabilmek için sürekli Batı’ya giden uçağın yolcularından biri olarak tasvir edilmek bile bir gurur vesilesi olabiliyor.
Distopi ve Trump
Kovboylarla başladığımız diplomasi yolculuğumuza gene kovboylarla, son dönem üzerinde en çok konuşulan bilim kurgu Western dizisi “Westworld” ile son verelim. Ziyaretçilerine her türlü şiddet de dâhil olmak üzere vahşi batı deneyimi yaşatan Westworld isimli tematik parkta, sistem tıkır tıkır işlerken android kovboyların isyan çıkartarak sistemi ele geçirme hikâyesinin anlatıldığı Westworld dizisi, androidlerin dünyayı ele geçirme distopyasının ötesinde anlamlar içeren bir dizi. Donald Trump’ın başkan olmasıyla birlikte Amerikan yapım şirketlerinin Westworld ve Damızlık Kızın Öyküsü gibi distopik hikayeleri ön plana çıkarması dikkat çekici bir trend.
Özellikle Westworld’de anlatılan hikâye bizlere yapısı gereği anarşik olan uluslararası sistemin, sistemin devamlılığını sağlayan hegemon güçler zayıfladığı anda nasıl kaotik bir hal alabileceğini gösteriyor.
Soğuk Savaş sonrası sistemin en güçlü aktörü olan ABD’nin hegemonyasının sarsılması ve sistemde yeni güç mücadelelerinin önünün açılması çatışma, kaos ve savaş potansiyelinin artmasına yol açıyor ve Westworld dizisinde bize haklarımızın kısıtlanması pahasına da olsa sistemde kaosu önleyecek bir Leviathan olması gerektiği mesajını veriyor.
Westworld de, sürekli Batı’ya gitmek zorunda olan bir uçağın içindeki yolcuların hikayesini anlatan Into the Night dizisi gibi uluslararası sistemin ve insanoğlunun kurtuluşunun, yeni Leviathan’ın Batı’da olduğunu ima ediyor. Yani, Türkiye’nin rakip olarak tanımladığı ve imajını buna göre inşa ettiği istikamette.
Üzerinde konuşulacak, bu konuda örnek verilebilecek pek çok dizi var, ama bu yazıyı toparlamak gerekirse, 1920’lerden beri dünyada çeşitli iktidarlar tarafından bilinçli şekilde diplomasinin bir aracı olarak kullanılan filmlerin yanı sıra, son yıllarda dizilerin de hariciye koridorlarına girdiğini görüyoruz. Diziler, iktidardaki liderlerin yumuşak güç projeksiyonlarının ve kamu diplomasisi çalışmalarının vazgeçilmez bir parçası oldukça uluslararası siyaset ve diplomaside kovboylar, akıncılar ve hatta androidlerin ülkelerin imaj ve temsiliyetleri konusunda karşımıza çıkmasına şaşırmayacağız.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun hakkında politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 9 Eylül 2020’de yayımlanmıştır.
- https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/08/22/gizli-bir-hazine-kizil-westernler/
- https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/hariciye-koridorlarinda-sinema.aspx
- https://fikirturu.com/jeo-strateji/ortadoguda-diziler-uzerinden-tarih-ve-guc-savasi/
- https://www.theguardian.com/tv-and-radio/2020/aug/12/ertugrul-how-an-epic-tv-series-became-the-muslim-game-of-thrones