Düşünür Francis Fukuyama, 1992’de SSCB’nin çökmesinin ardından yayımlanan ve çok tartışma yaratan Tarihin Sonu ve Son İnsan başlıklı kitabıyla Batı liberal düşüncesinin insanlığın ulaşabileceği son aşama olduğunu ileri sürmüştü. O zamandan bu zamana, çok fazla şey değişti; Batı liberal düşüncesi egemen olmak bir yana kendi içinde de geriledi.
Stanford Üniversitesi Freeman Spogli Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü, Olivier Nomellini Kıdemli Üyesi Francis Fukuyama ise yine de ‘tarihin sonu’ diyor. The Atlantic’teki 16 Ekim 2022 tarihli yazısında hâlihazırda güçlü görünen devletlerin özlerinde ciddi zayıflıklar barındırdığını ve liberal demokrasinin küresel olarak hâlâ çok güçlü olduğunu savunuyor.
Yazından bazı bölümler aktarıyoruz:
“Geçtiğimiz 10 yılda küresel siyaset, büyük ölçüde, liderleri yasalar veya anayasal kuvvetler ayrılığı mekanizmalarınca kısıtlanmayan, görünüşte güçlü devletler tarafından şekillendirildi. Hem Rusya hem de Çin, liberal demokrasinin uzun süredir düşüşte olduğunu ve demokratik rakipleri çekişirken, tereddüt ederken ve sözlerini yerine getirmekte başarısız olurken, kendi güçlü otoriter hükümetlerinin kararlı bir şekilde hareket edebildiğini ve işleri halledebildiğini savundu. Bu iki ülke, Myanmar’dan Tunus’a, Macaristan’dan El Salvador’a kadar dünya genelinde demokratik kazanımları tersine çeviren daha geniş bir otoriter dalganın öncüsüydü. Ancak geçen yıl boyunca, bu güçlü devletlerin özünde ciddi zayıflıklar barındırdığı ortaya çıktı.
İki türlü zayıflık
Söz konusu zayıflıklar iki türlü. Birincisi, gücün tepedeki tek bir liderin elinde toplanması, düşük kaliteli kararlar almayı da beraberinde getirir ve zamanla gerçekten feci sonuçlar doğurur. İkincisi, ‘güçlü’ devletlerde kamuoyu tartışmasının yürütülmemesi ve herhangi bir hesap verebilirlik mekanizmasının olmaması, liderin desteğinin sığ olduğu ve bir anda aşınabileceği anlamına gelir.”
Fukuyama, liberal demokrasinin destekçilerinin, bu tür demokrasilerin kaçınılmaz düşüşte olduğu yönündeki Rus-Çin çizgisini zımnen kabul eden bir kaderciliğe teslim olmaması gerektiğini vurguluyor:
“Modern kurumların uzun vadeli ilerlemesi ne doğrusal ne de otomatiktir. 1930’larda faşizm ve komünizmin yükselişi veya 1960’ların ve 70’lerin askeri darbeleri ve petrol krizleri ile birlikte, yıllar içinde liberal ve demokratik kurumların ilerlemesinde büyük aksaklıklara tanık olduk. Yine de liberal demokrasi dayandı ve tekrar tekrar geri geldi, çünkü alternatifler çok kötüydü. Farklı kültürlerdeki insanlar diktatörlük altında yaşamaktan hoşlanmaz ve bireysel özgürlüklerine değer verirler. Hiçbir otoriter hükümet, uzun vadede liberal demokrasiden daha cazip bir toplum sunamaz ve bu nedenle liberal demokrasi, tarihsel ilerlemenin amacı veya bitiş noktası olarak kabul edilebilir. Yoksul, yozlaşmış veya şiddete meyilli ülkelerden ayrılıp Rusya, Çin veya İran’da değil; liberal, demokratik Batı’da yaşamak isteyen milyonlarca insan bunu fazlasıyla gösteriyor.
Tarihin sonu derken
Filozof Hegel, Fransız Devrimi’nin ardından liberal devletin yükselişine, tarihsel ilerlemenin yöneldiği amaç veya yön olarak atıfta bulunmak amacıyla ‘tarihin sonu’ ifadesini ortaya attı. İzleyen onlarca yıl boyunca Marksistler, Hegel’in ifadesini kullanacak ve tarihin gerçek sonunun komünist bir ütopya olacağını iddia edeceklerdi. 1989’da bu başlığı taşıyan makalemde ve 1992’de aynı başlıkla yazdığım kitapta, Marksist versiyonun açıkça yanlış olduğunu ve liberal demokrasiden daha yüksek bir alternatifin görünmediğini belirtmiştim. Son 15 yılda liberal demokrasinin ilerleyişinde ürkütücü geri dönüşlere şahit olduk. Ancak aksaklıklar, temeldeki anlatının yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Sunulan alternatiflerin hiçbiri daha iyisini yapamıyor gibi görünüyor.
Rusya: Putin’in tek adam rejimi
Güçlü devletlerin zayıflıkları Rusya’da apaçık ortadaydı. Devlet Başkanı Vladimir Putin tek karar verici; eski Sovyetler Birliği’nin bile, parti sekreterinin siyasi fikirleri incelemek zorunda olduğu bir Politbürosu vardı. Putin’in COVID korkusu nedeniyle savunma ve dışişleri bakanlarıyla uzunca bir masanın ucunda oturduğu fotoğraflarını hepimiz gördük. O kadar izole olmuştu ki, son yıllarda Ukrayna ulusal kimliğinin ne kadar güçlü hale geldiği veya işgalin ne kadar şiddetli bir direnişe yol açacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Aynı şekilde, kendi ordusunda yolsuzluk ve beceriksizliğin ne kadar derine kök saldığından, geliştirdiği modern silahların ne kadar berbat çalıştığından veya kendi subaylarının ne kadar kötü eğitildiğinden de haberdar değildi.
Rejiminin kendisine verdiği desteğin sığlığı, 21 Eylül’de “kısmi” seferberlik ilan ettiğinde genç Rus erkeklerin sınırlara akın etmesiyle ortaya çıktı. 700 bin kadar Rus; Gürcistan, Kazakistan, Finlandiya ve başka ülkelere göç etti. Bu sayı, seferberliğe katılanlardan çok daha fazlaydı. Zorunlu askerliğe alınanlar, yeterli eğitim veya ekipman olmadan doğrudan savaş meydanına atılıyor ve halihazırda cephede savaş esiri veya zayi oluyorlar. Putin’in meşruiyeti, vatandaşlara siyasi pasiflik karşılığında istikrar ve bir nebze de olsa refah vaat eden bir toplumsal sözleşmeye dayanıyordu, ancak rejim bu anlaşmayı bozdu ve sonuçlarını deneyimliyor.
Putin’in kötü kararları ve kendisine olan sığ destek, yaşayan hafızadaki en büyük stratejik gaflardan birini ortaya çıkardı. Rusya, büyüklüğünü ortaya koymak ve imparatorluğunu geri almaktan çok uzakta, küresel bir alay konusu haline geldi ve önümüzdeki haftalarda Ukrayna tarafından daha fazla aşağılanmaya maruz kalacak. Ukrayna’nın güneyindeki tüm Rus askeri mevziinin çökmesi muhtemel ve Ukraynalılar 2014’ten bu yana ilk kez Kırım Yarımadası’nı kurtarmak için gerçekten bir şansa sahipler. Bu geri gidişler Moskova’da büyük suçlamaları tetikledi. Kremlin muhalefete karşı daha da sertleşiyor. Putin’in kendisinin bir Rus askeri yenilgisinden sağ çıkıp çıkamayacağı cevaplanmamış bir soru olarak duruyor.
Çin: Kolektif liderlikten kişisel liderliğe
Benzer bir şey, bu kadar dramatik olsa da, Çin’de yaşanıyor. Deng Xiaoping’in 1978’deki reformları ile Xi Jinping’in 2013’te iktidara gelişi arasındaki dönemde Çin otoriterizminin ayırt edici özelliklerinden biri, kurumsallaşma derecesiydi. Kurumlar, yöneticilerin kurallara uyması ve istediklerini yapamamaları anlamına gelir. Çin Komünist Partisi kendisine birçok kural koydu: Parti kadroları için zorunlu emeklilik yaşları, işe alma ve terfi için katı liyakat standartları ve hepsinden önemlisi partinin en üst düzey liderliği için 10 yıllık bir görev süresi sınırı. Deng Xiaoping, Mao Zedong gibi tek bir saplantılı liderin egemenliğini önlemek amacıyla tam anlamıyla kolektif bir liderlik sistemi tesis etti.
Bunların çoğu, 20’nci Parti Kongresi’nde üçüncü beş yıllık dönemde baş lider olarak kalmak için partisinin onayını alacak olan Xi Jinping döneminde tasfiye edildi. Kolektif liderlik yerine Çin, başka hiçbir üst düzey yetkilinin Xi’ye meydan okuyamayacağı kişisel bir sisteme geçti.
Otoritenin tek bir kişide bu kadar yoğunlaşması, kötü kararlar alınmasına yol açtı. Parti, Alibaba ve Tencent gibi yıldızların peşine düşüp teknoloji sektörünü sekteye uğratarak ekonomiye müdahale etti; Çinli çiftçileri, tarımsal kendi kendine yeterlilik arayışında para kaybettiren mahsulleri ekmeye zorladı ve Çin’in önemli kesimlerini kapanmalar altında tutarak sıfır-COVID stratejisinde ısrar etti ve bu da ülkenin ekonomik büyüme rakamlarını düşürdü. Çin, etkili aşıları satın almadığı ve yaşlı nüfusunun büyük bir bölümünü hastalığa karşı savunmasız kaldığı için sıfır-COVID stratejisinden kolayca dönemez. İki yıl önce COVID’in kontrolünde kazanılmış gibi görünen zafer, uzun süreli bir fiyaskoya dönüştü.
Tüm bunlar, Çin’in ekonomiyi canlı tutmak için gayrimenkulde yoğun devlet yatırımına dayanan temel büyüme modelinin başarısızlığının üstüne geliyor. Temel iktisat, bunun, kaynakların büyük ölçüde yanlış tahsisine yol açacağını öne sürer ki bu fiilen gerçekleşiyor. (…)
İran: En büyük meşruiyet sınavını veriyor
Söz konusu otoriter başarısızlıklar Çin ile sınırlı değil. İran, Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinin ardından haftalarca süren protestolarla sarsıldı. Ülke korkunç durumda: Bankacılık kriziyle karşı karşıya, suyu tükeniyor, tarımsal üretimde büyük düşüşlere sahne oldu ve kendisini felce uğratan uluslararası yaptırımlar ve izolasyonla boğuşuyor. Dışlanmış olmasına rağmen, üniversite mezunlarının çoğunluğu kadınlardan oluşan iyi eğitimli bir nüfusa sahip. Yine de rejim, toplumsal tutumlarının modası birkaç nesil önce geçmiş küçük bir grup yaşlı adam tarafından yönetiliyor. Rejimin şu anda en büyük meşruiyet sınavıyla karşı karşıya kalması şaşırtıcı değil. Daha da kötü yönetilen ülke olarak nitelendirilen tek ülke, son on yılda dünyanın en büyük mülteci akınına neden olan başka bir diktatörlük olan Venezuela.”
Yazar, bu nedenlerle güçlü devletlerin yükselişi ve liberal demokrasinin düşüşünün kutlanması için daha çok erken olduğunu belirtiyor:
“Liberal demokrasi, gücü dağıttığı ve yönetilenlerin rızasına dayandığı için küresel olarak birçok insanın düşündüğünden çok daha iyi durumda. İsveç ve İtalya’daki popülist partilerin son zamanlarda elde ettiği kazanımlara rağmen, Avrupa’daki çoğu ülke hâlâ güçlü bir toplumsal uzlaşma içinde yaşıyor.”
ABD: Büyük bir soru işareti
Bu noktada büyük soru işareti ne yazık ki ABD. Seçmenlerinin yaklaşık yüzde 30-35’i, 2020 başkanlık seçimlerinde usulsüzlük yapıldığına ve Cumhuriyetçi Parti’nin, seçim inkârcılarını ülke çapında güçlü konumlara getirmek için ellerinden geleni yapan Donald Trump’ın ‘Amerika’yı yeniden yüceltmek” söyleminin takipçileri tarafından devralındığına inanmaya devam ediyor. Bu grup ülkenin çoğunluğunu temsil etmiyor, ancak önümüzdeki Kasım ayında en azından Temsilciler Meclisi’nin kontrolünü ve 2024’te de başkanlığı yeniden ele geçirmesi muhtemel. Partinin varsayılan lideri Trump, komplo kaynaklı bir çılgınlığa saplandı giderek. Buna göre, derhal başkan olarak göreve getirilebileceğine ve ülkenin, halihazırda ölmüş biri de dâhil olmak üzere, seleflerini cezai sürece tabi tutması gerektiğine inanıyor.
Avrupa: Yükselen popülizm
Dışarıda güçlü devletlerin başarısı ile içerideki popülist siyaset arasında yakın bir bağlantı var. Fransa’da Marine Le Pen ve Éric Zemmour, Macaristan’da Viktor Orbán, İtalya’da Matteo Salvini ve elbette ABD’de Trump gibi politikacıların hepsi Putin’e sempati duyduklarını ifade etti. Kendi ülkelerinde uygulamak istedikleri güçlü adam yönetimi için onu bir model olarak görüyorlar. Putin de, onların yükselişinin Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteği zayıflatacağını ve savrulan “özel askeri operasyonunu” kurtaracağını umuyor.
İnsanlar onun adına mücadele etmeye istekli olmadıkça, liberal demokrasi geri gelmeyecektir. Sorun şu ki, barışçıl, müreffeh liberal demokrasilerde yetişen pek çok kişi, kendi hükümet biçimlerini kanıksamaya başlıyor. Gerçek bir tiranlık deneyimi yaşamadıkları için, demokratik olarak seçilmiş hükümetlerinin (ister Avrupa Birliği isterse Washington yönetimi olsun) haklarını ellerinden almaya çalışan şeytani diktatörlükler olduğunu düşünüyorlar. Ama gerçeklik bunu kesintiye uğrattı. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, roketler ve tanklarla gerçekten özgür bir toplumu ezmeye çalışan gerçek bir diktatörlüğü gösteriyor ve bu, günümüz nesline neyin tehlikede olduğu konusunda bir hatırlatıcı olabilir. Ukraynalılar, Rus emperyalizmine direnerek, görünüşte güçlü bir devletin özünde var olan elim zayıflıkları gözler önüne seriyor. Özgürlüğün gerçek değerini anlıyorlar ve bizim adımıza daha büyük, hepimizin katılması gereken bir savaş veriyorlar.”
Bu yazı ilk kez 18 Ekim 2022’de yayımlanmıştır.