Son dönemde karşımıza çıkan başarısız devletler, bölgesel istikrarsızlıklar ile savaşların neden olduğu kontrolsüz ve zorunlu göç, küresel ısınma ya da iklim değişikliği gibi gelişmeler, küreselleşme adı altında şekillenen neo-liberal ekonomik düzeni yeniden ve artan bir biçimde sorgulatıyor. 21. yüzyılın neredeyse ilk 10 yılına hâkim olan; eşitlikçi, adil ve insani değerler üzerine inşa edilecek daha iyi ve küresel bir dünya düzeni masalı artık hatırlanmıyor. Ekonomik krizlerle ivmelenen siyasal istikrarsızlıklar dünya siyasetini belirleyen başlıca gelişmeler haline geldi.
Eşitsiz ve adaletsiz küresel düzenin devam etmesine neden olan ekonomik, siyasal, askeri, kurumsal ve kültürel yapıyı, bunları üreten araçlar ile unsurları yeniden tartışmaya başladık. Bu süreçte, gelişen iletişim teknolojisinin ürünü olan sosyal medya da tartışmaları ceplerimize kadar sokmuş vaziyette. Değişmeyen şaşırtıcı bir boyut ise, 19. ve 20. yüzyıllara hâkim olan emperyalizm ve sömürgecilik gibi ideoloji yüklü temel kavramların hâlâ uluslararası seviyede söylemi belirleyen geçer akçe olması.
Yumuşak güç, üst akıl anlamaya yeter mi?
Emperyalizm ve sömürgecilik kavramları, kültür, siyasal değerler ve bunun bir sonucu olarak karşımıza çıkan dış politika yapımı ve tercihlerini anlama çabasında yeniden ve hiç bıkmadan kullanılıyor. Yapılan değerlendirmeler ısrarla başta ABD olmak üzere sömürgeci-emperyalist Batı’nın sonunun geldiği yönünde iddiaları ileri sürüyor.
‘Yumuşak güç’, ‘üst akıl’ gibi yeni kavramlar da bu eskimeyen konuya dair modern değerlendirmeler olarak tartışmalarda yerlerini alıyor. Mesele, 1980’lerin sonlarına kadar gündemi belirleyen zengin-fakir, gelişmiş-gelişmemiş gibi ikililerle anlaşılmaya çalışılan merkez ve çevre ekseninden çıkıyor; akabinde de daha geniş kapsamlı, küresel düzlemde okumaların yapılmasına kapı açıyor. Ancak süreç değişse de sonuç değişmiyor: ‘Yumuşak güç’ veya ‘üst akıl’ gibi yeni kavramlarla da olsa yeniden eskinin sömürgeci ve emperyalist unsurları olarak görülen Batılı ülkeler yaftalanıyor.
İşin ilginç yanı, kimse yeni yükselen güçler ya da sistemin yeni revizyonistleri olan örneğin Rusya ya da Çin’i emperyal ya da sömürgeci olarak nitelemiyor.
Çin ve Rusya emperyalist mi?
Oysa Çin nerdeyse son 10 yıldır görünür biçimde ve gündemi yoğun bir biçimde meşgul edecek şekilde, dünya devi süper güç ABD’nin başlıca rakibi ve halefi olarak anılıyor. 2013’te başlattığı, Yeni İpek Yolu Projesi olarak da adlandırılan ‘Kuşak/Kemer ve Yol’ projesi ile gayet iddialı bir dizi altyapı projesiyle etkinliğini ve varlığını küresel alana yayma yönünde büyük yatırımlar yapıyor, adımlar atıyor. Ancak, ekonomik ve ticari yönü öne çıkartılan bu projenin siyasi, toplumsal ve kültürel sonuçlarını neredeyse kimse sorgulamıyor. Çinli yetkililer de yeni projelerini ‘ortak refah, yeşil gelecek ve birlikte kalkınma’ söylemi altında karşılıklı yarar, ortak kazanç ve birlikte büyüme sloganlarıyla pazarlıyor.
Çin’in bu projesi, emperyalist bir sömürü aracı olmaktan ziyade herkesin kazandığı, barışçıl ve samimi bir proje olarak tanımlanıyor. Çin Xinhua Haber Ajansı’nın 60 saniyelik bir tanıtım videosunda verilen mesajlar ilgi çekici: ABD’ye “Senin yerini almak niyetinde değiliz!”, Rusya’ya “İlişkilerimizi geliştirmekte sınır tanımıyoruz!”, sınır sorunları yaşadığı Hindistan’a “Ejder ve Fil savaşmamalı!”, Japonya’ya “Ortaklık yapmalıyız!”, Afrika’ya “Hızlı gelişme trenine hoş geldiniz!”, Avrupa’ya “Birlikte serbest ticaret sistemini koruyalım!” Sonrasında da yeni girişime atıfla “barışçı, müreffeh ve güzel bir dünyayı iş birliği, güven ve saygı temelinde inşa edelim!” mesajıyla Çin’in yeni emperyalist olmayan, güç peşinde koşmayan, samimi yaklaşımı anlatılmış oluyor. İşin daha da ilginci, başta Afrika ve Güney Asya olmak üzere dünyanın stratejik sayılabilecek pek çok noktasında mega projeler yapan ve bu sayede bu bölgelerde etkisini artıran Çin’in “emperyalist olmayan, güç peşinde koşmayan samimi yaklaşımı” bazı kesimlerce inandırıcı bulunuyor.
Benzer bir biçimde Rusya da Ukrayna’dan başlayarak Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika ve Suriye’de görünürlüğünü arttırıyor. Ancak bu süreçte Moskova’nın emperyal geleneğin bir takım ekonomik, siyasi ve kültürel güç uygulamaları ve politikalarını hedeflerine entegre edip etmediğini hiç tartışmıyoruz. Hatta Rusya’yı, sömürgeci Batı’nın planlarını engelleyen, özgürlük ve insan hakları ekseninde hareket eden dengeleyici bir güç olarak kabul ediyoruz. Askeri operasyonlar, yenilenen petrol ve gaz anlaşmaları, ölen sivil insanlar, artan otoriteryanizm vb. konular ise gündeme neredeyse hiç gelmiyor.
Bu farklı bakış açısının nedenlerini anlamak için belki de arkasında geniş bir literatür bulunan emperyalizm ve sömürgecilik gibi kavramlara kısaca ve yakından bakmakta fayda var.
Emperyalizm nedir?
Emperyalizm kavramı, bir siyasal topluluğun diğeri üzerinde doğrudan veya dolaylı biçimde siyasal, ekonomik veya kültürel tahakküm kurmasını, yayılmasını ifade eder. Uluslararası sistem bağlamında az gelişmiş ülkelerin, siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan sömürülmesidir. Sosyal Darwinist bakış açısıyla, güçlünün var oluş biçimi, zayıfın doğal seleksiyon neticesinde yok oluşudur. Doğal kabul edilmelidir. Sol literatüre hâkim olan söylemle, çevreden merkeze artı değer aktarımıdır. Farklı bir söylemle, sömürülen unsurun her türlü maddi ve manevi değerinin yok edilmesi, emperyal unsurun gücünün pekiştirilmesi adına kaynakların sömürücünün kullanımına aktarılması anlamına gelir. Bu haliyle emperyalizm ve sömürü kavramları doğrudan doğruya güç ile ilişkilenir, akla daima savaş, yıkım, ölüm gibi kavramları getirir. Bu olgular ise güce dayalı sistemin devamlılığının sağlanması adına kurulu düzenin korunması ve yeniden üretilmesi için uluslararası sistemin siyasal, askeri, kurumsal, iletişimsel ve kültürel araçlarla denetim altında tutulmasını gerektirir.
Emperyalist güçler coşturucu sloganlar, üretilen yeni semboller, üstün askeri, ekonomik, siyasal veya kültürel gücü ile bu düzeni kurar ve kendini yeniden üretir. Tarihsel süreçte şöyle bir durup geriye baktığımızda, bunu yapanın Batı ve Batılı aktörler olduğunu görürüz. Dünya tarihi olarak gördüğümüz aslında bir nevi Avrupa tarihi, Afrika’dan Asya’ya, Güney Amerika’dan Kuzey Amerika’ya bir sömürge ve emperyalizm tarihidir. Bunun belki de doğal bir sonucudur gelişmiş Batı ve geri kalmış diğerleri analizleri. Dünya tarihini, iki dünya savaşını, liberal düzenin inşasını ve onun kurumları ile işleyişini, küreselleşmeyi, Soğuk Savaş’ı ve elbette ‘Tarihin Sonu’nu bu bakış açısıyla inşa edebilir ve okuyabiliriz.
11 Eylül sonrası Amerikan politikaları, Afganistan ve Irak’ın işgali ya da ‘kurtarılması’ ve Büyük Ortadoğu Projesi gibi örnekler emperyalizmi yeniden popüler bir gündem başlığına dönüştürdü. Belki de Çin ve Rusya gibi örnekler bu süreci geri dönüştürecek, denge sağlayabilecek yeterince güçlü unsurlar olarak görüldükleri için emperyalist sömürgeci aktörler olarak kabul edilmiyorlar.
Türkiye tarihini emperyalizm gözlüğünden okumak
Küresel alana etki eden bu bakış açısının, sürekli bir parçalanma, sömürülme ve yıkılma çekincesi ile yoğrulan Türk toplumunda da hâkim olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Kendisi de adı üzerinde bir İmparatorluk olan ve emperyal gelenek üzerine kurulu Osmanlı Devleti’nin son döneminden itibaren Batılı güçler emperyalist, sömürgeci ve yıkımın asli nedeni olarak görüldü ve tanımlandı. Türkiye’nin neredeyse 200 yıllık ‘Batı’ya rağmen Batılılaşma’ serüveninin ayak izleri bu mecrada aranabilir. Milli Mücadele’nin anti-emperyalist doğası, Mücadele sırasında ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı’na kadar dış ilişkilere hâkim olan söylem ve hatta Türk-Bolşevik/Sovyet dostluğu bu bakış açısı üzerinden açıklanabilir.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında tercih ettiği yeni gelişmeci çizgi ise geleceğini, çıkar, güvenlik ve refahı Batı dünyası ile aynı yönde hareket etmekte ve liberal/neoliberal sistemin bir parçası olmakta gördü. Ekonomik, sosyal ve kültürel gerilimlerin hâkim olduğu nerdeyse 80 yıllık Türk demokrasisi ve düşünce dünyası açısından anlaşılabilir olan bu gelişmeci çizginin, kendini ve toplumu anlamada düşünsel kolaylık sağlamasına rağmen, içeriğini tanımlama konusunda bazı ciddi sorunlar yaşadığı belirtilebilir.
Farklı bir söylemle Türkiye’de sol, sağ, ulusalcı muhafazakâr kesimin ortak noktası, emperyalizm, sömürgecilik ve küreselleşme ile Batı dünyasını eşleştirmek ve buradan hareketle kötülemek. Fakat bunun yanı sıra gelişme, refah, modernleşme gibi olguların da Batı’nın bir parçası olmakla birleştirilmesi çatışmanın kaynağı olarak belirginleşiyor.
Çelişkinin temelinde ne yatıyor?
Bu, Türkiye’de gelişmeci çizgideki savrulmaların ve de siyasal, sosyal ve kültürel kimlik çatışmalarının da temelinde yatan bir çelişki. ‘Tek dişi kalmış canavarla’ mücadele için tam da eleştirdiğin ve kötülüğün kaynağı olarak gördüğün Batılı düzen ve sistemin bir parçası haline gelme; ekonomik güç ve zenginlik için de küreselleşmek ve sisteme dâhil olmak. Küreselleşme ise bir yandan malların, sermayenin ve insanların serbest dolaşımı bağlamında refah, demokratikleşme ve insani değerlerin yüceltilmesi anlamına gelirken, diğer yanda kutsal sayılan devletin aşındırılması, küçültülmesi, kontrol altına alınması ve hatta bölünmesi anlamına geliyor. Ne çelişki!
Bu çelişki aslında sadece Türk aydınının çelişkisi olarak görülemez. ‘Emperyalist’ Batı düşünce dünyasında da bir yandan farklılaşmanın kıymeti, ‘küçüğün güzelliği’ ve elbette benzersizliği, dolayısıyla korunması gerektiği vurgulanırken, diğer yandan küreselleşme ile değerlerin yaygınlaşması, hayat tarzlarının benzerleştirilmesi ve tek tipleştirilmesi isteniyordu. Emperyalizm ya da yeni adıyla küreselleşme, kontrol edebileceği devletler istediği için dünyadaki diğer devletleri bölecek, hatta şehir devletlere kadar gidecek bir parçalanma süreci yaşanacaktı. Ama istenilen küreselleşmeyi gerçekleştirmek için de güçlü ve merkezi devletlere ihtiyaç vardı. Bugün karşı karşıya kaldığımız çatışma, anlaşmazlık ve sorunlar muhtemelen bu açmazların birer sonucu.
İşte bu düşünce biçiminin doğal bir sonucu olarak şu soru karşımıza çıkıyor: Küreselleşme emperyalizm anlamına geliyorsa ve emperyalizm de bölmek ve parçalamak istiyorsa, nasıl hareket etmek gerekecek?
İşte bu soruya cevap arayışı, Türkiye gibi katı biçimde tanımlanmış etnik, kültürel ve sosyal kırılmalar yaşayan, yakın çevresinde istikrarsızlıkların savaşlara dönüştüğü bir ülkede, Batı karşıtı emperyal söylemi sürekli canlı tutar hale getirdi. Yumuşak Güç, “Büyük Ortadoğu Projesi” gibi Türkiye’yi Batılı bir aktör olarak tanımlayan söylem ve politikalar ışığında, 1990’ların son ve 2000’lerin ilk on yılında yaşanan gelişmelerin de Türkiye’de kafaları iyice karıştırdığı iddia edilebilir. Zira özellikle o yıllarda hem emperyalist Batı ile tarihi bir mücadele yürütülürken, diğer yandan da bölgede kültür, siyasi değerler ve dış politikaya dayalı bir ‘yumuşak güç’ olma çabası vardı. ‘Üst akıl’ ile iyi ilişkiler kurarak bölgesel projelerde yapıcı bir aktör olarak rol almak da bölgesel gücü artıran bir etkendi.
Aradan uzun zaman geçti. Dünyayı ve bizim yakın çevremizi alt üst eden onca gelişme yaşanırken, çelişkilere sırtımızı dönme ve ortada duran gerçekleri istediğimiz gibi yorumlama alışkanlığımız değişmedi.
Twitter’dan takip edin: @MCelikpala
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Mart 2020’de yayımlanmıştır.