Sadece 6 ay geçti, ama sanki yıllar geçmiş gibi. İsrail, İran’ın nükleer kapasitesini ortadan kaldırmak amacıyla 13 Haziran 2025’te İran topraklarındaki birçok noktaya ani hava saldırıları düzenledi. Çatışmanın ilk saatlerinde, İran Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakiri ve üst düzey komutanlar da dâhil olmak üzere liderler ve nükleer bilim adamları hedef alındı ve öldürüldü, nükleer ve savunma tesisleri bombalandı ve İran’ın hava savunma sistemleri etkisiz hale getirildi.
Buna karşılık İran, İsrail’deki askerî hedefler ve sivil yerleşim yerlerine füze saldırıları ile misilleme yaptı. ABD’nin baskısıyla iki ülke 24 Haziran’da ateşkes üzerinde anlaştı. “On İki Gün Savaşı” olarak anılan bu çatışmaların ardından pek çok çevrede, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin sona erdiği iddia edildi.
Roma Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nün Akdeniz, Orta Doğu ve Afrika Programı başkanı Maria Fantappie ile Johns Hopkins Üniversitesi’nin uluslararası ilişkiler profesörlerinden Orta Doğu uzmanı Vali Nasr, Foreign Affairs dergisinde yayımlanan makalelerinde bu iddiaların “aceleci ve eksik” olduğunu savunuyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
Direniş Ekseni çöktü mü?
“İsrail ve ABD’nin İran’a yönelik 2025 saldırıları ile Tahran’ın Gazze, Lübnan ve Suriye’deki vekil ağının dağılması, İran’ın bölgedeki gücünün “kesin biçimde dağıldığı” şeklinde yorumlandı. Ancak bu görüş, İran’ın sözde “Direniş Ekseni”nin doğasını ve Tahran’ın bunu yeniden oluşturma potansiyelini yanlış yorumluyor.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra İran, bölgede oluşan kargaşadan yararlanarak İran’dan Irak’a, Lübnan’a, Yemen’e ve Filistin topraklarına kadar uzanan Şii toplulukları, hükümetleri ve milislerden oluşan ulusötesi bir ideolojik ağ kurdu. Ürdün Kralı Abdullah bu ağı endişeyle “Şii hilali” olarak adlandırdı. 2014 yılına gelindiğinde, analistler Tahran’ın dört Arap başkentini (Bağdat, Beyrut, Şam ve Sanaa) kontrol ettiğini söylüyordu.
Askerî açıdan bakıldığında, bu eksen gerçekten paramparça durumda. Eksenin İranlı mimarları yaşlanırken, bölgedeki müttefikleri İsrail saldırıları sonucu ağır kayıplar verdi. Daha önce bölgedeki mezhepsel çatışmayı körükleyen İran ile Suudi Arabistan arasında son iki yıldır süren temkinli yakınlaşma da Orta Doğu’daki mezhepsel savaşın sona erdiği algısına katkıda bulundu.
Şii kimliği dimdik ayakta
Ancak bu tablo aldatıcı: Şii siyasi-dini kimliği ve dayanışması hâlâ güçlü, hatta bölgedeki krizler nedeniyle daha da belirleyici hale gelebilir. Direniş Ekseni’nin perdesi düşse bile, Şii siyasi ve dinî kimlik hâlâ sağlam. İran’ın Direniş Ekseni’nin dayanıklılığı, inanç, topluluk ve aile bağlarının kalıcı gücünden besleniyordu.
İsrail, Lübnan’ı işgal etme yönündeki son tehditlerini hayata geçirirse, bu durum ülkenin Şii topluluğu için varoluşsal bir tehdit oluşturacak ve onları direnişe sevk edecektir. Suriye’de Sünni yönetimi güçlenirken ve ABD ordusu Irak’taki Şii milisler üzerinde baskı uygularken, Şiiler üzerinde bir kuşatma hissi bölgeye yayılabilir. Şiiler devlet kurma çabaları ve diplomasi konusunda marjinalleştirilirse, hayatta kalma stratejisi olarak Şii siyaseti yeniden benimseyebilirler ve bölgede istikrarsızlığı körükleyebilirler.
Şiiler dünya Müslümanlarının yüzde 15–20’sini oluştursa da, Orta Doğu’daki Müslüman nüfusun yaklaşık yarısı Şii. İran, Irak, Bahreyn ve kısmen Yemen’de çoğunluklar. Lübnan’da ise en büyük dinî topluluk.
1979 İran Devrimi, Şii kimliğini bölge siyasetinin merkezine taşımış, İran–Irak Savaşı bu kimliği pekiştirmişti. 2003 sonrası süreçte Necef ve Kum çevresinde Şii dinî merkezler yeniden canlandı; milisler Irak’taki otorite boşluklarını doldurdu. Suriye ve Yemen savaşları ise bölgede mezhep çizgilerini daha da belirginleştirdi.
IŞİD’e karşı verilen ortak mücadele Şii toplulukları daha da yakınlaştırdı; Kasım Süleymani bu dönemde bölgesel bir ikon haline geldi.
IŞİD’in yenilgisi ekseni neden zayıflattı?
2019’da IŞİD’in yenilmesi, İran’ın Şii milisler üzerindeki meşruiyetini aşındırdı. Genç Şiilerden gelen desteğin azalması, Sistani’nin milisleri eleştirmesi ve Irak’ta protestolar, ekseni içten zayıflattı. 2020’de Süleymani ve Muhandis’in öldürülmesi ise bu yapıya ağır bir darbe oldu.
2024’te İsrail’in Hizbullah’ın iletişim altyapısını “silaha dönüştürerek” verdiği kayıplar ve Esad rejiminin çöküşü, İran’ın bölgesel mimarisini neredeyse tamamen sarstı.
Haziran 2025’teki İsrail–ABD saldırılarında İran’ın vekilleri Tahran’a yardım etmedi. Bunun yerine Irak ve Lübnan’daki Şiiler, ulusötesi kimliği değil ulusal kimliklerini öne çıkardılar.
İran artık eski İran değil
İran’ın vekil ağı hâlâ var, ancak artık merkez–çevre modeli değil, gevşek bir federasyon gibi işliyor. Irak’ta İran, vekillerini takım elbise giyip siyasi sürece katılmaya teşvik ediyor. Lübnan’da Hizbullah, İsrail ile savaşı ve diğer Lübnanlı gruplarla iç savaşı önlemek amacıyla silahsızlanmaya teşvik ediliyor. İran’ın içinde; milliyetçiliğin giderek öne çıkması ve dinî kısıtlamaların gevşetilmesi, en önemlisi de başörtüsü uygulamasının daha esnek hale gelmesi gibi değişiklikler ülkenin ulusötesi manevi liderlik iddiasını zayıflatıyor.
Şiilerin yükselişini yöneten liderler de sahneden çekiliyor. 1979 İran Devrimi’ne katılan (ve suikasttan kurtulan) komutanlar ve din adamları yaşlanıyor. İran’ın dinî lideri Ali Hamaney 86 yaşında. Irak’ın kutsal şehirlerinde merkezlenen bölgesel Şii dindarlığının canlanmasına öncülük eden Sistani 95 yaşında ve sağlığı kötü.
İsrail, Şiiler arasında daha fazla bölünmeyi aktif olarak kışkırtarak İran’ın bölgesel ağını parçalamak istiyor. Lübnan ve Suriye’de kendi azınlık nüfuslarını, özellikle Şiileri taciz eden veya tehdit eden zayıf ama uysal hükümetler iktidara gelirse, Şiilerin enerjisi İsrail ile savaşmak yerine iç savaşlar ve nüfuz mücadelesine odaklanacaktır.
Şii inancı kuşatmaya direniyor
Ancak Şii askerî gücünün Orta Doğu’da zayıflaması, Şiilerin dinî kimliklerinin ve ulusötesi bir inanç topluluğunun parçası olma duygularının zayıfladığı anlamına gelmiyor. Siyasi ve askerî kayıplara rağmen, Irak’ın kutsal şehirlerine hacca giden Şiilerin sayısı her yıl istikrarlı bir şekilde artıyor. Ağustos ayında, Kerbela’da tahminen 21 milyon Şii toplanmıştı.
İran’ın zayıflaması ve Şii milislerin silahsızlandırılması yönündeki baskıların artması, Şiiler arasında marjinalleşme ve şiddetin hâkim olduğu bir gelecek endişesini büyütüyor. Suriye, halen iç savaşta Hizbullah’a karşı savaşan IŞİD ve diğer militan Sünni grupların gazileri tarafından yönetiliyor. Lübnan ve Irak’taki Şiiler, Şam’ın ülkelerindeki Sünnileri destekleyerek güç dengesini aleyhlerine değiştirebileceğinden endişe ediyor.
Tehdit altında ve kuşatılmış hisseden Şiiler, daha da kararlı bir şekilde toplumsal kimliklerine yönelebilirler. Suriye’deki Dürzi ve Alevi azınlıklar, Şam’ın otoritesine direnmeye başladı bile. Yeni iç savaşların, hükümetin çöküşünün ve aşırılıkçılığın yeniden canlanmasının, kısacası İran’ın direniş eksenini kurmasına olanak sağlayan koşulların ortaya çıkmasını önlemek için, Lübnan ve Suriye’deki devlet kurma çabaları tüm topluluklara eşit haklar garanti etmeye odaklanmalıdır. Beyrut ve Şam azınlıkları dışlarsa, marjinalleştirilmiş Şiiler yine İran’dan destek isteyecek; çatışma patlak verdiğinde İran’ın eğitim, silah ve finansman yardımı da peşi sıra gelecektir.
Hükümet kurma ve Şiiler arası müzakerelerin hassas sürecinin devam ettiği Irak’ta, ılımlı Şii liderlik teşvik edilmelidir. Son dönemdeki ABD politikası, Irak hükümetine İran’dan uzaklaşması için yoğun baskı uyguladı. Washington, Bağdat’ı böyle zorlu bir seçim yapmaya zorlamaktan kaçınmalıdır. Zira bu ılımlı Şii liderlerin konumunu zayıflatabilir ve militanlardan politikacıya dönüşenlerin yıkıcı etkisini azaltma ve Irak’ı İran ile İsrail arasındaki çatışmadan uzak tutma çabalarını boşa çıkarabilir.
Yine iç savaşlar tetiklenebilir mi?
Şiiler, marjinalleşme ve şiddetin hakim olduğu bir gelecekten korkuyor. Bölge genelinde şiddetin geri dönmesini önlemek, Şiilerin kendi ülkelerinde siyasi bir gelecek görmelerini sağlamakla mümkün olacaktır. Örneğin Lübnan’da, Hizbullah’ı silahsızlandırmak ve dağıtmak tek başına istikrarı sağlamayacaktır. On yıllardır bu örgüt, Şii toplumu için bir devlet gibi davranarak güvenlik, iş ve sosyal hizmetler sağladı. Şimdi örgütün rolü azaldığına göre, Şiilere ülkenin siyasetine ve ekonomisine katılmaları için başka yollar sunulmalıdır.
Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, İran’ın etkisine direnebilecek güçlü, merkezi hükümetlerin Lübnan ve Suriye’de yükselişini teşvik etmek için yatırımlar yaparken, bu çabaların İran ile normalleşme sürecini engellemesine izin vermemelidir. Normalleşme, Orta Doğu’nun geri kalanı savaşa girerken Körfez’in istikrarını korumaya yardımcı oldu ve bu istikrarın devam etmesini sağlamak için Arap devletleri, devlet kurma planlarını Lübnan ve Irak’taki Şii bölgelere de bir gelecek sunan ekonomik bir vizyonla daha aktif bir şekilde eşleştirmelidir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Husilerle mevcut ateşkesin devam etmesini ve Yemen’deki iç savaşı kesin olarak sona erdirmek için diplomatik ilerlemenin devam etmesini sağlamalıdır. İran’ın bölgesel bir bozucu olarak yeniden yükselişini önlemek için, bölgedeki Şiilerin İran’ın tebaası olduğu düşüncesinden vazgeçmeli ve onları eşit vatandaşlar olarak muamele etmelidirler.
Bölgeyi kim, nasıl istikrara kavuşturabilir?
ABD, Orta Doğu’daki çatışmayı bitirmek ve Irak’ın İran’ın kontrolünden bağımsız olarak gelişmesini sağlamak istiyorsa, Şiî grupları tasavvur ettiği ulusal ve bölgesel düzene dahil etmelidir. Lübnan’da bu yaklaşım, Hizbullah’ı silahsızlandırma çabalarını, Şii bölgelerini yeniden inşa etme ve onlara siyasi haklar tanıma yönündeki net bir planla birleştirmek anlamına gelir.
Ayrıca, ABD, Hizbullah ile İsrail arasındaki ateşkesi korumak için de elinden geleni yapmalıdır; zira Lübnanlı Şiiler, 1982 ile 2000 yılları arasında yaptıkları gibi, İsrail’in olası işgaline kesinlikle direnecektir ve yeniden başlayacak bir direniş, İran’ın liderliğindeki ‘direniş eksenine’ yeni bir güç verecektir.
Washington, Arap devletlerinin İran ile ilişkileri normalleştirme çabalarını desteklemelidir; bu, Tahran ile doğrudan görüşmeler yapılması gerektiği anlamına gelir. ABD Başkanı Donald Trump’ın aksine, İran, Haziran ayındaki savaştan sonra yenilmiş hissetmemektedir. Tahran, İsrail’e fırlattığı füzelerin hem İsrail’e hem de ABD’ye bir sonraki savaşı düşünmeden önce duraksama yaşatacak kadar hasar verdiğine inanmaktadır ve şu ana kadar yapılan saldırıların İran’ın nükleer kapasitesini ve emellerini tamamen ortadan kaldırmadığı da açıktır.
Bölgesel istikrar, İran’ın Arap dünyasıyla diplomatik ve ekonomik olarak ilişki kurmasına bağlıdır, ancak Arap devletleri, nükleer silaha sahip olabilecek Tahran’a daha büyük bir bölgesel rol verme konusunda temkinlidir. Bahreyn ile diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması veya diğer Körfez devletleriyle ekonomik bağların genişletilmesi, İran’ın nükleer müzakerelerdeki ilerlemesine bağlıdır. Bu nedenle, Washington’un er ya da geç dikkatini Tahran ile nükleer anlaşma müzakerelerine yeniden odaklaması gerekecektir.
Ortadoğu’ya istikrar getirilmesi, Levant’ın parçalanmış halde kalmamasıyla mümkündür. Bir zamanlar direniş eksenini destekleyen Şii topluluklar, bölgenin siyasi ve sosyal yaşamına dahil edilmelidir. İran ise, yıkıcı askeri çabalarını sürdürmektense diplomatik ve ekonomik ilişkilerden daha fazla fayda sağlayabileceğini anlamalıdır. Şii gruplar zayıflamış olsa da onları siyasetten dışlayarak baskılamaya çalışmak, onları İran’ın vekil ağını yeniden kurma çabalarının hedefi haline getirecek ve bölgesel barışa dair daha geniş bir vizyonu tehlikeye atacaktır.”
Bu yazı ilk kez 19 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.

https://www.foreignaffairs.com/iran/what-comes-after-axis-resistance#



