Hizbullah-İsrail çatışması ve Lübnan’ın geleceği

Hizbullah, aldığı ölümcül darbelere rağmen İsrail karşısındaki direnişini ne kadar daha sürdürebilecek? Hizbullah’ın zayıflaması, Lübnan siyasetinin yeniden dizayn edilmesine yol açabilir mi? Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu yazdı.

İsrail’in Hizbullah’ı hedeflerken tek amacının onun askeri gücünü zayıflatmak ve dağılmasını sağlamak değil, Lübnan halkını da Hizbullah’tan yüz çevirmeye zorlamak olduğu da giderek netlik kazanıyor. İsrail, şüphesiz, Hizbullah’sız bir Lübnan iç siyaseti de arzuluyor ve bunun için çabalıyor.

Oysa, Eylül ayı başında, Hizbullah ile İsrail arasındaki çatışmaların birinci yılına yaklaşıldığı günlerde Lübnan’da sessiz bir gerilim hâkimdi.

Hizbullah, geçen süre içinde çatışmaları büyük ölçüde sınır hattında tutmuş, sınırın ötesine yaptığı füze ve İHA saldırılarıyla İsrail’in güvenlik zafiyetlerini ortaya çıkarmış ve 90 binden fazla İsrailliyi güneye göç etmek zorunda bırakmıştı.

İsrail tarafının Gazze’deki kara saldırısı sürerken kuzeyde yeni bir cephe açma konusunda kararsızlığı devam ediyordu. Fakat 17 Eylül’de Hizbullah üyelerinin taşıdığı çağrı cihazlarının patlatılması bu kararsızlığın dağıldığı ve İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşın yeni bir aşamaya girdiğini gösterdi.

Sivil yaşam alanlarında gerçekleştirilen bu saldırılar, Lübnan halkı üzerinde büyük bir endişe uyandırdı. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, 19 Eylül’de yaptığı açıklamada, direnişin tarihinde eşi benzeri görülmemiş büyük bir güvenlik darbesine maruz kaldığını kabul ediyor ve bu saldırıları Lübnan’ın halkına ve egemenliğine yönelik bir “terör eylemi” olarak nitelendiriyordu. Bununla birlikte Nasrallah’ın konuşmasındaki en dikkat çekici ifadesi, “hiçbir askerî saldırının, işlenecek hiçbir cinayetin, gerçekleştirilecek hiçbir suikastın veya olası bir topyekûn savaşın bile İsrailli yerleşimcilerin kuzeye geri dönmesini sağlayamayacağını” vurgulamasıydı. Nasrallah’ın tanımıyla İsrailli yerleşimcilerin geri dönmesinin tek yolu, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik saldırılarını durdurmasıydı.

Zira, İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırıma varan saldırıları karşısında, Hizbullah da ulaşabileceği İsrail topraklarına saldırılar düzenliyor ve bundan İsrail’in kuzeyi etkileniyor. Buralarda yaşayanlar Hizbullah füzelerinden korunmak için sığınaklarda ömür geçirmek yerine, ülkenin farklı kesimlerine gidiyorlar.

İsrail’in yeni saldırı stratejisi ve çatışmanın tırmanışı

İsrail, ülkenin kuzeyinde yaşayanların evlerine geri dönüşünün sağlanmasını Hizbullah’a karşı savaşında temel hedef olarak açıkladı. Bilhassa Hizbullah’ın kalelerinden olarak kabul edilen Güney Lübnan’ı ve Beyrut’ta Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Dahiye bölgesini sivil kayıpları önemsenmeden hava saldırılarına tutuyor.

Ancak İsrail’in bu açıklanan temel hedefi dışında yeni bir stratejiye geçtiği de aşikâr. Bu yeni stratejinin amacı, Lübnan’da daha fazla korku uyandıracak, büyük bir maddi yıkıma yol açacak, ülke içinde yüzbinlerce kişiyi yer değiştirmeye zorlayacak ve sivil ölümlerinin sayısı umursanmadan girişilecek şiddetli hava bombardımanları ve suikastlarla Hizbullah’ı köşeye sıkıştırmak.

İsrail’in yeni stratejisi, 20 Eylül’de Dahiye’de bir binanın havadan bombalanmasıyla uygulamaya geçirildi. Saldırıda, Hizbullah’ın askeri komutanlarından İbrahim Akil’le birlikte bazı diğer komutanların, kadınların ve çocukların da içinde olduğu 40 kişi hayatını kaybetti. İsrail Hava Kuvvetleri, 22 Eylül gecesinden itibaren Lübnan’ın güneyine ve Bekaa bölgesine 1.600’den fazla saldırı düzenledi, Dahiye 23 ve 24 Eylül’de iki kez daha vuruldu. Bombardımanlardan kaçan çoğunluğu Şii binlerce Lübnanlı kuzeye göç etmek zorunda kaldı ve Beyrut sokakları güneyli göçmenlerle dolup taştı. ABD’nin 21 günlük ateşkes önerisinin gündemi meşgul ettiği ve Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda protestolar altında konuştuğu 27 Eylül günü, Dahiye’de üç binaya şiddetli bir hava saldırısı gerçekleştirildi. Saldırıda, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın yanı sıra İran Devrim Muhafızları komutanlarından General Abbas Nilforuşan ve Hizbullah komutanlarından Ali Karaki’nin içinde bulunduğu en az 6 kişi öldü, 90’dan fazla kişi yaralandı. İsrail, Nasrallah suikastının ardından Eylül ayının son günlerinde, Beyrut’un güneyine ve Lübnan’ın geneline yönelik hava bombardımanını daha da şiddetlendirdi. Lübnan Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 20 Eylül’den beri devam eden İsrail hava saldırılarında Lübnan’da ölenlerin sayısı 1.000’i geçmiş, yaralananların sayısı da 3.000’e yaklaşmıştı.

İsrail’in Hizbullah lideri Nasrallah’a kadar uzanan suikastlar zincirinin 2024 yılının başında Hamas lideri Salih el-Aruri’nin Beyrut’ta öldürülmesiyle başladığını da unutmamak gerekiyor. İsrail, Aruri suikastından beri, muhtemelen 7 Ekim 2023’te Hamas’ın Gazze’den düzenlediği saldırılarla ilişkili gördüğü herkesi ortadan kaldırdı. Bunların arasında, Hamas lideri İsmail Haniye, Hizbullah komutanları Fuad Şükür, İbrahim Akil, Ali Karaki’yi saymak mümkündür. Her ne kadar, İran. Bir kaza olduğunu açıklasa da İran Devlet Başkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Abdullahiyan’ı da bu listeye eklemenin mümkün olduğu söylenebilir. Nitekim, Nasrallah suikastının da bir son olmadığı kısa sürede anlaşıldı ve Ekim ayı içinde önce Hizbullah lideri Haşim Seyfeddin, daha sonra da bir tesadüf eseri de olsa Hamas lideri Yahya Sinvar öldürüldü.

İsrail’in kara saldırısı ve Hizbullah’ın direnişi

İsrail ordusu, Ekim ayının ilk günü Netanyahu’nun “kuzeydeki vatandaşların evlerine dönmesinin sağlanması” söylemini hayata geçirmek amacıyla Lübnan’ın güneyine sınırlı bir kara saldırısı başlattığını ilan etti.

İsrailli yetkililerde muhtemelen Hizbullah’ın kendini yeniden toparlayamayacağı kanaati hâkim. Hizbullah’ın lider kadrosunun ortadan kaldırılması, askerî alt yapısının büyük bir zarara uğratılması, örgüt içinde yaşanan istihbarat zafiyetleri ve İran’ın Hizbullah için İsrail ile doğrudan büyük bir savaşa girmeyeceğinin test edilmesi bu kanaate varılmasında etkili oldu. Tabii ABD ve Avrupalı devletlerin Lübnan’da sivil alanları kapsayan İsrail saldırılarına sessiz kalması, hatta bu saldırıları bir meşru müdafaa hakkı olarak görmesi de İsrail hükümetini cesaretlendiriyor ve daha pervasız bir biçimde hareket etmeye teşvik ediyor.

Öte yandan Hizbullah, ölümcül darbeler aldığı süreçte sınırdan füze saldırıları düzenlemeye devam ederek askerî direnişini sürdürebileceğini gösteriyor. Hatta, 21 Eylül’de Kader-1 balistik füzeleriyle Tel Aviv’i, 23 Eylül’de de Fadi-1 ve Fadi-2 füzeleriyle Hayfa yakınlarındaki Ramat David Askerî Üssü’nü hedef alarak yeni silahlarını sahneye çıkardı. Örgüt, 1 Ekim’de bu kez Fadi-4 füzeleriyle Tel Aviv’de Glilot Askerî Üssü ve Mossad karargâhını hedef alan bir saldırı gerçekleştirdi. Aynı günün akşamı, İran’ın İsrail’e 180 civarı füzeyle düzenlediği saldırı, Lübnan’daki çatışmaya da yeni bir boyut kattı. İran, bu saldırıyı Beyrut’ta öldürülen Nasrallah ve Nilforuşan’ın intikamını almak için düzenlediğini açıkladı. İran’ın füze saldırısı, Hizbullah’a geç de olsa verilmiş bir destek olarak görüldü ve örgütün aldığı ağır darbelerin ardından direniş gücünü arttıracak bir etki uyandırdı. Bundan sonra İsrail’in Hizbullah’la savaşı, İran’a nasıl karşılık vereceği tartışmalarının gölgesinde devam edecek.

İsrail kara harekâtı ne söylüyor?

İsrail kara saldırısının ilk günleri, bundan sonraki 4 haftada sınır bölgesinde oluşacak askerî dengenin bir özeti gibi.

İsrail özel kuvvetleri, topçu ve hava desteğiyle sınırı ilk kez geçtiklerinde Hizbullah savaşçılarını karşılarında buldu ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu durum sonraki 4 hafta boyunca aynı şekilde devam etti. İsrail, 70.000 civarında bir askerî kuvveti sınıra getirse de Lübnan içine doğru ciddi bir ilerleyiş gerçekleştiremedi. Hizbullah, 1 Ekim-24 Ekim arasında 70 İsrail askerini öldürdüğünü, 600’den fazlasını yaraladığını, 34 Merkava tankı, 4 askerî buldozer ve 2 zırhlı aracı vurduğunu iddia ediyor. İsrail’e göre asker kaybı, Lübnan içinde 20, sınırın İsrail tarafında 30 civarında. İsrail, Lübnan’ın güneyinde 1.500’ten fazla Hizbullah savaşçısını öldürdüğünü ve çok sayıda mevzi, tünel ve cephaneliği havaya uçurduğunu iddia etse de örgüt bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor. İsrail birlikleri, sınırı geçtikten sonra bazı Lübnan köylerini cami, kilise gibi dinî binalar dahil patlayıcılarla havaya uçurarak ve evleri buldozerlerle yıkarak bölgeyi insansızlaştırmaya çalışıyor. Hatta İsrail, bölgede görev yapan Lübnan ordusu askerlerini, BM Barış Gücü unsurlarını ve sağlık ekiplerini doğrudan hedef almaktan kaçınmıyor.

Lübnan siyasetini yeniden dizayn etmek

Ekim ayı boyunca İsrail’in Beyrut’a yönelik hava saldırıları da neredeyse her gün devam etti. Bu saldırılar, daha önce olduğu gibi Hizbullah sığınakları ve silah depoları bulunduğu iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılsa da aslında Lübnan halkını korkutma ve yıldırmayı amaçlıyor. 20 Ekim’den itibaren Dahiye’de Hizbullah’ın altınlarını sakladığı sığınakların olduğu iddiasıyla hastane binaları ve örgütle bağlantılı bir faizsiz finans kurumunun şubeleri de bombalandı.

Ekim ayında tüm bu saldırıların yanında Lübnan’daki mezhep temelli farklı siyasi grupların Hizbullah’a karşı harekete geçmesi de dikkat çekici.

Aslında, Lübnan’daki farklı grupların Hizbullah’ın devlet içinde devlet olmasından duyduğu rahatsızlık yeni değil. 7 Ekim’den önceki süreçte de bu rahatsızlık vardı. Ülkenin ekonomisinin kriz hali ve Beyrut liman patlamasının faturası bazı kesimler tarafından Hizbullah’a kesilmişti. Hizbullah’ın Suriye iç savaşındaki rolü de tartışma konusuydu.

Bununla birlikte, Nasrallah suikastına kadar Lübnanlı siyasi grupların önemli bir kısmı, Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesine ya destek vermiş ya da sessiz kalmayı tercih etmişti. Fakat Nasrallah suikastından sonra bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Lübnan’daki farklı politik örgütlenmeler ve gruplar artık kendilerine yeni bir pozisyon belirlemeye çalışıyor.

Ekim ayı başında ABD yönetiminin Lübnan ordu komutanı Maruni General Joseph Aun’u devlet başkanı seçtireceği iddiasının gündeme gelmesiyle Lübnan siyasetini dizayn etme stratejisi de uygulamaya geçirildi.

Netanyahu’nun 8 Ekim’de Lübnan halkını Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdığı tehditkâr konuşması da Lübnan siyasetini dizayn etme stratejisi açısından önemli bir dönüm noktası oldu. İç savaşı açıkça kışkırtmayı amaçlayan bu konuşma, Lübnan’da büyük bir tepkiyle karşılansa da ülkedeki bazı siyasetçileri de Hizbullah’a karşı harekete geçmek için cesaretlendirdi. Hizbullah’a karşı sesini yükseltenler, başlangıçta Maruni siyasetçiler olsa da çok geçmeden onlara farklı mezheplerden siyasi gruplar da katılacaktır. Lübnan içinden yaratılmaya çalışılan Hizbullah karşıtı muhalefetin temel argümanları, Lübnan’ın kurtarılması için acil ateşkesin sağlanması, güneye Lübnan ordusunun konuşlandırılması, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, İran müdahalesinin engellenmesi ve yeni devlet başkanının seçilmesi gibi konulardan oluşuyor.

Örneğin, Maruni Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca, 12 Ekim’de parti merkezinde bir ulusal konferans toplayarak çatışmanın başından beri Hizbullah’a karşı sürdürdüğü sessizliğini bozdu. Caca, Lübnan’ı kurtaracak yol haritasını Hizbullah dahil, Lübnan’daki silahlı grupların silahsızlandırılmasını ve kalıcı bir ateşkesin sağlanmasını öngören BM Güvenlik Konseyi’nin 559, 1680 ve 1701 sayılı kararlarını uygulayacak bir devlet başkanını seçilmesine dayandırıyor. 15 Ekim’de bu kez yine Marunilerin desteklediği Ketaib Partisi, Hizbullah’ın koşulsuz bir ateşkesi kabul etmesi, Lübnan ordusunun güneye konuşlandırılması, örgütün silahsızlandırılmasını ve göçmenlerin güneye döndürülmesini içeren bir dizi öneri açıkladı. Dürzi lider Canbolat da 16 Ekim’de önceliğin ateşkesi sağlamaya ve Lübnan ordusunu güneye konuşlandırmaya verilmesi gerektiğini vurguladı.

Lübnanlı siyasetçilerin Hizbullah karşıtı muhalefeti, 21 Ekim’den itibaren ABD ve Avrupalı müttefiklerinin diplomatik girişimleriyle daha da genişledi. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın İsrail, ABD Özel Temsilcisi Amos Hochstein’ın ve Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Lübnan ziyaretleri bu kapsamda değerlendirilmeli. Nitekim Hizbullah’ın eski müttefiki Maruni Özgür Yurtsever Hareketi lideri Cibran Bassil bile Hizbullah’la ittifakının iki yıl önce sona erdiğini vurgulayarak kendine yeni bir pozisyon belirlemeye çalıştı. En ilginç olanıysa Lübnan’ın Sünni Başbakanı Necib Mikati’nin hem İran hem de Hizbullah’ı karşısına alması. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un himayesinde 24 Ekim’de Paris’te yapılan uluslararası konferansta, Mikati ülkedeki tek silahlı gücün Lübnan ordusu olması gerektiğini ve ordunun da güneyde de konuşlanması gerektiğini söyledi. Konferansta toplanan 800 milyon doların 200 milyon doları Lübnan ordusunun güçlendirilmesi için kullanılacağı açıklandı.

İsrail’in saldırıları ve Lübnan siyasetini dizayn etmeye yönelik girişimlere rağmen Hizbullah’ın askerî direnişini hâlâ devam ettirdiği, son iki haftada yeni silahlarını sahneye çıkararak İsrail tarafında ciddi bir güvenlik endişesine yol açtığı aşikâr. Hayfa yakınlarındaki askerî üsse ve Netanyahu’nun Kayseriye’deki yazlık evine yaptığı İHA saldırıları, Tel Aviv’in Kader-2 balistik füzeleriyle hedef alınması ve günde ortalama 100’dan fazla füzenin İsrail topraklarına fırlatılması bu endişeleri somutlaştırıyor.

Hizbullah nereye kadar şaşırtmaya devam edecek?

Hizbullah’ın aldığı ölümcül darbelere rağmen bu kadar dayanıklı bir örgüt olması herkesi şaşırtıyor. Hizbullah, askeri gücünün yanı sıra ülkedeki Şii toplumuna dayanan bir kitle desteğine de sahip. Örgütün yaşadığı kayıplar, kitle desteğinin daha da pekişmesine neden oluyor ve üyelerinin savaş motivasyonunu yükseltiyor. Bu bağlamda çatışmanın seyrinin nasıl süreceğini tahmin etmek kolay olmasa da Litani Nehri’nin kuzeyine çekilip çekilmeme kararında dış ve iç baskılar değil Hizbullah’ın yeni lider kadrosunun ve İran’ın tavrının belirleyici olacağını söylemek mümkündür. Hizbullah’ın silahlarının elinden alınması ve Lübnan iç siyasetini dizayn etme girişimleri konusunda ise örgüt asla taviz vermeyecektir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.

Yasin Atlıoğlu
Yasin Atlıoğlu
Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu - Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Beşşar Esad Suriyesi’nde Reform (2007) ve Savaşta ve Barışta Lübnan Marunileri (2014) adlı kitapların yazarıdır. Ayrıca Lübnan’da Kimlik, Toplum ve Siyaset (2021) ve Lübnan’da Mezhepler (2024) adlı kitapların ortak editörlüğünü yapmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Hizbullah-İsrail çatışması ve Lübnan’ın geleceği

Hizbullah, aldığı ölümcül darbelere rağmen İsrail karşısındaki direnişini ne kadar daha sürdürebilecek? Hizbullah’ın zayıflaması, Lübnan siyasetinin yeniden dizayn edilmesine yol açabilir mi? Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu yazdı.

İsrail’in Hizbullah’ı hedeflerken tek amacının onun askeri gücünü zayıflatmak ve dağılmasını sağlamak değil, Lübnan halkını da Hizbullah’tan yüz çevirmeye zorlamak olduğu da giderek netlik kazanıyor. İsrail, şüphesiz, Hizbullah’sız bir Lübnan iç siyaseti de arzuluyor ve bunun için çabalıyor.

Oysa, Eylül ayı başında, Hizbullah ile İsrail arasındaki çatışmaların birinci yılına yaklaşıldığı günlerde Lübnan’da sessiz bir gerilim hâkimdi.

Hizbullah, geçen süre içinde çatışmaları büyük ölçüde sınır hattında tutmuş, sınırın ötesine yaptığı füze ve İHA saldırılarıyla İsrail’in güvenlik zafiyetlerini ortaya çıkarmış ve 90 binden fazla İsrailliyi güneye göç etmek zorunda bırakmıştı.

İsrail tarafının Gazze’deki kara saldırısı sürerken kuzeyde yeni bir cephe açma konusunda kararsızlığı devam ediyordu. Fakat 17 Eylül’de Hizbullah üyelerinin taşıdığı çağrı cihazlarının patlatılması bu kararsızlığın dağıldığı ve İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşın yeni bir aşamaya girdiğini gösterdi.

Sivil yaşam alanlarında gerçekleştirilen bu saldırılar, Lübnan halkı üzerinde büyük bir endişe uyandırdı. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, 19 Eylül’de yaptığı açıklamada, direnişin tarihinde eşi benzeri görülmemiş büyük bir güvenlik darbesine maruz kaldığını kabul ediyor ve bu saldırıları Lübnan’ın halkına ve egemenliğine yönelik bir “terör eylemi” olarak nitelendiriyordu. Bununla birlikte Nasrallah’ın konuşmasındaki en dikkat çekici ifadesi, “hiçbir askerî saldırının, işlenecek hiçbir cinayetin, gerçekleştirilecek hiçbir suikastın veya olası bir topyekûn savaşın bile İsrailli yerleşimcilerin kuzeye geri dönmesini sağlayamayacağını” vurgulamasıydı. Nasrallah’ın tanımıyla İsrailli yerleşimcilerin geri dönmesinin tek yolu, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’ya yönelik saldırılarını durdurmasıydı.

Zira, İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırıma varan saldırıları karşısında, Hizbullah da ulaşabileceği İsrail topraklarına saldırılar düzenliyor ve bundan İsrail’in kuzeyi etkileniyor. Buralarda yaşayanlar Hizbullah füzelerinden korunmak için sığınaklarda ömür geçirmek yerine, ülkenin farklı kesimlerine gidiyorlar.

İsrail’in yeni saldırı stratejisi ve çatışmanın tırmanışı

İsrail, ülkenin kuzeyinde yaşayanların evlerine geri dönüşünün sağlanmasını Hizbullah’a karşı savaşında temel hedef olarak açıkladı. Bilhassa Hizbullah’ın kalelerinden olarak kabul edilen Güney Lübnan’ı ve Beyrut’ta Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Dahiye bölgesini sivil kayıpları önemsenmeden hava saldırılarına tutuyor.

Ancak İsrail’in bu açıklanan temel hedefi dışında yeni bir stratejiye geçtiği de aşikâr. Bu yeni stratejinin amacı, Lübnan’da daha fazla korku uyandıracak, büyük bir maddi yıkıma yol açacak, ülke içinde yüzbinlerce kişiyi yer değiştirmeye zorlayacak ve sivil ölümlerinin sayısı umursanmadan girişilecek şiddetli hava bombardımanları ve suikastlarla Hizbullah’ı köşeye sıkıştırmak.

İsrail’in yeni stratejisi, 20 Eylül’de Dahiye’de bir binanın havadan bombalanmasıyla uygulamaya geçirildi. Saldırıda, Hizbullah’ın askeri komutanlarından İbrahim Akil’le birlikte bazı diğer komutanların, kadınların ve çocukların da içinde olduğu 40 kişi hayatını kaybetti. İsrail Hava Kuvvetleri, 22 Eylül gecesinden itibaren Lübnan’ın güneyine ve Bekaa bölgesine 1.600’den fazla saldırı düzenledi, Dahiye 23 ve 24 Eylül’de iki kez daha vuruldu. Bombardımanlardan kaçan çoğunluğu Şii binlerce Lübnanlı kuzeye göç etmek zorunda kaldı ve Beyrut sokakları güneyli göçmenlerle dolup taştı. ABD’nin 21 günlük ateşkes önerisinin gündemi meşgul ettiği ve Netanyahu’nun BM Genel Kurulu’nda protestolar altında konuştuğu 27 Eylül günü, Dahiye’de üç binaya şiddetli bir hava saldırısı gerçekleştirildi. Saldırıda, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın yanı sıra İran Devrim Muhafızları komutanlarından General Abbas Nilforuşan ve Hizbullah komutanlarından Ali Karaki’nin içinde bulunduğu en az 6 kişi öldü, 90’dan fazla kişi yaralandı. İsrail, Nasrallah suikastının ardından Eylül ayının son günlerinde, Beyrut’un güneyine ve Lübnan’ın geneline yönelik hava bombardımanını daha da şiddetlendirdi. Lübnan Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 20 Eylül’den beri devam eden İsrail hava saldırılarında Lübnan’da ölenlerin sayısı 1.000’i geçmiş, yaralananların sayısı da 3.000’e yaklaşmıştı.

İsrail’in Hizbullah lideri Nasrallah’a kadar uzanan suikastlar zincirinin 2024 yılının başında Hamas lideri Salih el-Aruri’nin Beyrut’ta öldürülmesiyle başladığını da unutmamak gerekiyor. İsrail, Aruri suikastından beri, muhtemelen 7 Ekim 2023’te Hamas’ın Gazze’den düzenlediği saldırılarla ilişkili gördüğü herkesi ortadan kaldırdı. Bunların arasında, Hamas lideri İsmail Haniye, Hizbullah komutanları Fuad Şükür, İbrahim Akil, Ali Karaki’yi saymak mümkündür. Her ne kadar, İran. Bir kaza olduğunu açıklasa da İran Devlet Başkanı İbrahim Reisi ve Dışişleri Bakanı Hüseyin Abdullahiyan’ı da bu listeye eklemenin mümkün olduğu söylenebilir. Nitekim, Nasrallah suikastının da bir son olmadığı kısa sürede anlaşıldı ve Ekim ayı içinde önce Hizbullah lideri Haşim Seyfeddin, daha sonra da bir tesadüf eseri de olsa Hamas lideri Yahya Sinvar öldürüldü.

İsrail’in kara saldırısı ve Hizbullah’ın direnişi

İsrail ordusu, Ekim ayının ilk günü Netanyahu’nun “kuzeydeki vatandaşların evlerine dönmesinin sağlanması” söylemini hayata geçirmek amacıyla Lübnan’ın güneyine sınırlı bir kara saldırısı başlattığını ilan etti.

İsrailli yetkililerde muhtemelen Hizbullah’ın kendini yeniden toparlayamayacağı kanaati hâkim. Hizbullah’ın lider kadrosunun ortadan kaldırılması, askerî alt yapısının büyük bir zarara uğratılması, örgüt içinde yaşanan istihbarat zafiyetleri ve İran’ın Hizbullah için İsrail ile doğrudan büyük bir savaşa girmeyeceğinin test edilmesi bu kanaate varılmasında etkili oldu. Tabii ABD ve Avrupalı devletlerin Lübnan’da sivil alanları kapsayan İsrail saldırılarına sessiz kalması, hatta bu saldırıları bir meşru müdafaa hakkı olarak görmesi de İsrail hükümetini cesaretlendiriyor ve daha pervasız bir biçimde hareket etmeye teşvik ediyor.

Öte yandan Hizbullah, ölümcül darbeler aldığı süreçte sınırdan füze saldırıları düzenlemeye devam ederek askerî direnişini sürdürebileceğini gösteriyor. Hatta, 21 Eylül’de Kader-1 balistik füzeleriyle Tel Aviv’i, 23 Eylül’de de Fadi-1 ve Fadi-2 füzeleriyle Hayfa yakınlarındaki Ramat David Askerî Üssü’nü hedef alarak yeni silahlarını sahneye çıkardı. Örgüt, 1 Ekim’de bu kez Fadi-4 füzeleriyle Tel Aviv’de Glilot Askerî Üssü ve Mossad karargâhını hedef alan bir saldırı gerçekleştirdi. Aynı günün akşamı, İran’ın İsrail’e 180 civarı füzeyle düzenlediği saldırı, Lübnan’daki çatışmaya da yeni bir boyut kattı. İran, bu saldırıyı Beyrut’ta öldürülen Nasrallah ve Nilforuşan’ın intikamını almak için düzenlediğini açıkladı. İran’ın füze saldırısı, Hizbullah’a geç de olsa verilmiş bir destek olarak görüldü ve örgütün aldığı ağır darbelerin ardından direniş gücünü arttıracak bir etki uyandırdı. Bundan sonra İsrail’in Hizbullah’la savaşı, İran’a nasıl karşılık vereceği tartışmalarının gölgesinde devam edecek.

İsrail kara harekâtı ne söylüyor?

İsrail kara saldırısının ilk günleri, bundan sonraki 4 haftada sınır bölgesinde oluşacak askerî dengenin bir özeti gibi.

İsrail özel kuvvetleri, topçu ve hava desteğiyle sınırı ilk kez geçtiklerinde Hizbullah savaşçılarını karşılarında buldu ve geri çekilmek zorunda kaldı. Bu durum sonraki 4 hafta boyunca aynı şekilde devam etti. İsrail, 70.000 civarında bir askerî kuvveti sınıra getirse de Lübnan içine doğru ciddi bir ilerleyiş gerçekleştiremedi. Hizbullah, 1 Ekim-24 Ekim arasında 70 İsrail askerini öldürdüğünü, 600’den fazlasını yaraladığını, 34 Merkava tankı, 4 askerî buldozer ve 2 zırhlı aracı vurduğunu iddia ediyor. İsrail’e göre asker kaybı, Lübnan içinde 20, sınırın İsrail tarafında 30 civarında. İsrail, Lübnan’ın güneyinde 1.500’ten fazla Hizbullah savaşçısını öldürdüğünü ve çok sayıda mevzi, tünel ve cephaneliği havaya uçurduğunu iddia etse de örgüt bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyor. İsrail birlikleri, sınırı geçtikten sonra bazı Lübnan köylerini cami, kilise gibi dinî binalar dahil patlayıcılarla havaya uçurarak ve evleri buldozerlerle yıkarak bölgeyi insansızlaştırmaya çalışıyor. Hatta İsrail, bölgede görev yapan Lübnan ordusu askerlerini, BM Barış Gücü unsurlarını ve sağlık ekiplerini doğrudan hedef almaktan kaçınmıyor.

Lübnan siyasetini yeniden dizayn etmek

Ekim ayı boyunca İsrail’in Beyrut’a yönelik hava saldırıları da neredeyse her gün devam etti. Bu saldırılar, daha önce olduğu gibi Hizbullah sığınakları ve silah depoları bulunduğu iddiasıyla meşrulaştırılmaya çalışılsa da aslında Lübnan halkını korkutma ve yıldırmayı amaçlıyor. 20 Ekim’den itibaren Dahiye’de Hizbullah’ın altınlarını sakladığı sığınakların olduğu iddiasıyla hastane binaları ve örgütle bağlantılı bir faizsiz finans kurumunun şubeleri de bombalandı.

Ekim ayında tüm bu saldırıların yanında Lübnan’daki mezhep temelli farklı siyasi grupların Hizbullah’a karşı harekete geçmesi de dikkat çekici.

Aslında, Lübnan’daki farklı grupların Hizbullah’ın devlet içinde devlet olmasından duyduğu rahatsızlık yeni değil. 7 Ekim’den önceki süreçte de bu rahatsızlık vardı. Ülkenin ekonomisinin kriz hali ve Beyrut liman patlamasının faturası bazı kesimler tarafından Hizbullah’a kesilmişti. Hizbullah’ın Suriye iç savaşındaki rolü de tartışma konusuydu.

Bununla birlikte, Nasrallah suikastına kadar Lübnanlı siyasi grupların önemli bir kısmı, Hizbullah’ın İsrail’e karşı mücadelesine ya destek vermiş ya da sessiz kalmayı tercih etmişti. Fakat Nasrallah suikastından sonra bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Lübnan’daki farklı politik örgütlenmeler ve gruplar artık kendilerine yeni bir pozisyon belirlemeye çalışıyor.

Ekim ayı başında ABD yönetiminin Lübnan ordu komutanı Maruni General Joseph Aun’u devlet başkanı seçtireceği iddiasının gündeme gelmesiyle Lübnan siyasetini dizayn etme stratejisi de uygulamaya geçirildi.

Netanyahu’nun 8 Ekim’de Lübnan halkını Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdığı tehditkâr konuşması da Lübnan siyasetini dizayn etme stratejisi açısından önemli bir dönüm noktası oldu. İç savaşı açıkça kışkırtmayı amaçlayan bu konuşma, Lübnan’da büyük bir tepkiyle karşılansa da ülkedeki bazı siyasetçileri de Hizbullah’a karşı harekete geçmek için cesaretlendirdi. Hizbullah’a karşı sesini yükseltenler, başlangıçta Maruni siyasetçiler olsa da çok geçmeden onlara farklı mezheplerden siyasi gruplar da katılacaktır. Lübnan içinden yaratılmaya çalışılan Hizbullah karşıtı muhalefetin temel argümanları, Lübnan’ın kurtarılması için acil ateşkesin sağlanması, güneye Lübnan ordusunun konuşlandırılması, Hizbullah’ın silahsızlandırılması, İran müdahalesinin engellenmesi ve yeni devlet başkanının seçilmesi gibi konulardan oluşuyor.

Örneğin, Maruni Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca, 12 Ekim’de parti merkezinde bir ulusal konferans toplayarak çatışmanın başından beri Hizbullah’a karşı sürdürdüğü sessizliğini bozdu. Caca, Lübnan’ı kurtaracak yol haritasını Hizbullah dahil, Lübnan’daki silahlı grupların silahsızlandırılmasını ve kalıcı bir ateşkesin sağlanmasını öngören BM Güvenlik Konseyi’nin 559, 1680 ve 1701 sayılı kararlarını uygulayacak bir devlet başkanını seçilmesine dayandırıyor. 15 Ekim’de bu kez yine Marunilerin desteklediği Ketaib Partisi, Hizbullah’ın koşulsuz bir ateşkesi kabul etmesi, Lübnan ordusunun güneye konuşlandırılması, örgütün silahsızlandırılmasını ve göçmenlerin güneye döndürülmesini içeren bir dizi öneri açıkladı. Dürzi lider Canbolat da 16 Ekim’de önceliğin ateşkesi sağlamaya ve Lübnan ordusunu güneye konuşlandırmaya verilmesi gerektiğini vurguladı.

Lübnanlı siyasetçilerin Hizbullah karşıtı muhalefeti, 21 Ekim’den itibaren ABD ve Avrupalı müttefiklerinin diplomatik girişimleriyle daha da genişledi. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın İsrail, ABD Özel Temsilcisi Amos Hochstein’ın ve Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Lübnan ziyaretleri bu kapsamda değerlendirilmeli. Nitekim Hizbullah’ın eski müttefiki Maruni Özgür Yurtsever Hareketi lideri Cibran Bassil bile Hizbullah’la ittifakının iki yıl önce sona erdiğini vurgulayarak kendine yeni bir pozisyon belirlemeye çalıştı. En ilginç olanıysa Lübnan’ın Sünni Başbakanı Necib Mikati’nin hem İran hem de Hizbullah’ı karşısına alması. Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’un himayesinde 24 Ekim’de Paris’te yapılan uluslararası konferansta, Mikati ülkedeki tek silahlı gücün Lübnan ordusu olması gerektiğini ve ordunun da güneyde de konuşlanması gerektiğini söyledi. Konferansta toplanan 800 milyon doların 200 milyon doları Lübnan ordusunun güçlendirilmesi için kullanılacağı açıklandı.

İsrail’in saldırıları ve Lübnan siyasetini dizayn etmeye yönelik girişimlere rağmen Hizbullah’ın askerî direnişini hâlâ devam ettirdiği, son iki haftada yeni silahlarını sahneye çıkararak İsrail tarafında ciddi bir güvenlik endişesine yol açtığı aşikâr. Hayfa yakınlarındaki askerî üsse ve Netanyahu’nun Kayseriye’deki yazlık evine yaptığı İHA saldırıları, Tel Aviv’in Kader-2 balistik füzeleriyle hedef alınması ve günde ortalama 100’dan fazla füzenin İsrail topraklarına fırlatılması bu endişeleri somutlaştırıyor.

Hizbullah nereye kadar şaşırtmaya devam edecek?

Hizbullah’ın aldığı ölümcül darbelere rağmen bu kadar dayanıklı bir örgüt olması herkesi şaşırtıyor. Hizbullah, askeri gücünün yanı sıra ülkedeki Şii toplumuna dayanan bir kitle desteğine de sahip. Örgütün yaşadığı kayıplar, kitle desteğinin daha da pekişmesine neden oluyor ve üyelerinin savaş motivasyonunu yükseltiyor. Bu bağlamda çatışmanın seyrinin nasıl süreceğini tahmin etmek kolay olmasa da Litani Nehri’nin kuzeyine çekilip çekilmeme kararında dış ve iç baskılar değil Hizbullah’ın yeni lider kadrosunun ve İran’ın tavrının belirleyici olacağını söylemek mümkündür. Hizbullah’ın silahlarının elinden alınması ve Lübnan iç siyasetini dizayn etme girişimleri konusunda ise örgüt asla taviz vermeyecektir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 30 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.

Yasin Atlıoğlu
Yasin Atlıoğlu
Doç. Dr. Yasin Atlıoğlu - Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Beşşar Esad Suriyesi’nde Reform (2007) ve Savaşta ve Barışta Lübnan Marunileri (2014) adlı kitapların yazarıdır. Ayrıca Lübnan’da Kimlik, Toplum ve Siyaset (2021) ve Lübnan’da Mezhepler (2024) adlı kitapların ortak editörlüğünü yapmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x