II. Dünya Savaşı’nın sonundan Berlin Duvarı’nın yıkılışına dek dünyayı tanımlayan “Soğuk Savaş”, jeopolitik gelişmeleri anlamlandırmak üzere bugünlerde yine gündemde. Ancak Tufts Üniversitesi’nde tarih dersleri veren David Ekbladh, The Conversation internet sitesinde yayımlanan yazısında, bugün yaşananlarla 1929’da tüm dünyayı etkisine alan Büyük Buhran dönemi arasında daha fazla paralellik olduğunu savunuyor.
Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“Son 15 yılda dünya pek çok çalkantıya sahne oldu. 2008 mali krizi ve sonuçları, COVID-19 salgını ve Sudan, Ortadoğu, Ukrayna ve diğer yerlerdeki büyük bölgesel çatışmalar, ardında belirsizlikler bıraktı. Buna, ABD ile rakipleri, özellikle Çin arasındaki gergin ve giderek artan rekabet de eklendi.
Yorumcular ise bu yaşananlar karşısında jeopolitiği açıklamak için sıklıkla 1945 sonrası döneme dair bir benzetmeye başvurdular: Dünya ‘yeni bir Soğuk Savaş’a giriyor.
ABD’nin dünyadaki yeri konusunda araştırmalar yapmış bir tarihçi olarak, Batı’yı Sovyetler Birliği ve müttefikleriyle on yıllar süren ideolojik bir savaşa sokan bir çatışmaya ve Soğuk Savaş’ın dünya çapında yarattığı dalgalanmalara yapılan bu göndermeler, günümüz olaylarına yanlış bir mercekten bakmaktır. Eleştirel bir gözle dünyanın hali, Soğuk Savaş’ın yapılandırılmış rekabetinden çok 1930’larda dünya düzeninin çöküşünü daha çok andırıyor. (…)
Yaklaşık bir asır geriye gittiğimizde, 1929’da Wall Street’in çöküşünden II. Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönem, ‘izolasyonizm’ veya ‘yatıştırma’ gibi terimlerle ifade edilebilir. Bu 10 yıl, Adolf Hitler ve Benito Mussolini gibi figürlerin yükselişi ve yatıştırılan saldırganlık hikâyeleri hakkında ders alınması gereken bir dönem olarak da gösteriliyor. Ancak işler aslında çok daha karmaşıktı. 1930’lardaki güçler ekonomileri, toplumları ve siyasi inançları yeniden şekillendirdi. Bu dinamikleri anlamak, son yıllardaki kafa karıştırıcı olayları daha net görmemizi sağlayabilir.”
Büyük ve daha küçük buhranlar…
Yazar, 1930’ların dünyasını tanımlayan Büyük Buhran’ın sadece 1929’da borsanın çökmesinden ibaret olmadığını, aynı zamanda dünya ekonomisinin son derece uzun süren, büyük ölçekli çöküşünün başlangıcı olduğunu belirtiyor: “Kalıcı ekonomik sorunlar, Minneapolis’ten Mumbai’ye kadar ekonomileri ve insanları etkiledi; derin kültürel, sosyal ve nihayetinde politik değişimlere yol açtı. Büyük Buhran’ın uzunluğu ve standart çözümlere karşı direnci, ekonomiye yönelik laissez faire (bırakınız yapsınlar) yaklaşımını ve onu destekleyen liberal kapitalist devletleri itibarsızlaştırdı.
2008 mali krizini izleyen “Daha Küçük Buhran” da benzer bir şeye yol açtı: Uluslararası ve yerel ekonomileri kaosa sürükledi, milyarlarca insanı güvencesiz hale getirdi ve 1990’lardan beri hüküm süren liberal küreselleşmeyi itibarsızlaştırdı.
Her iki buhranda da, dünyanın dört bir yanındaki insanların hayatları altüst oldu ve yerleşik fikirlerin, seçkinlerin ve kurumların yetersiz kaldığını görerek daha radikal ve aşırı seslere yöneldiler. (…)
1930’larda bu şüphecilik, ayrımcılık, ırkçılık biçimindeki çelişkilerle hâlihazırda kuşatılmış olan demokrasi ve kapitalizmin modern dünyanın taleplerine uygun olup olmadığı sorusunu doğurmuştu. Gerçekten 10 yılda da seçmenlerin dünyanın dört bir yanındaki ülkelerde otoriter eğilimli popülistlere yöneldiğini benzer şekilde gördük.
Amerikalı deneme yazarı Edmund Wilson 1931’de şöyle yakınıyordu: ‘Sadece ekonomik labirentteki yolumuzu değil, yaptığımız şeyin değerine olan inancımızı da kaybettik.’ Önemli dergilerde yazarlar ‘liberalizmin neden iflas ettiğini’ açıklıyordu. Bugün, hem sol hem de sağdaki figürler, muhafazakâr siyaset bilimci Patrick Deneen’in Liberalizm Neden Başarısız Oldu? (Why Liberalism Failed) başlıklı kitabında dile getirdiği görüşe katılıyor.
3 dalga
Genel olarak bireysel özgürlüklere ve hukukun üstünlüğüne, özel mülkiyete ve serbest piyasaya dayanan bir ideoloji olan liberalizm, destekçileri tarafından dünyaya demokratikleşme ve ekonomik refah getirmenin bir yolu olarak övülüyordu. Ancak son zamanlarda liberal ‘küreselleşme’ düşüşe geçti.
Büyük Buhran’ın da benzer bir etkisi olmuştu. 1920’lerin iyimserliği ki bazıları demokratikleşmenin bu dönemini demokrasinin ilk dalgası olarak adlandırıyordu, Japonya’dan Polonya’ya kadar popülist, otoriter hükümetlerin kurulmasıyla çöktü.
Bugün Macaristan’ın Victor Orban’ı, Rusya’nın Vladimir Putin’i ve Çin’in Xi Jinping’inin yükselişi, tarihçilere belirsizlik anlarında otoriterliğin devam eden cazibesini hatırlatıyor. (…)
Ekonomik milliyetçilik, hararetle tartışılmasına ve karşı çıkılmasına rağmen, 1930’larda küresel olarak baskın bir güç haline gelmişti. ABD de dahil olmak üzere birçok ülkede son zamanlarda yine korumacı politikalara başvuruluyor.
Şikâyetler dünyası
Büyük Buhran, ABD’de yönetimin ekonomide ve toplumda yeni roller üstlendiği ‘Yeni Düzen’in fitilini ateşlerken, başka yerlerde liberal dünya ekonomisinin çöküşüyle sarsılanlar, merkezi hükümetin eline muazzam güçler veren rejimlerin yükselişine tanık oldular.
Çin’in otoriter ekonomik büyüme modelinin günümüzdeki çekiciliği ve Orban, Putin ve diğerlerinin temsil ettiği güçlü adam imajı (sadece ‘Küresel Güney’in bazı bölgelerinde değil, Batı’nın bazı bölgelerinde de) 1930’ları hatırlatıyor.
Bunalım, ‘totaliter’ olarak adlandırılan ideolojileri yoğunlaştırmıştı: İtalya’da faşizm, Rusya’da komünizm, Japonya’da militarizm ve hepsinden önemlisi Almanya’da Nazizm. Daha da önemlisi, özellikle krizlere cevap veremeyip tökezleyen liberal hükümetlerle kıyaslandığında, bu sistemlere dünya çapında pek çok kişinin gözünde bir meşruiyet düzeyi kazandırdı.
Bu totaliter rejimlerin bazılarının, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünyaya dair şikâyetleri vardı. Ve liberal ilkelere dayalı küresel düzenin istikrarı sağlayamaması üzerine, onu kendilerine göre yeniden şekillendirmeye koyuldular.
Bugünkü gözlemciler büyük ölçekli savaşın geri dönüşü ve küresel istikrara getirdiği meydan okuma karşısında şok yaşadıklarını ifade edebilirler. Ancak bunun Buhran yıllarıyla belirgin bir paralelliği var.
1930’ların başlarında, Japonya gibi ülkeler dünya sistemini yeniden düzenlemeye yöneldi ki bu ülkelerin ‘revizyonist’ olarak anılmasının sebebi de buydu. (…) On yıl sonra, askerî saldırganlık yayıldı. Çin, Japonya’ya karşı diğer güçler tarafından tereddütlü de olsa desteklenen kendini koruma amaçlı anti-emperyalist savaşıyla bir öncü haline geldi. Bugün Ukraynalılar bu paralelliği gayet iyi anlayabilirler.
Etiyopya, İspanya, Çekoslovakya ve sonunda Polonya, uluslararası düzeni kendi imajlarına göre yeniden şekillendirmek için askeri saldırganlık veya tehdidini kullanan ‘revizyonist’ devletlerin hedefi oldu.
1930’ların sonuna gelindiğinde, bu kriz yıllarını yaşayan birçok kişinin, Nazi Almanya’sı gibi devletlerin rejimlerine ve yöntemlerine karşı kendi ‘soğuk savaşlarını’ yaşaması ironikti. Bu sözcükleri, normal uluslararası ilişkilerin sürekli, bazen şiddetli bir rekabete dönüşmesini tanımlamak için kullandılar. Fransız gözlemciler, ‘ne barış ne savaş’ veya ‘yarı savaş’ gibi bir tanım kullandı örneğin.
O zamanki figürler bunun devam eden bir rekabetten çok normların ve ilişkilerin yeniden şekillendirildiği bir pota olduğunu anlamıştı. Onların sözleri, bugün yeni bir çok-kutuplu dünyanın şekillendiğini ve yerel etkilerini genişletmek isteyen bölgesel güçlerin yükselişini görenlerin duygularında yankı buluyor. (…)
Dizginleri ele almak
Yazar, tarihsel paralelliklerin asla mükemmel olmadığını, ancak bizi bugünümüzü yeniden değerlendirmeye davet ettiğini söylüyor: “Geleceğimiz, 1930’ları sonlandıran ‘sıcak savaş’ın veya onu izleyen Soğuk Savaş’ın bir tekrarı olmak zorunda değil.
Brezilya, Hindistan ve diğer bölgesel güçlerin yükselen gücü ve kabiliyetleri, tarihsel aktörlerin evrimleştiğini ve değiştiğini hatırlatıyor. Ancak, 1930’lar gibi kendi çağımızın da ciddi krizlerle boğuşan karmaşık bir çok-kutuplu dönem olduğunu kabul etmek, tektonik güçlerin birçok temel ilişkiyi yeniden şekillendirdiğini görmemizi sağlıyor. Bunu kavramak, başka bir zamanda felakete yol açan güçleri dizginleme şansı sunuyor.”
Bu yazı ilk kez 6 Eylül 2024’te yayımlanmıştır.