Filistin’in Sisifos Barışı: Hudeyni ta’ali – Gel beni al (Hind Rajab’ın aziz hatırasına)

Kanada, Avustralya, İngiltere, Fransa, Portekiz… Filistin’i tanıma dalgası, Gazze adeta yok edilmişken, Gazzelileri kurtarır mı? Diplomatik tanımalar barışı getirir mi, Gazzelilerin hayatını nasıl etkiler? Prof. Dr. Salih Bıçakcı yazdı.

7 Ekim 2023’ten beri İsrail’in saldırıları sonucu Gazze’de, Ağustos sonu itibariyle, 63 binden fazla insan hayatını kaybetti, bunların büyük çoğunluğu sivil Filistinlilerdi. İki yılı aşkın bir süredir kimse İsrail’i durduramazken, son aylarda uluslararası arenada bir umut ışığı doğdu. 2025’in yaz aylarından itibaren Fransa, Kanada, İngiltere, Avustralya, Belçika, Portekiz de Filistin’i BM oturumunda tanıyacağını açıkladı. 21 Eylül’de İngiltere, Kanada, Avustralya’da karar geldi. Fransa 22 Eylül’de tanıyacağını açıkladı.

10 Eylül 2025’te, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun (BMGK) 80. Oturumunda, “Filistin Sorununun Barışçıl Çözümü ve İki Devletli Çözümün Uygulanmasına Yönelik New York Deklarasyonu” taslağı oylandı. 142 lehte, 10 aleyhte ve 12 çekimser oyla taslak kabul edildi. Bu taslak karar, İsrail-Filistin çatışmasının barışçıl bir şekilde çözülmesi için eylem odaklı bir yol haritası sunuyor. Taslakta, Gazze’de acil ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması, Hamas’ın silahsızlandırılması, egemen bir Filistin Devleti’nin kurulması ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi gibi konular yer alıyor. İnsan bütün bu gelişmeleri okuyunca birden ümitleniyor. Ama BM kararlarının genelde reel politik konusundaki katkısını ne denli sınırlı olduğunu hatırlayınca bu ümidi hızlıca kayboluyor.

Tanıma dalgasında ismi geçen ülkelerin büyüklüğü ilk anda insanı ümitlendirse de halihazırdaki saldırıları durdurup durduramayacağını bilmiyoruz. Yine de bu hamlenin, Gazze’de süren savaşın tetiklediği önemli bir diplomatik girişime dönüştüğünü inkar edemeyiz. Fransa gibi Yahudi nüfusunun nispeten fazla olduğu bir ülkenin bu sürece dahil olması kesinlikle dikkat çekici. Kanada, İngiltere, Avustralya ve şimdi de Belçika gibi ülkelerin ilk kez bu adımı atmayı taahhüt etmiş olması beklenmedik şekilde herkesi şaşırttı. Sürece dair bu referanslar, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü, İsrail ile yan yana bağımsız bir Filistin devleti olarak tanımlayan 1967 sınırları üzerinde iki devletli çözümü destekliyor.

İsrail’in tepkisi

İsrail, bu tanınma dalgasına öfkeyle ve alarm duygusuyla karşılık verdi. Hükümet, bu adımları “cihatçı teröristlere ödül” olarak niteledi ve geri tepeceği uyarısında bulundu. Bazı üst düzey İsrailli yetkililer, ülkelerin tanımaya devam etmesi durumunda İsrail’in Batı Şeria’da ilhak seçeneğini değerlendirdiğini belirtti.

Netanyahu’nun kabinesindeki aşırı sağcı bakanlardan olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Filistin’i tanıyan her ülke için yeni bir yasa dışı yerleşim kuracağına söz vererek, gerginliği daha da arttırdı. Muhalefetten Avigdor Lieberman bile, Filistin devletinin uluslararası tanınmasıyla “gözümüzün önünde kurulduğunu” söyleyerek Netanyahu’yu diplomatik başarısızlıkla suçladı.

Kısacası, İsrail, tek taraflı tanıma politikasını doğrudan bir meydan okuma olarak gördü, süreci durdurmak için elinden geleni yaptı ama şimdilik yeterli olmadı.

Avrupa kurumlarından destek

Avrupa kurumları da ne kadar etkili olacağı şüpheli tanıma kampanyasına ağırlık verdi. 11 Eylül’de Avrupa Parlamentosu, tüm AB üye devletlerine “iki devletli çözümün sağlanması amacıyla Filistin Devleti’ni tanımayı değerlendirmeleri” çağrısında bulunan bir kararı kabul etti. Kararın çıkışı sırasında soykırım tabirinin kullanılıp kullanılmayacağı konusunda sert tartışmalar yaşandı. Nihayetinde “soykırım” ifadesinin çıkartılması ise AB’nin geniş destek almak için yaptığı bir uzlaşı hamlesiydi.

Kararın geçmesi, Avrupa’da, Gazze Savaşı’nın yarattığı vahşet ortamında Filistin devletinin yaşayabilirliğinin korunmasının aciliyetine ilişkin büyüyen bir fikir birliğini yansıtıyor. Öte yandan sürece destek veren ülkelerin kamuoylarındaki iç baskıyı azaltmak için oylamayı fırsat olarak değerlendiği görülüyor. Filistin’i BM üyesi 193 ülkeden 147’sinin tanıyor. İsveç, İspanya, İrlanda ve Slovenya gibi ülkeler de son yıllarda tanımıştı; Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Malta gibi ülkelerin bu listeye katılmak için hamle yapması uluslararası diplomatik manzarada çarpıcı bir değişime işaret ediyor.

ABD’den karşı hamle

Öncelikle, bu yeni dalga, ABD ile geleneksel Batılı müttefikleri arasında eşi benzeri görülmemiş bir çatlağa işaret ediyor.

Trump yönetimindeki ABD (2025 itibariyle) bu tanıma girişimlerine kesinlikle karşı çıkıyor; bu da ABD ve İsrail’i, Filistin meselesinde neredeyse dünyanın geri kalanına karşı aynı cephede bırakıyor. Washington, Filistin devletinin ancak doğrudan müzakereler yoluyla ve tek taraflı ilanlarla değil, ortaya çıkabileceğini savunuyor. Buna karşılık, Avrupa’daki ABD müttefikleri ile Kanada ve Avustralya, İsrail’in uzlaşmazlığının ve Gazze’deki insani felaketin onları “politik bir mesaj” göndermeye zorladığına inanıyor. Bu ayrışma, Batılı güçler arasındaki eski uyumu zayıflatıyor ve BM başta olmak üzere uluslararası platformlarda diplomatik dengeleri yeniden şekillendirebilir bir kapasiteye sahip…

ABD ise Avrupa destekli bu yeni tanıma dalgasına bir mesajla cevap vermeyi tercih etti. ABD Dışişleri Bakanlığı New York’taki BM Genel Kurulu’na katılmak için gitmeyi planlayan Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ve heyetine Eylül ayındaki Genel Kurul’a katılmaları için vize vermeyi reddetti. Bu karar, BM Genel Merkezi Anlaşması’nın ruhuna aykırı olarak (New York’taki BM toplantılarına tüm üye ve gözlemci heyetlerinin katılımını garanti eder) Filistinli yetkililerde öfke yarattı. Trump yönetiminden yetkililer, bu vize yasağını, Filistin Yönetimi’nin 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırılarını yeterince kınamaması ve İsrail’e karşı uluslararası mahkemelerde “hukuki savaş” yürütmesiyle gerekçelendirdi. ABD’nin bu adımı, Filistin’in BM kürsüsünden yeni bir “bağımsızlık ilanı” veya benzeri dramatik bir çağrı yapmasını engellemeye yönelikti.

ABD’nin Filistin devletini reddetmede İsrail’in sağcı hükümetiyle neredeyse tamamen aynı çizgide yer alması; Filistin davasına küresel sempati dalgası karşısında ABD’yi izole ediyor. Öte yandan Netanyahu’nun ve kabinesinin sınır tanımayan eylemlerinin arkasındaki cesaretin ABD’den gelen destek olduğunun da altını çizmeliyim.

Uluslararası hukuk boyutu

Uluslararası hukuk ve normlar açısından ise, ABD müttefiklerinin tanıma hamleleri, İsrail’in işgal politikalarına karşı yasal uzlaşıyı pekiştiriyor. 2024’te Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalinin ve yerleşimlerinin yasa dışı olduğuna hükmetmiş ve “en kısa sürede” geri çekilmesini istemişti.

Avrupalı liderler, özellikle Doğu Kudüs yakınındaki E1 projesi gibi agresif yerleşim genişlemelerini iki devletli çözümü ortadan kaldıran ana neden olarak gösteriyor, artan yerleşimci terörü için Fransa ve Belçika gibi ülkeler, 1967 sınırları dahilinde Filistin’i resmen tanıyarak, İsrail’in fiili ilhakını reddetmiş oluyorlar. Belçika Dışişleri Bakanı, ülkesinin kararını İsrail’in Batı Şeria’daki “yayılmacı emellerine” ve askerî işgaline karşı önemli tavır olarak niteliyor.

Ayrıca, bazı Avrupa ülkeleri tanıma adımını İsrail’e karşı yaptırımlarla destekliyor – bu adımın da uluslararası tepkinin artışını göstermek için önemli olduğunu düşünüyorum. Belçika, aralarında İsrail yerleşimlerinden ithalatı yasaklamak, işbirliğini sınırlandırmak ve hem Hamas liderlerini hem de şiddet yanlısı İsrailli yerleşimcileri “persona non grata” ilan etmek gibi 12 “kesin yaptırım” uygulayacağını açıkladı. AB düzeyinde ise, İsrail ile ortaklık anlaşmasının ve bilimsel işbirliğinin (her ne kadar bazı üniversiteler karşı çıksa da) askıya alınmasını destekleyecek kararlar aldılar. Eskiden İsrail’e yakınlığıyla bilinen ülkelerin bu tür adımlar atması, İsrail’in dış ilişkilerinde dönüştürücü sonuçlar doğurabilecek uluslararası tutum sertleşmesini gösteriyor.

Bununla birlikte, tanımanın etkisi, somut sonuçlar üretmediği sürece büyük ölçüde sembolik kalıyor. İsrail ve ABD, bu jestlerin İsrail’i müzakereye zorlamayacağını veya savaş stratejisini değiştirmeyeceğini açıkça belirtti. İsrailli yetkililer, bu süreçte Filistin’i tanıyanları, “Hamas’ın korkunç terörizmini ödüllendirmekle” suçladı.

Koordineli bir barış girişimi olmadan, tek taraflı tanımaların müzakereleri canlandırmak yerine, Batı Şeria’da yeni ilhaklar gibi tırmanmaya yol açma riski var. Ayrıca, kısmi veya şartlı tanımaların, eğer nihai hedef olarak görülürse, barışı geciktirebileceği endişesi dile getiriliyor. Örneğin, Belçika tanıma adımını bazı koşullara bağladı: Filistin’in elindeki son rehinelerin serbest bırakılması ve “Hamas’ın artık Filistin’in yönetiminde rol almaması”. Bu tür çekinceler, bazı Filistin yanlısı gözlemcilerce etkinin zayıflatılması olarak eleştirildi ve hatta İsrail’in, Hamas’ın ortadan kaldırılması geciktikçe tanımanın da erteleneceği bir durum ortaya çıkarabileceği, bu yüzden savaşı uzatma motivasyonu doğurabileceği savunuldu.

Sonuç olarak, diplomatik rüzgâr Filistin lehine dönüyor gibi görünse de gerçekçi sonuçlar belirsizliğini koruyor. Açık olan şu ki, ABD liderliğindeki tekellerin sona erdiği ve daha çok taraflı, hatta çatışmacı bir yaklaşımın ortaya çıktığı bir döneme girildi; burada büyük güçler, Gazze’deki mevcut İsrail politikasına açıkça karşı konumlanıyorlar.

Tanınma Gazze’de yaşamı değiştirir mi?

Peki, bu diplomatik adımların, eşi benzeri görülmemiş bir insani felaketin yaşandığı Gazze’deki halk üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Gazze Şeridi, Ekim 2023’te Hamas’ın sürpriz saldırısı sonrasında İsrail’in tam kapsamlı askerî harekâtı ile amansız bir saldırı altına girdi. Orta Doğu’nun 11 Eylül’ü olarak tanımladığım bu olay, bölgedeki güvenlik dinamiklerini kökten değiştirdi. Bu da neyin meşru neyin yasak olduğunu yeniden tanımlayan farklı bir düzlemi karşımıza koydu.

İki yıla yaklaşan bu süreçte, Gazze’deki kayıplar sarsıcı boyutlara ulaştı. 2025 Ağustos sonu itibarıyla, İsrail’in askerî operasyonları Gazze’de 63.000’den fazla insanı öldürdü – bunların büyük çoğunluğu sivil Filistinlilerdi – ve yaklaşık 150.000 kişiyi yaraladı, kent nüfusu adeta yok edildi.

Gazze bir zamanlar hareketli ve kalabalık bir şehirken, şimdi “enkaz yığınına” döndü ve sakinleri büyük oranda yerinden edildi. BM, Gazze’nin kuzeyinde kıtlık ilan etti; bu durumu, İsrail’in insani yardımı “sistematik olarak engellemesine” bağlayarak, nüfusun açlığa sürüklendiğini açıkladı. Kısacası, Gazze’de günlük yaşam; sürekli bombardıman, yoksunluk ve kayıpla dolu bir kabusa dönüştü.

Bu bağlamda, Filistin devletinin tanınması, harabeler arasında çocuklarına yiyecek arayan bir anne veya ailesini kaybetmiş bir baba için ilk etapta pek bir anlam ifade etmeyebilir. Sembolik devletlik, ne bombaları durdurur ne de açları doyurur. Eylül 2025 itibarıyla, İsrail’in askerî harekâtı hâlâ sürüyor. Başbakan Netanyahu, artan uluslararası ateşkes çağrılarını hiçe sayarak Gazze Şehri’nin kalan kısımlarını ele geçirmek için yeni bir saldırı emri verdi.

Gazze’de yaşayanların en acil ihtiyacı, şiddetin sona ermesi ve insani koridorların açılmasıdır. Avrupa kararları ve tanımaları, ateşkes ve insani erişim çağrılarıyla el ele gitse de şu ana kadar İsrail bu çağrılara kulak asmadı. Gerçek şu ki, savaş sürdükçe, kâğıt üzerindeki devletlik, Gazze’de İsrail ateşi altındaki insanlar için bir teselli değildir. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgide insanlığın yıllardır inşa ettiği kurumlar ve değerler de yıkılıyor ve zarar görüyor.

Yine de, daha geniş ve uzun vadeli bakıldığında, bu BM oylaması diplomatik denklemi değiştirerek Gazze’deki insanların durumunu iyileştirebilir. Buradaki mantık, dünyanın büyük bölümü işgal altındaki Filistin topraklarını egemen bir devlet olarak tanıdığında, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı ve ablukası (ve Batı Şeria’daki uygulamaları), açıkça başka bir devlete yönelik saldırı olarak algılanacak ve bu da uluslararası hukuki ve ekonomik yaptırımların devreye girmesini kolaylaştırabilecek olmasıdır.

Pratik olarak, tanıma adımlarının bazıları, Gazze’deki acıları hafifletmeyi amaçlayan önlemlerle birlikte geliyor. Belçika gibi ülkeler, devlet tanımasını, Gazze’nin yeniden inşası ve insani yardımıyla birleştiriyor. Eğer bu diplomatik baskılar, geçici bile olsa çatışmanın durmasını veya yardım malzemelerine daha fazla erişimini sağlarsa, Gazze’de yaşayanlar gerçek bir değişim hissedebilir.

ABD perspektifi: İsrail’in destekçisi mi, şiddetin kaynağı mı?

Bu krizde ABD’nin tutumu kritik bir soruyu gündeme getiriyor: Şiddetin ana tetikleyicisi Washington’ın İsrail’e koşulsuz desteği mi yoksa şiddet İsrail’in kendi politikalarının bir ürünü mü?

Pek çok analist ve gözlemci, ABD desteğinin, İsrail’in Gazze’de savaşı neredeyse hiçbir kısıtlama olmadan sürdürmesine imkân tanıdığını savunuyor. Trump yönetimi altında ABD (2025), İsrail’in Gazze’deki askerî harekâtına tam destek verdi; İsrail’in söylemlerini tekrar etti ve diplomatik alanda İsrail’i korudu. Örneğin, Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Fransa’nın Filistin’i tanımasını “sorumsuzca bir karar” olarak nitelendirerek, bu tür adımların yalnızca Hamas propagandasına hizmet edeceğini iddia etti. Guardian’ın ifadesiyle, Trump yönetimi, “Filistin devletini kesinlikle reddeden İsrail’in sağcı hükümetiyle daha da bütünleşti”. Bu uyumun somut etkileri var: ABD, İsrail’in askerî operasyonlarını eleştiren ya da ateşkes talep eden BM Güvenlik Konseyi kararlarını sürekli veto etti ve Gazze’deki yıkıma küresel öfke büyürken dahi İsrail’e gelişmiş silah ve mali yardım sağlamaya devam etti. Avrupa müttefikleri geçici insani ateşkesi için baskı yaparken, ABD ilk etapta BM’de ateşkes talep eden herhangi bir karara karşı çıkmıştı; sadece ilerleyen aylarda, sınırlı geçici insani ateşkesini desteklemeye başladı.

Öte yandan, şiddetin asıl itici gücü, İsrail’in kendi politika tercihleri ve ideolojik yönelimidir. Şu anki İsrail hükümeti, ülke tarihinin en sağcı yönetimlerinden biri, kendi ajandası ve motivasyonları var. Netanyahu, Smotrich ve eski Ulusal Güvenlik Bakanı Ben Gvir gibi figürler, ABD’nin pozisyonundan bağımsız olarak Filistin devletinin varlığını kabul etmiyorlar. Yerleşimlerin genişletilmesi ve müzakerelerin reddedilmesi, son savaşın öncesinde de bu yönetimin politikasıydı. Gazze’ye yönelik tam ablukayı (Savunma Bakanı’nın deyimiyle “elektrik, gıda, yakıt kesilerek” milyonlarca sivilin yokluğa mahkum edilmesi uygulaması) ve tam kapsamlı kara harekâtını başlatma kararı, İsrail’in kendi güvenlik değerlendirmesi ve belki de bunu Hamas’ı tamamen ezme fırsatı olarak görülüyor. İsrail’in barış sürecinde karşısında oturacak bir muhatabın kalmaması için çalışıyor.

Sahadaki gerçekler

Birçok ülkenin Filistin’i tanıması, umutları artıran ama aynı zamanda önümüzdeki derin sorunları da ortaya koyan iki ucu keskin bir kılıç gibi. En acil sorun, politik sembolizmin sahadaki gerçeklerle olan uyumsuzluğu. Bir devletin tanındığının ilan edilmesi bir şeydir, Filistinlilere gerçekten egemenlik ve hak kazandırmak başka bir şey.

İsrail’in Batı Şeria üzerindeki kontrolü (yüzlerce yerleşim birimi ve kalıcı askerî varlık) ve Gazze üzerindeki abluka hâlâ tam anlamıyla devam ediyor. İsrail’in onayı ya da ciddi dış baskı olmadan, gerçek anlamda bağımsız bir Filistin devletinin ortaya çıkması hâlâ çok uzak görünüyor. Nitekim İsrailli yetkililer, şu anda “barış için Filistinli bir muhatap olmadığını” ve Hamas varlığını sürdürdükçe müzakereleri reddettiklerini açıkça belirttiler. Bu da yetmezmiş gibi İsrail, 9 Eylül’de, Doha’daki Hamas müzakere grubu toplantısına saldırıda bulundu. Hatta Mossad bu saldırıyı onaylamadığı için İsrail’in savaş makinası IDF tarafından gerçekleştirildi.

Öte yandan bu çatışma hali, Filistin Yönetimi’ni daha da güçsüzleştirirken, Batı Şeria’da sürdürülen askerî operasyonlar Gazze’nin gölgesinde kalıyor. Filistin Yönetimi’nin etkisi ve itibarı düşerken, herkes Abu Mazen (Mahmud Abbas) sonrasında kimin başa geçeceğini konuşuyor. Hamas ise askerî olarak zayıflatılmış olsa da tamamen ortadan kalkmış değil. Hatta Batı Şeria’daki destekçilerinin ne olacağını kimse bilmiyor. Bu nedenle, tanınan Filistin’i fiilen kim yönetecek sorusu, El Fetih ile Hamas arasındaki bölünme nedeniyle karmaşık bir hale geldi. Daha önce de İsrailli yöneticiler, bu iki grubu birbirine düşürerek Gazze’yi El Fetih’e vermeyi denediler ama başarılı olamadılar. Batılı ve Arap ülkeler, Hamas ortadan kaldırılırsa, Gazze’nin yönetiminin Filistin Yönetimi’ne devredilmesini öneriyor. İsrail’in tavrı tahmin edilebilir ama kimsenin Filistin Yönetimi’nin kapasitesi buna yeter mi sorusuna verecek bir cevabı yok maalesef.

Başka bir sorun da, son tanıma vaatlerinin koşullu olması. AB gibi bloklar içinde de tam bir birlik yok; Almanya, Avusturya ve Macaristan gibi ülkeler İsrail’i kızdıracak adımlar atma konusunda çekingen. Bu durum, Hollanda Dışişleri Bakanı’nın Temmuz 2025’te, hükümette Gazze’ye karşı daha sert yaptırımlar için destek bulamayınca istifa etmesiyle ortaya çıkmıştı. Yani Batı’da birlik kırılgan ve İsrail, dost olduğu başkentlerle görüşerek bu cephede bölünme yaratmaya çalışabilir.

Tanınma nasıl somut faydaya dönüşür?

Tüm bu engellere rağmen, tanımanın somut faydaya dönüşmesi için eş zamanlı olarak izlenebilecek birkaç olası çözüm mevcut:

Acil insani önlemler: Öncelikle, Gazze’de derhâl ateşkes veya en azından kalıcı bir insani ateşkes sağlanmalıdır. Bu, çok sayıda ülkenin ve Avrupa Parlamentosu’nun çağrısıdır. İnsan kayıplarının durması her türlü çözümün ön şartıdır. Buna paralel olarak, Gazze için büyük ölçekli bir insani yardım ve yeniden inşa hamlesi organize edilmelidir. IDF’in uyguladığı yıkım politikası ve buna bağlı olarak çalışan ekonominin acilen önüne geçilerek, yapılara daha fazla zarar verilmeden bu süreç durdurulmalıdır. Ablukanın kaldırılması için yeniden inşa sürecinin başlaması için zorunlu olduğu muhakkak. Gazzelilerin yaşam alanlarının olduğu gibi korunması ve yerleşimlerin oluşmasına izin verilmemesi de olası çatışmaların önlenmesi için elzemdir. Ayrıca silah kaçakçılığına karşı İsrail’i güvence altına almak için uluslararası gözlemciler veya garantörler devreye sokulmalıdır.

Siyasi müzakerelerin canlandırılması: Önce taraflar arasında çok temel uzlaşı adımlarının izlenebileceği bir süreç başlamalıdır. Çatışmalarla birlikte, Filistinlilerin ve İsraillilerin birbirine güveni trajik biçimde yok oldu. 7 Ekim sonrasında İsrail’deki iki devletli çözüm isteyen kanatlar da zeminlerini kaybettiler. Taraflar arasındaki güvensizlik de dikkate alınarak bir çözüm sürecine başlanması gerekiyor. Kimin böyle bir süreci yönetecek sabrı var, bilmiyorum. Öte yandan barış sürecine karşı bu kadar fazla aktör varken, süreci korumak nasıl mümkün olur, emin değilim. ABD artık “dürüst arabulucu” olarak görülmediğine göre BM himayesinde veya tarafsız aktörler (AB, Arap Ligi, hatta Çin gibi) öncülüğünde uluslararası bir barış konferansı süreci başlatabilir.

Uluslararası tanıma, Filistinlilerin elini güçlendirir; taleplerinin küresel bir uzlaşıya sahip olduğunu gösterir. Ancak İsrail’in bu süreçte yer alması ancak liderliğinin yaklaşımını değiştirmesine ya da ciddi baskıya bağlıdır. Avrupa’nın giderek daha fazla kullandığı yaptırım ve diplomatik izolasyon tehdidi, İsrail’i masaya çekmek için bir kaldıraç olabilir. Başka bir öneri de İsrail’in Arap ülkeleriyle yeni normalleşme anlaşmalarını (örneğin Suudi Arabistan’la barış) Filistin devletinin ilerlemesine bağlamak olacaktır. İsrail’in bölgesel bütünleşmesi, Filistin sorununda ilerleme sağlanmasına koşul olabilir. ABD veya Körfez ülkeleri bu fikri benimserse, İsrail’i uzlaşmaya teşvik edebilir.

Güvence ve güvenlik mekanizmaları: İsrail’in temel endişesi ve Gazze harekâtını gerekçelendirdiği ana sebep, güvenliktir – Hamas veya diğer grupların saldırılarını önlemektir. Her çözüm, Filistin egemenliğiyle uyumlu şekilde, bu meşru güvenlik kaygılarını da ele almak zorundadır. Örneğin, ateşkes sonrası Gazze için, geçiş döneminde BM onaylı bir uluslararası yönetim ya da barış gücü denetimine alınabilir, bu süreçte Filistin Yönetimi yerel yönetimi yeniden inşa eder. Arap ülkeleri ve diğer devletler asker veya gözlemci gönderebilir. Bu, Hamas’ın yeniden toparlanmasından korkan İsrail’i rahatlatabilirken, Filistinli sivilleri koruyabilir. Aynı zamanda, milislerin silahsızlandırılması ve Gazze’nin askerden arındırılması (ablukanın kaldırılması ve büyük ekonomik yardım karşılığında) sağlanmalıdır.

Özetle, engeller büyük: güçlenmiş bir İsrail hükümeti, parçalanmış bir Filistin siyaset sahnesi ve hâlâ İsrail’in ajandasını önceleyen bir ABD süper gücü. Yine de son tanınma, uzun süredir kapalı olan bir kapıyı araladı. Bu adımlar, yeni bir çerçeve ve aciliyet yaratarak, Oslo sürecinin başarısız paradigmalarının ötesinde, somut ilerleme için zemin hazırlıyor. Burada asıl mesele, diplomatik momentumu sahadaki gerçek iyileşmelere dönüştürebilmek.

Kültürel yansımalar: Venedik’ten Gazze’ye ses

Devletler arası diplomasinin ötesinde, küresel kültürel ve toplumsal vicdan da Gazze savaşı ile derinden etkilendi – bu da siyaseti dolaylı olarak şekillendirebilecek bir boyut. Bunun çarpıcı bir örneği, Filistinli bir filmin 2025 Venedik Film Festivali’nde gördüğü ilgide ortaya çıktı. “Hind Recab’ın Sesi” adlı bu çarpıcı belgesel-drama, Gazze’den beş yaşındaki Filistinli bir kız çocuğu olan Hind Recab’ın, savaş sırasında ailesiyle birlikte tahliye olmaya çalışırken İsrail güçleri tarafından öldürülmesini konu alıyor. Filmde, Hind’in kurtarıcılarla yaptığı son telefon konuşmasının gerçek ses kaydı yer alıyor; Hind, cesetlerle dolu bir aracın içinde sıkışıp kalmışken, kurtarma ekipleriyle sakin bir şekilde konuşuyor ve ardından İsrail tankının ateşiyle hem kendisi hem de yardımına gelen sağlık çalışanları öldürülüyor.

Film, Fransız-Tunuslu yönetmen Kaouther Ben Hania tarafından çekildi ve Venedik’te Gümüş Aslan (Büyük Jüri Ödülü) yani festivalin ikinci en büyük ödülünü kazandı. Prömiyerinde seyirciler, filme 23 dakikalık boyunca ayakta alkışlayarak karşılık verdiler. Ben Hania, ödül konuşmasında ödülünü Hind’e ithaf ederek, küçük kızın hikayesinin “soykırıma uğrayan bir halkın” hikayesi olduğunu vurguladı. “Sinema, Hind’i geri getiremez, yaşanan vahşeti silemez… Ama onun sesini koruyabilir, sınırları aşan bir yankıya dönüştürebilir. Hind’in sesi adalet sağlanana dek, hesap verilebilirlik gerçekleşene dek yankılanmaya devam edecek,” dedi yönetmen.

Bu sözler, İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin hesabının sorulması talebini bir kez daha vurguladı ve Gazze’deki savaşı soykırım bağlamında tanımladı – ki bu dilin, Avrupalı siyasetçiler tarafından bile kullanılıp kullanılmaması tartışılmıştı.

Gazze halkı için ise, diplomatik tanımanın doğrudan etkisi, bombalar yağmaya devam ettiği sürece sınırlı. Fakat ülkeler, “Gazze’de yaşanan insani trajedi” ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlallerini gerekçe göstererek adım atıyorsa, bu, Filistin davası için manevi bir kazanım anlamına geliyor. Artık Gazze’deki felaket, küresel güç merkezlerinde göz ardı edilemez hale geldi. Bu tanıma, ateşkes, yardım, yeniden inşa ve barış müzakerelerinin yeniden canlandırılması gibi somut adımlarla birleşirse, Gazze’deki hayatı gerçekten değiştirebilir.

Gazze’deki Filistinliler buna baştan hazırlar. Hayata tutunmaya çalışıyorlar. Hatta hemen üstlerinde uçan tahammülü zor drone seslerini bile şarkıya çevirerek hayatlarındaki bir olumsuzluğu daha güzelleştirerek, yaşamak istiyorlar. Hatta Refat Alareer’in dizeleriyle birbirlerine yaşamı salık vererek yapıyorlar.

Eğer ölmem gerekirse,
sen yaşamalısın
hikayemi anlatmak için
eşyalarımı satmak için
bir parça bez ve birkaç ip almak için,
(onu uzun kuyruklu beyaz yap) böylece,
Gazze’de bir yerlerde bir çocuk
gözlerini semaya dikmişken
alevler içinde giden babasını
hiç kimseye veda etmeden beklerken…

Sonuç olarak, Filistin’i tanımak, yüzyılı aşan bu çatışmayı bir anda bitirecek bir sihirli değnek değildir; ancak, uluslararası toplumun iradesini ve tutumunu yeniden şekillendiren, önemli bir niyet beyanıdır: Tüm bu gelişmeler, yeni ve belirsiz bir döneme girildiğini işaret ediyor. Önümüzde hâlâ büyük engeller, derin güvensizlikler ve jeopolitik çıkar çatışmaları var; ancak uzun süredir ilk kez, ahlaki ve politik anlamda bir yeniden yapılanma için bir momentum doğmuş durumda.

Sözlerimi Ilan Volkov’un Royal Albert Hall’da 11 Eylül 2025’de konser öncesinde söylediği sözlerle bitireyim. “İsrailliler, Yahudiler ve Filistinliler olarak biz bunu yalnız (tek başımıza) durduramayacağız.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.

Salih Bıçakcı
Salih Bıçakcı
Prof. Dr. Salih Bıçakcı, CATS Araştırmacısı ve Nişantaşı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, 2004’te İsrail’deki Tel Aviv Üniversitesi’ndeki doktora çalışmalarını tamamladı. Prof. Dr. Bıçakcı kimlik, güvenlik ve terörizm konusunda birçok akademik projede yer aldı. Çeşitli üniversitelerde Uluslararası Siyasette Orta Doğu, Uluslararası Güvenlik, Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası dersleri verdi. Son yıllarda çalışmalarını bölgesel, siber güvenlik ve kritik altyapıların korunması konularında yoğunlaştırdı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Filistin’in Sisifos Barışı: Hudeyni ta’ali – Gel beni al (Hind Rajab’ın aziz hatırasına)

Kanada, Avustralya, İngiltere, Fransa, Portekiz… Filistin’i tanıma dalgası, Gazze adeta yok edilmişken, Gazzelileri kurtarır mı? Diplomatik tanımalar barışı getirir mi, Gazzelilerin hayatını nasıl etkiler? Prof. Dr. Salih Bıçakcı yazdı.

7 Ekim 2023’ten beri İsrail’in saldırıları sonucu Gazze’de, Ağustos sonu itibariyle, 63 binden fazla insan hayatını kaybetti, bunların büyük çoğunluğu sivil Filistinlilerdi. İki yılı aşkın bir süredir kimse İsrail’i durduramazken, son aylarda uluslararası arenada bir umut ışığı doğdu. 2025’in yaz aylarından itibaren Fransa, Kanada, İngiltere, Avustralya, Belçika, Portekiz de Filistin’i BM oturumunda tanıyacağını açıkladı. 21 Eylül’de İngiltere, Kanada, Avustralya’da karar geldi. Fransa 22 Eylül’de tanıyacağını açıkladı.

10 Eylül 2025’te, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun (BMGK) 80. Oturumunda, “Filistin Sorununun Barışçıl Çözümü ve İki Devletli Çözümün Uygulanmasına Yönelik New York Deklarasyonu” taslağı oylandı. 142 lehte, 10 aleyhte ve 12 çekimser oyla taslak kabul edildi. Bu taslak karar, İsrail-Filistin çatışmasının barışçıl bir şekilde çözülmesi için eylem odaklı bir yol haritası sunuyor. Taslakta, Gazze’de acil ateşkes ve rehinelerin serbest bırakılması, Hamas’ın silahsızlandırılması, egemen bir Filistin Devleti’nin kurulması ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi gibi konular yer alıyor. İnsan bütün bu gelişmeleri okuyunca birden ümitleniyor. Ama BM kararlarının genelde reel politik konusundaki katkısını ne denli sınırlı olduğunu hatırlayınca bu ümidi hızlıca kayboluyor.

Tanıma dalgasında ismi geçen ülkelerin büyüklüğü ilk anda insanı ümitlendirse de halihazırdaki saldırıları durdurup durduramayacağını bilmiyoruz. Yine de bu hamlenin, Gazze’de süren savaşın tetiklediği önemli bir diplomatik girişime dönüştüğünü inkar edemeyiz. Fransa gibi Yahudi nüfusunun nispeten fazla olduğu bir ülkenin bu sürece dahil olması kesinlikle dikkat çekici. Kanada, İngiltere, Avustralya ve şimdi de Belçika gibi ülkelerin ilk kez bu adımı atmayı taahhüt etmiş olması beklenmedik şekilde herkesi şaşırttı. Sürece dair bu referanslar, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ü, İsrail ile yan yana bağımsız bir Filistin devleti olarak tanımlayan 1967 sınırları üzerinde iki devletli çözümü destekliyor.

İsrail’in tepkisi

İsrail, bu tanınma dalgasına öfkeyle ve alarm duygusuyla karşılık verdi. Hükümet, bu adımları “cihatçı teröristlere ödül” olarak niteledi ve geri tepeceği uyarısında bulundu. Bazı üst düzey İsrailli yetkililer, ülkelerin tanımaya devam etmesi durumunda İsrail’in Batı Şeria’da ilhak seçeneğini değerlendirdiğini belirtti.

Netanyahu’nun kabinesindeki aşırı sağcı bakanlardan olan Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Filistin’i tanıyan her ülke için yeni bir yasa dışı yerleşim kuracağına söz vererek, gerginliği daha da arttırdı. Muhalefetten Avigdor Lieberman bile, Filistin devletinin uluslararası tanınmasıyla “gözümüzün önünde kurulduğunu” söyleyerek Netanyahu’yu diplomatik başarısızlıkla suçladı.

Kısacası, İsrail, tek taraflı tanıma politikasını doğrudan bir meydan okuma olarak gördü, süreci durdurmak için elinden geleni yaptı ama şimdilik yeterli olmadı.

Avrupa kurumlarından destek

Avrupa kurumları da ne kadar etkili olacağı şüpheli tanıma kampanyasına ağırlık verdi. 11 Eylül’de Avrupa Parlamentosu, tüm AB üye devletlerine “iki devletli çözümün sağlanması amacıyla Filistin Devleti’ni tanımayı değerlendirmeleri” çağrısında bulunan bir kararı kabul etti. Kararın çıkışı sırasında soykırım tabirinin kullanılıp kullanılmayacağı konusunda sert tartışmalar yaşandı. Nihayetinde “soykırım” ifadesinin çıkartılması ise AB’nin geniş destek almak için yaptığı bir uzlaşı hamlesiydi.

Kararın geçmesi, Avrupa’da, Gazze Savaşı’nın yarattığı vahşet ortamında Filistin devletinin yaşayabilirliğinin korunmasının aciliyetine ilişkin büyüyen bir fikir birliğini yansıtıyor. Öte yandan sürece destek veren ülkelerin kamuoylarındaki iç baskıyı azaltmak için oylamayı fırsat olarak değerlendiği görülüyor. Filistin’i BM üyesi 193 ülkeden 147’sinin tanıyor. İsveç, İspanya, İrlanda ve Slovenya gibi ülkeler de son yıllarda tanımıştı; Fransa, Belçika, Lüksemburg ve Malta gibi ülkelerin bu listeye katılmak için hamle yapması uluslararası diplomatik manzarada çarpıcı bir değişime işaret ediyor.

ABD’den karşı hamle

Öncelikle, bu yeni dalga, ABD ile geleneksel Batılı müttefikleri arasında eşi benzeri görülmemiş bir çatlağa işaret ediyor.

Trump yönetimindeki ABD (2025 itibariyle) bu tanıma girişimlerine kesinlikle karşı çıkıyor; bu da ABD ve İsrail’i, Filistin meselesinde neredeyse dünyanın geri kalanına karşı aynı cephede bırakıyor. Washington, Filistin devletinin ancak doğrudan müzakereler yoluyla ve tek taraflı ilanlarla değil, ortaya çıkabileceğini savunuyor. Buna karşılık, Avrupa’daki ABD müttefikleri ile Kanada ve Avustralya, İsrail’in uzlaşmazlığının ve Gazze’deki insani felaketin onları “politik bir mesaj” göndermeye zorladığına inanıyor. Bu ayrışma, Batılı güçler arasındaki eski uyumu zayıflatıyor ve BM başta olmak üzere uluslararası platformlarda diplomatik dengeleri yeniden şekillendirebilir bir kapasiteye sahip…

ABD ise Avrupa destekli bu yeni tanıma dalgasına bir mesajla cevap vermeyi tercih etti. ABD Dışişleri Bakanlığı New York’taki BM Genel Kurulu’na katılmak için gitmeyi planlayan Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas ve heyetine Eylül ayındaki Genel Kurul’a katılmaları için vize vermeyi reddetti. Bu karar, BM Genel Merkezi Anlaşması’nın ruhuna aykırı olarak (New York’taki BM toplantılarına tüm üye ve gözlemci heyetlerinin katılımını garanti eder) Filistinli yetkililerde öfke yarattı. Trump yönetiminden yetkililer, bu vize yasağını, Filistin Yönetimi’nin 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırılarını yeterince kınamaması ve İsrail’e karşı uluslararası mahkemelerde “hukuki savaş” yürütmesiyle gerekçelendirdi. ABD’nin bu adımı, Filistin’in BM kürsüsünden yeni bir “bağımsızlık ilanı” veya benzeri dramatik bir çağrı yapmasını engellemeye yönelikti.

ABD’nin Filistin devletini reddetmede İsrail’in sağcı hükümetiyle neredeyse tamamen aynı çizgide yer alması; Filistin davasına küresel sempati dalgası karşısında ABD’yi izole ediyor. Öte yandan Netanyahu’nun ve kabinesinin sınır tanımayan eylemlerinin arkasındaki cesaretin ABD’den gelen destek olduğunun da altını çizmeliyim.

Uluslararası hukuk boyutu

Uluslararası hukuk ve normlar açısından ise, ABD müttefiklerinin tanıma hamleleri, İsrail’in işgal politikalarına karşı yasal uzlaşıyı pekiştiriyor. 2024’te Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Filistin topraklarındaki işgalinin ve yerleşimlerinin yasa dışı olduğuna hükmetmiş ve “en kısa sürede” geri çekilmesini istemişti.

Avrupalı liderler, özellikle Doğu Kudüs yakınındaki E1 projesi gibi agresif yerleşim genişlemelerini iki devletli çözümü ortadan kaldıran ana neden olarak gösteriyor, artan yerleşimci terörü için Fransa ve Belçika gibi ülkeler, 1967 sınırları dahilinde Filistin’i resmen tanıyarak, İsrail’in fiili ilhakını reddetmiş oluyorlar. Belçika Dışişleri Bakanı, ülkesinin kararını İsrail’in Batı Şeria’daki “yayılmacı emellerine” ve askerî işgaline karşı önemli tavır olarak niteliyor.

Ayrıca, bazı Avrupa ülkeleri tanıma adımını İsrail’e karşı yaptırımlarla destekliyor – bu adımın da uluslararası tepkinin artışını göstermek için önemli olduğunu düşünüyorum. Belçika, aralarında İsrail yerleşimlerinden ithalatı yasaklamak, işbirliğini sınırlandırmak ve hem Hamas liderlerini hem de şiddet yanlısı İsrailli yerleşimcileri “persona non grata” ilan etmek gibi 12 “kesin yaptırım” uygulayacağını açıkladı. AB düzeyinde ise, İsrail ile ortaklık anlaşmasının ve bilimsel işbirliğinin (her ne kadar bazı üniversiteler karşı çıksa da) askıya alınmasını destekleyecek kararlar aldılar. Eskiden İsrail’e yakınlığıyla bilinen ülkelerin bu tür adımlar atması, İsrail’in dış ilişkilerinde dönüştürücü sonuçlar doğurabilecek uluslararası tutum sertleşmesini gösteriyor.

Bununla birlikte, tanımanın etkisi, somut sonuçlar üretmediği sürece büyük ölçüde sembolik kalıyor. İsrail ve ABD, bu jestlerin İsrail’i müzakereye zorlamayacağını veya savaş stratejisini değiştirmeyeceğini açıkça belirtti. İsrailli yetkililer, bu süreçte Filistin’i tanıyanları, “Hamas’ın korkunç terörizmini ödüllendirmekle” suçladı.

Koordineli bir barış girişimi olmadan, tek taraflı tanımaların müzakereleri canlandırmak yerine, Batı Şeria’da yeni ilhaklar gibi tırmanmaya yol açma riski var. Ayrıca, kısmi veya şartlı tanımaların, eğer nihai hedef olarak görülürse, barışı geciktirebileceği endişesi dile getiriliyor. Örneğin, Belçika tanıma adımını bazı koşullara bağladı: Filistin’in elindeki son rehinelerin serbest bırakılması ve “Hamas’ın artık Filistin’in yönetiminde rol almaması”. Bu tür çekinceler, bazı Filistin yanlısı gözlemcilerce etkinin zayıflatılması olarak eleştirildi ve hatta İsrail’in, Hamas’ın ortadan kaldırılması geciktikçe tanımanın da erteleneceği bir durum ortaya çıkarabileceği, bu yüzden savaşı uzatma motivasyonu doğurabileceği savunuldu.

Sonuç olarak, diplomatik rüzgâr Filistin lehine dönüyor gibi görünse de gerçekçi sonuçlar belirsizliğini koruyor. Açık olan şu ki, ABD liderliğindeki tekellerin sona erdiği ve daha çok taraflı, hatta çatışmacı bir yaklaşımın ortaya çıktığı bir döneme girildi; burada büyük güçler, Gazze’deki mevcut İsrail politikasına açıkça karşı konumlanıyorlar.

Tanınma Gazze’de yaşamı değiştirir mi?

Peki, bu diplomatik adımların, eşi benzeri görülmemiş bir insani felaketin yaşandığı Gazze’deki halk üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Gazze Şeridi, Ekim 2023’te Hamas’ın sürpriz saldırısı sonrasında İsrail’in tam kapsamlı askerî harekâtı ile amansız bir saldırı altına girdi. Orta Doğu’nun 11 Eylül’ü olarak tanımladığım bu olay, bölgedeki güvenlik dinamiklerini kökten değiştirdi. Bu da neyin meşru neyin yasak olduğunu yeniden tanımlayan farklı bir düzlemi karşımıza koydu.

İki yıla yaklaşan bu süreçte, Gazze’deki kayıplar sarsıcı boyutlara ulaştı. 2025 Ağustos sonu itibarıyla, İsrail’in askerî operasyonları Gazze’de 63.000’den fazla insanı öldürdü – bunların büyük çoğunluğu sivil Filistinlilerdi – ve yaklaşık 150.000 kişiyi yaraladı, kent nüfusu adeta yok edildi.

Gazze bir zamanlar hareketli ve kalabalık bir şehirken, şimdi “enkaz yığınına” döndü ve sakinleri büyük oranda yerinden edildi. BM, Gazze’nin kuzeyinde kıtlık ilan etti; bu durumu, İsrail’in insani yardımı “sistematik olarak engellemesine” bağlayarak, nüfusun açlığa sürüklendiğini açıkladı. Kısacası, Gazze’de günlük yaşam; sürekli bombardıman, yoksunluk ve kayıpla dolu bir kabusa dönüştü.

Bu bağlamda, Filistin devletinin tanınması, harabeler arasında çocuklarına yiyecek arayan bir anne veya ailesini kaybetmiş bir baba için ilk etapta pek bir anlam ifade etmeyebilir. Sembolik devletlik, ne bombaları durdurur ne de açları doyurur. Eylül 2025 itibarıyla, İsrail’in askerî harekâtı hâlâ sürüyor. Başbakan Netanyahu, artan uluslararası ateşkes çağrılarını hiçe sayarak Gazze Şehri’nin kalan kısımlarını ele geçirmek için yeni bir saldırı emri verdi.

Gazze’de yaşayanların en acil ihtiyacı, şiddetin sona ermesi ve insani koridorların açılmasıdır. Avrupa kararları ve tanımaları, ateşkes ve insani erişim çağrılarıyla el ele gitse de şu ana kadar İsrail bu çağrılara kulak asmadı. Gerçek şu ki, savaş sürdükçe, kâğıt üzerindeki devletlik, Gazze’de İsrail ateşi altındaki insanlar için bir teselli değildir. Ölüm ve yaşam arasındaki çizgide insanlığın yıllardır inşa ettiği kurumlar ve değerler de yıkılıyor ve zarar görüyor.

Yine de, daha geniş ve uzun vadeli bakıldığında, bu BM oylaması diplomatik denklemi değiştirerek Gazze’deki insanların durumunu iyileştirebilir. Buradaki mantık, dünyanın büyük bölümü işgal altındaki Filistin topraklarını egemen bir devlet olarak tanıdığında, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı ve ablukası (ve Batı Şeria’daki uygulamaları), açıkça başka bir devlete yönelik saldırı olarak algılanacak ve bu da uluslararası hukuki ve ekonomik yaptırımların devreye girmesini kolaylaştırabilecek olmasıdır.

Pratik olarak, tanıma adımlarının bazıları, Gazze’deki acıları hafifletmeyi amaçlayan önlemlerle birlikte geliyor. Belçika gibi ülkeler, devlet tanımasını, Gazze’nin yeniden inşası ve insani yardımıyla birleştiriyor. Eğer bu diplomatik baskılar, geçici bile olsa çatışmanın durmasını veya yardım malzemelerine daha fazla erişimini sağlarsa, Gazze’de yaşayanlar gerçek bir değişim hissedebilir.

ABD perspektifi: İsrail’in destekçisi mi, şiddetin kaynağı mı?

Bu krizde ABD’nin tutumu kritik bir soruyu gündeme getiriyor: Şiddetin ana tetikleyicisi Washington’ın İsrail’e koşulsuz desteği mi yoksa şiddet İsrail’in kendi politikalarının bir ürünü mü?

Pek çok analist ve gözlemci, ABD desteğinin, İsrail’in Gazze’de savaşı neredeyse hiçbir kısıtlama olmadan sürdürmesine imkân tanıdığını savunuyor. Trump yönetimi altında ABD (2025), İsrail’in Gazze’deki askerî harekâtına tam destek verdi; İsrail’in söylemlerini tekrar etti ve diplomatik alanda İsrail’i korudu. Örneğin, Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Fransa’nın Filistin’i tanımasını “sorumsuzca bir karar” olarak nitelendirerek, bu tür adımların yalnızca Hamas propagandasına hizmet edeceğini iddia etti. Guardian’ın ifadesiyle, Trump yönetimi, “Filistin devletini kesinlikle reddeden İsrail’in sağcı hükümetiyle daha da bütünleşti”. Bu uyumun somut etkileri var: ABD, İsrail’in askerî operasyonlarını eleştiren ya da ateşkes talep eden BM Güvenlik Konseyi kararlarını sürekli veto etti ve Gazze’deki yıkıma küresel öfke büyürken dahi İsrail’e gelişmiş silah ve mali yardım sağlamaya devam etti. Avrupa müttefikleri geçici insani ateşkesi için baskı yaparken, ABD ilk etapta BM’de ateşkes talep eden herhangi bir karara karşı çıkmıştı; sadece ilerleyen aylarda, sınırlı geçici insani ateşkesini desteklemeye başladı.

Öte yandan, şiddetin asıl itici gücü, İsrail’in kendi politika tercihleri ve ideolojik yönelimidir. Şu anki İsrail hükümeti, ülke tarihinin en sağcı yönetimlerinden biri, kendi ajandası ve motivasyonları var. Netanyahu, Smotrich ve eski Ulusal Güvenlik Bakanı Ben Gvir gibi figürler, ABD’nin pozisyonundan bağımsız olarak Filistin devletinin varlığını kabul etmiyorlar. Yerleşimlerin genişletilmesi ve müzakerelerin reddedilmesi, son savaşın öncesinde de bu yönetimin politikasıydı. Gazze’ye yönelik tam ablukayı (Savunma Bakanı’nın deyimiyle “elektrik, gıda, yakıt kesilerek” milyonlarca sivilin yokluğa mahkum edilmesi uygulaması) ve tam kapsamlı kara harekâtını başlatma kararı, İsrail’in kendi güvenlik değerlendirmesi ve belki de bunu Hamas’ı tamamen ezme fırsatı olarak görülüyor. İsrail’in barış sürecinde karşısında oturacak bir muhatabın kalmaması için çalışıyor.

Sahadaki gerçekler

Birçok ülkenin Filistin’i tanıması, umutları artıran ama aynı zamanda önümüzdeki derin sorunları da ortaya koyan iki ucu keskin bir kılıç gibi. En acil sorun, politik sembolizmin sahadaki gerçeklerle olan uyumsuzluğu. Bir devletin tanındığının ilan edilmesi bir şeydir, Filistinlilere gerçekten egemenlik ve hak kazandırmak başka bir şey.

İsrail’in Batı Şeria üzerindeki kontrolü (yüzlerce yerleşim birimi ve kalıcı askerî varlık) ve Gazze üzerindeki abluka hâlâ tam anlamıyla devam ediyor. İsrail’in onayı ya da ciddi dış baskı olmadan, gerçek anlamda bağımsız bir Filistin devletinin ortaya çıkması hâlâ çok uzak görünüyor. Nitekim İsrailli yetkililer, şu anda “barış için Filistinli bir muhatap olmadığını” ve Hamas varlığını sürdürdükçe müzakereleri reddettiklerini açıkça belirttiler. Bu da yetmezmiş gibi İsrail, 9 Eylül’de, Doha’daki Hamas müzakere grubu toplantısına saldırıda bulundu. Hatta Mossad bu saldırıyı onaylamadığı için İsrail’in savaş makinası IDF tarafından gerçekleştirildi.

Öte yandan bu çatışma hali, Filistin Yönetimi’ni daha da güçsüzleştirirken, Batı Şeria’da sürdürülen askerî operasyonlar Gazze’nin gölgesinde kalıyor. Filistin Yönetimi’nin etkisi ve itibarı düşerken, herkes Abu Mazen (Mahmud Abbas) sonrasında kimin başa geçeceğini konuşuyor. Hamas ise askerî olarak zayıflatılmış olsa da tamamen ortadan kalkmış değil. Hatta Batı Şeria’daki destekçilerinin ne olacağını kimse bilmiyor. Bu nedenle, tanınan Filistin’i fiilen kim yönetecek sorusu, El Fetih ile Hamas arasındaki bölünme nedeniyle karmaşık bir hale geldi. Daha önce de İsrailli yöneticiler, bu iki grubu birbirine düşürerek Gazze’yi El Fetih’e vermeyi denediler ama başarılı olamadılar. Batılı ve Arap ülkeler, Hamas ortadan kaldırılırsa, Gazze’nin yönetiminin Filistin Yönetimi’ne devredilmesini öneriyor. İsrail’in tavrı tahmin edilebilir ama kimsenin Filistin Yönetimi’nin kapasitesi buna yeter mi sorusuna verecek bir cevabı yok maalesef.

Başka bir sorun da, son tanıma vaatlerinin koşullu olması. AB gibi bloklar içinde de tam bir birlik yok; Almanya, Avusturya ve Macaristan gibi ülkeler İsrail’i kızdıracak adımlar atma konusunda çekingen. Bu durum, Hollanda Dışişleri Bakanı’nın Temmuz 2025’te, hükümette Gazze’ye karşı daha sert yaptırımlar için destek bulamayınca istifa etmesiyle ortaya çıkmıştı. Yani Batı’da birlik kırılgan ve İsrail, dost olduğu başkentlerle görüşerek bu cephede bölünme yaratmaya çalışabilir.

Tanınma nasıl somut faydaya dönüşür?

Tüm bu engellere rağmen, tanımanın somut faydaya dönüşmesi için eş zamanlı olarak izlenebilecek birkaç olası çözüm mevcut:

Acil insani önlemler: Öncelikle, Gazze’de derhâl ateşkes veya en azından kalıcı bir insani ateşkes sağlanmalıdır. Bu, çok sayıda ülkenin ve Avrupa Parlamentosu’nun çağrısıdır. İnsan kayıplarının durması her türlü çözümün ön şartıdır. Buna paralel olarak, Gazze için büyük ölçekli bir insani yardım ve yeniden inşa hamlesi organize edilmelidir. IDF’in uyguladığı yıkım politikası ve buna bağlı olarak çalışan ekonominin acilen önüne geçilerek, yapılara daha fazla zarar verilmeden bu süreç durdurulmalıdır. Ablukanın kaldırılması için yeniden inşa sürecinin başlaması için zorunlu olduğu muhakkak. Gazzelilerin yaşam alanlarının olduğu gibi korunması ve yerleşimlerin oluşmasına izin verilmemesi de olası çatışmaların önlenmesi için elzemdir. Ayrıca silah kaçakçılığına karşı İsrail’i güvence altına almak için uluslararası gözlemciler veya garantörler devreye sokulmalıdır.

Siyasi müzakerelerin canlandırılması: Önce taraflar arasında çok temel uzlaşı adımlarının izlenebileceği bir süreç başlamalıdır. Çatışmalarla birlikte, Filistinlilerin ve İsraillilerin birbirine güveni trajik biçimde yok oldu. 7 Ekim sonrasında İsrail’deki iki devletli çözüm isteyen kanatlar da zeminlerini kaybettiler. Taraflar arasındaki güvensizlik de dikkate alınarak bir çözüm sürecine başlanması gerekiyor. Kimin böyle bir süreci yönetecek sabrı var, bilmiyorum. Öte yandan barış sürecine karşı bu kadar fazla aktör varken, süreci korumak nasıl mümkün olur, emin değilim. ABD artık “dürüst arabulucu” olarak görülmediğine göre BM himayesinde veya tarafsız aktörler (AB, Arap Ligi, hatta Çin gibi) öncülüğünde uluslararası bir barış konferansı süreci başlatabilir.

Uluslararası tanıma, Filistinlilerin elini güçlendirir; taleplerinin küresel bir uzlaşıya sahip olduğunu gösterir. Ancak İsrail’in bu süreçte yer alması ancak liderliğinin yaklaşımını değiştirmesine ya da ciddi baskıya bağlıdır. Avrupa’nın giderek daha fazla kullandığı yaptırım ve diplomatik izolasyon tehdidi, İsrail’i masaya çekmek için bir kaldıraç olabilir. Başka bir öneri de İsrail’in Arap ülkeleriyle yeni normalleşme anlaşmalarını (örneğin Suudi Arabistan’la barış) Filistin devletinin ilerlemesine bağlamak olacaktır. İsrail’in bölgesel bütünleşmesi, Filistin sorununda ilerleme sağlanmasına koşul olabilir. ABD veya Körfez ülkeleri bu fikri benimserse, İsrail’i uzlaşmaya teşvik edebilir.

Güvence ve güvenlik mekanizmaları: İsrail’in temel endişesi ve Gazze harekâtını gerekçelendirdiği ana sebep, güvenliktir – Hamas veya diğer grupların saldırılarını önlemektir. Her çözüm, Filistin egemenliğiyle uyumlu şekilde, bu meşru güvenlik kaygılarını da ele almak zorundadır. Örneğin, ateşkes sonrası Gazze için, geçiş döneminde BM onaylı bir uluslararası yönetim ya da barış gücü denetimine alınabilir, bu süreçte Filistin Yönetimi yerel yönetimi yeniden inşa eder. Arap ülkeleri ve diğer devletler asker veya gözlemci gönderebilir. Bu, Hamas’ın yeniden toparlanmasından korkan İsrail’i rahatlatabilirken, Filistinli sivilleri koruyabilir. Aynı zamanda, milislerin silahsızlandırılması ve Gazze’nin askerden arındırılması (ablukanın kaldırılması ve büyük ekonomik yardım karşılığında) sağlanmalıdır.

Özetle, engeller büyük: güçlenmiş bir İsrail hükümeti, parçalanmış bir Filistin siyaset sahnesi ve hâlâ İsrail’in ajandasını önceleyen bir ABD süper gücü. Yine de son tanınma, uzun süredir kapalı olan bir kapıyı araladı. Bu adımlar, yeni bir çerçeve ve aciliyet yaratarak, Oslo sürecinin başarısız paradigmalarının ötesinde, somut ilerleme için zemin hazırlıyor. Burada asıl mesele, diplomatik momentumu sahadaki gerçek iyileşmelere dönüştürebilmek.

Kültürel yansımalar: Venedik’ten Gazze’ye ses

Devletler arası diplomasinin ötesinde, küresel kültürel ve toplumsal vicdan da Gazze savaşı ile derinden etkilendi – bu da siyaseti dolaylı olarak şekillendirebilecek bir boyut. Bunun çarpıcı bir örneği, Filistinli bir filmin 2025 Venedik Film Festivali’nde gördüğü ilgide ortaya çıktı. “Hind Recab’ın Sesi” adlı bu çarpıcı belgesel-drama, Gazze’den beş yaşındaki Filistinli bir kız çocuğu olan Hind Recab’ın, savaş sırasında ailesiyle birlikte tahliye olmaya çalışırken İsrail güçleri tarafından öldürülmesini konu alıyor. Filmde, Hind’in kurtarıcılarla yaptığı son telefon konuşmasının gerçek ses kaydı yer alıyor; Hind, cesetlerle dolu bir aracın içinde sıkışıp kalmışken, kurtarma ekipleriyle sakin bir şekilde konuşuyor ve ardından İsrail tankının ateşiyle hem kendisi hem de yardımına gelen sağlık çalışanları öldürülüyor.

Film, Fransız-Tunuslu yönetmen Kaouther Ben Hania tarafından çekildi ve Venedik’te Gümüş Aslan (Büyük Jüri Ödülü) yani festivalin ikinci en büyük ödülünü kazandı. Prömiyerinde seyirciler, filme 23 dakikalık boyunca ayakta alkışlayarak karşılık verdiler. Ben Hania, ödül konuşmasında ödülünü Hind’e ithaf ederek, küçük kızın hikayesinin “soykırıma uğrayan bir halkın” hikayesi olduğunu vurguladı. “Sinema, Hind’i geri getiremez, yaşanan vahşeti silemez… Ama onun sesini koruyabilir, sınırları aşan bir yankıya dönüştürebilir. Hind’in sesi adalet sağlanana dek, hesap verilebilirlik gerçekleşene dek yankılanmaya devam edecek,” dedi yönetmen.

Bu sözler, İsrail saldırılarında hayatını kaybedenlerin hesabının sorulması talebini bir kez daha vurguladı ve Gazze’deki savaşı soykırım bağlamında tanımladı – ki bu dilin, Avrupalı siyasetçiler tarafından bile kullanılıp kullanılmaması tartışılmıştı.

Gazze halkı için ise, diplomatik tanımanın doğrudan etkisi, bombalar yağmaya devam ettiği sürece sınırlı. Fakat ülkeler, “Gazze’de yaşanan insani trajedi” ve İsrail’in uluslararası hukuku ihlallerini gerekçe göstererek adım atıyorsa, bu, Filistin davası için manevi bir kazanım anlamına geliyor. Artık Gazze’deki felaket, küresel güç merkezlerinde göz ardı edilemez hale geldi. Bu tanıma, ateşkes, yardım, yeniden inşa ve barış müzakerelerinin yeniden canlandırılması gibi somut adımlarla birleşirse, Gazze’deki hayatı gerçekten değiştirebilir.

Gazze’deki Filistinliler buna baştan hazırlar. Hayata tutunmaya çalışıyorlar. Hatta hemen üstlerinde uçan tahammülü zor drone seslerini bile şarkıya çevirerek hayatlarındaki bir olumsuzluğu daha güzelleştirerek, yaşamak istiyorlar. Hatta Refat Alareer’in dizeleriyle birbirlerine yaşamı salık vererek yapıyorlar.

Eğer ölmem gerekirse,
sen yaşamalısın
hikayemi anlatmak için
eşyalarımı satmak için
bir parça bez ve birkaç ip almak için,
(onu uzun kuyruklu beyaz yap) böylece,
Gazze’de bir yerlerde bir çocuk
gözlerini semaya dikmişken
alevler içinde giden babasını
hiç kimseye veda etmeden beklerken…

Sonuç olarak, Filistin’i tanımak, yüzyılı aşan bu çatışmayı bir anda bitirecek bir sihirli değnek değildir; ancak, uluslararası toplumun iradesini ve tutumunu yeniden şekillendiren, önemli bir niyet beyanıdır: Tüm bu gelişmeler, yeni ve belirsiz bir döneme girildiğini işaret ediyor. Önümüzde hâlâ büyük engeller, derin güvensizlikler ve jeopolitik çıkar çatışmaları var; ancak uzun süredir ilk kez, ahlaki ve politik anlamda bir yeniden yapılanma için bir momentum doğmuş durumda.

Sözlerimi Ilan Volkov’un Royal Albert Hall’da 11 Eylül 2025’de konser öncesinde söylediği sözlerle bitireyim. “İsrailliler, Yahudiler ve Filistinliler olarak biz bunu yalnız (tek başımıza) durduramayacağız.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 22 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.

Salih Bıçakcı
Salih Bıçakcı
Prof. Dr. Salih Bıçakcı, CATS Araştırmacısı ve Nişantaşı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, 2004’te İsrail’deki Tel Aviv Üniversitesi’ndeki doktora çalışmalarını tamamladı. Prof. Dr. Bıçakcı kimlik, güvenlik ve terörizm konusunda birçok akademik projede yer aldı. Çeşitli üniversitelerde Uluslararası Siyasette Orta Doğu, Uluslararası Güvenlik, Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası dersleri verdi. Son yıllarda çalışmalarını bölgesel, siber güvenlik ve kritik altyapıların korunması konularında yoğunlaştırdı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x