İsrail-İran Savaşı: Çin’in tutumu nasıl okunmalı?

İsrail-İran geriliminde Çin nerede duruyor? Çin, savaşa ve krize yönelik tutumunu belirlerken neleri düşünüyor? Savaş ve kriz Pekin için hangi fırsat ve riskleri doğuruyor? Dr. Ümit Alperen yazdı.

İsrail ile İran arasındaki 12 günlük çatışma ve devam eden kriz, Ortadoğu’daki sıradan bir savaşın ötesinde küresel güç dengelerinin, küresel aktörlerin sınandığı bir test oluyor.

Çin ve Rusya, Şangay İşbirliği Örgütü üyesi İran’a beklenen desteği vermedi. Hindistan, İsrail’in saldırısını kınayan Şangay İşbirliği Örgütü bildirisine imza atmadı. Bütün bunlar da BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü çerçevesinde bir araya gelen ülkelerin ve bu örgütlerin en büyük üyesi konumundaki Çin’in Batı-merkezli sisteme karşı meydan okumasının sınırlarını gösteriyor.

ABD’nin sistemik rakip olarak nitelediği, küresel hegemona “meydan okuyucu” olarak görülen Çin, aslında kendi etki alanından uzaktaki krizlerde, sahip olduğu potansiyel güçle orantısız bir şekilde ikilemlerle dolu bir izlenim oluşturuyor. Çin’in, İsrail-İran savaşıyla gelen krizindeki tavrı bu açıdan da incelenmeye değer bir örnek teşkil ediyor.

Çin’in temkinli tutumu

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, iki ülke arasındaki çatışmaya dair ilk açıklamasını İsrail’in İran’a saldırısından beş gün sonra, Çin-Orta Asya Zirvesi için bulunduğu Astana’da yaptı. Xi, diğer ülkelerin egemenliğini, güvenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal eden her türlü eyleme karşı olduklarını ve tırmanmanın “uluslararası toplumun ortak çıkarına olmadığını” ifade ederek şiddetin patlak vermesini kınadı. Xi açıklamasını yaptığında İsrail çoktan İran’ın üst düzey generallerini, nükleer bilim adamlarını öldürmüş ve Natanz nükleer zenginleştim tesisini bombalamıştı.

Çin’in çatışmaya verdiği ilk yanıt ise dışişleri bakanlığı düzeyinde şiddetin tırmanmasını muğlak bir şekilde kınayan, İsrail-İran anlaşmazlığının barışçıl bir yollarla çözülmesi çağrısıyla sınırlı kaldı. Açıkçası dünyanın herhangi bir yerinde bir kriz patlak verdiğinde aşağı yukarı bütün ülkeler benzer genel-geçer diplomatik bir açıklama yapar. Sonrasında krizin gidişatına göre pozisyonlarını belirginleştirirler. Bölgesel ve küresel aktörlerin birçoğu İsrail’e yönelik eleştirilerini netleştirirken Pekin’in tutumunu -elinde bulundurduğu ve temsil ettiği diplomatik, askeri, ekonomik güçle orantılı olarak- belirginleştiremediği ve kararsız kaldığı görülüyor.

Ayrıca, İsrail’in İran’a saldırısı öncesinde Moskova-Pekin-Tahran üçlü toplantılarla İran’ın nükleer meselesini barışçıl yollarla çözülebilmesi için alternatif görüşmelerde bulunuyorlardı. İsrail’in bu görüşmeleri ve süreci dikkate almadan İran’a saldırmasının hem Rusya’da hem de Çin’de hayal kırıklığına ve kızgınlığa neden olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

İsrail medyasında Çin’in İran’a kargo uçaklarıyla füze yapımında kullanılabilecek malzeme yardımı yaptığı iddia edilse de şimdiye kadar Pekin, tarafsızlık ilkesine bağlı kalarak İran’a doğrudan somut bir destek sunmaktan büyük ölçüde kaçındı. Çin’in, İran’a güçlü ve somut bir destek vermeyerek kendisini krizin dışında tutmaya çalıştığını ve dolaylı yoldan Tahran’a krizi tırmandırmama baskısı yaptığını söyleyebiliriz. Özetle Pekin krizin nasıl evrileceğini görmek üzere temkinli bir bekleyiş içinde…

Çin’in İsrail ile İran arasında tarafsız kalmasının ve çekingen davranmasının arkasında birkaç temel neden bulunuyor.

Çin neden çekingen davrandı?

Her şeyden önce, Çin her ne kadar küresel bir güç olarak görülse de aslında askerî, ekonomik, siyasi olarak entegre/kapsamlı bir küresel oyuncu olduğunu söylemek için henüz erken.

Son yıllarda Çin, Ortadoğu’da büyük ölçüde ekonomik ve diplomasi nüfuzunu artırdı ama bölgede hâlâ yalnızca ekonomik bir güç olarak görülüyor. Ayrıca Çin’in Ortadoğu’daki ekonomik varlığı ABD’nin bölgeye sağladığı güvenlik garantisine dayanıyor. Dolayısıyla, Çin’in Orta Doğu politikasının genel olarak İsrail, İran ve Körfez ülkeleri arasında ekonomik ilişkilere odaklanan dengeli-tarafsızlık ilkesi temelinde şekillendiği görülür.

Eğer Çin, saldırılar nedeniyle açık ve somut bir şekilde İran’ı destekleyerek İsrail’den kesin biçimde uzaklaşırsa, Pekin’in 1990’lardan itibaren Ortadoğu’da oluşturduğu dengeli tarafsızlık politikasının sonuna gelinebilir. Ayrıca, Ortadoğu’nun teknoloji üssü olarak görülen İsrail’le ileride ekonomik ve teknolojik iş birliği yürütmesi zorlaşabilir. İsrail her ne kadar ABD’nin müttefiki olsa da özellikle 1990’lardan itibaren Çin’e ileri teknoloji transferi ve yatırımı yapan ülkelerin başında geliyor. Bu da modernleşme hedeflerine ve bilimsel atılım arayışına odaklanan bir ülke için oldukça riskli bir durum.

Diğer taraftan, Çin’in temkinli tutumu yalnızca bu riskten kaçınma refleksiyle açıklanamaz. Çin, çatışmanın uzun sürmesi ya da tırmanması durumunda kendi çıkarlarını tehdit edebileceğini bilmekle birlikte bu krizin kendisine ne tür fırsatlar çıkaracağını da hesaba katmakta.

Çin, dünya petrolünün yaklaşık %20’sinin geçtiği stratejik Hürmüz Boğazı’nın İsrail-İran krizi nedeniyle kapanması durumunda enerji güvenliğinin riske girmesinden endişe ediyor. Hürmüz Boğazı’ndan enerji çıkışının kesintiye uğraması petrol fiyatlarının hızlı bir şekilde yükselmesine neden olacaktır.  Bilindiği üzere Çin’in ithal ettiği petrolün yüzde 50’dan fazlası Körfez ülkelerinden geliyor. Çin’in enerji güvenliğinin riske girmesinin ekonomisini ve Körfez ülkeleriyle iş birliğini derinden etkilemesi kaçınılmazdır.

Varoluşuna yönelik tehdit son raddeye gelmeden İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatmasının olasılık dahilinde görünmediğini not etmeliyiz. Zira, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasından en çok zarar görecek ülkelerin başında İran’ın kendisi ve buradan günde üç milyon varil petrol arzı bulunan Irak geliyor. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nı kapatması, İran’ın yakın ilişkileri olan Irak’la arasını açılabilir. Çin’in de buna sıcak bakmayacağı aşikâr.

Uzun soluklu bir çatışmalı krizi sürdürme gerçeğiyle karşı karşıya olan İran’ın, Çin’in ve komşu Körfez ülkelerinin aşırı tepkisini çekecek bir strateji izlemesi akılcı bir tutum olmaz.

Kuşak Yol Projesi ve İsrail-İran krizi

İran’ı kuşatan kriz ve çatışmaların oluşturduğu istikrarsız çevre koşullarının Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’nin (KYG) olumsuz etkilemesi muhtemel. Rusya-Ukrayna savaşıyla sekteye uğrayan kuzey hattına ek olarak Orta Asya’dan geçen orta kuşağın eklenmesi Kuşak-Yol Girişimi için bir çıkmaza neden olabilir. Özellikle, İran’da kaosun artmasıyla birlikte bu kaosun İran Belucileri üzerinden Pakistan’ın Belucistan bölgesine sıçraması, Kuşak Yol Girişimi’nin en başarılı kısımlarından olan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’nu tehdit etmesi olabilir. Belucistan Kurtuluş Ordusu’nun Pakistan’ın güneyinde zaman zaman Çinli hedeflere saldırıları biliniyor. Bu durum, Çin’in Pakistan üzerinden Malaka Boğazı’nı bypass ederek alternatif bir rota üzerinden Arap Denizi’ne dolayısıyla Ortadoğu ve Afrika’ya çıkışını da sekteye uğratabilir.

Diğer yandan Trump yönetiminin dış politika önceliği Hint-Pasifik iken askerî ve diplomatik enerjisini Ortadoğu’ya yoğunlaştırması, İsrail’in oluşturduğu bataklığa sürüklenmesi Çin’e özellikle Hint-Pasifik’te manevra alanı açabilir. Dolayısıyla Çin’in mevcut yaklaşımının, yalnızca tarafsızlık üzerinden değil, aynı zamanda temkinli bir fırsatçılık üzerinden de şekillenmesi mümkün.

Muhtemelen bunun farkında olan Trump yönetimi hızlı bir şekilde yönünü yeniden Hint-Pasifik’e çeviriyor. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, 1 Temmuz’da Avustralya, Hindistan ve Japonya dışişleri bakanlarını misafir ederek “özgür, açık ve güvenli bir Hint-Pasifik” vizyonunu ilerletmeye yönelik çabaları yeniden hızlandıracak. Bu açıklamalar, ABD’nin Çin’in bölgedeki artan etkisine karşı stratejik odağını yeniden bu coğrafyaya kaydırmak arzusuna işaret ediyor.

Ek olarak, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte 23 Haziran’da NATO Zirvesi öncesinde yaptığı açıklamada, Çin’in “muazzam” askerî güçlenmesinin Tayvan üzerinde çatışma riskini arttırdığını ve bu durumun Avrupa güvenliğini etkileyebileceğini söyledi. Rutte, Japonya, Avustralya ve Güney Kore’nin gibi ülkelerin Çin’in askerî genişlemesi, Tayvan’a yönelik tehdidi konusundaki endişeleri nedeniyle NATO’yla işbirliği içinde olduklarını sözlerine ekledi. Ayrıca, Çin’in büyüyen savunma sanayisini vurgulayarak bunun ilerleyen süreçteki jeopolitik güç projeksiyonu için hazırlık olduğunu söylemesi dikkat çekiciydi.[1] Çin askerî genişlemesinin Avrupa güvenliğini de etkileyebileceği konusunda uyarması gözlerden kaçmamalı. Dolayısıyla, eğer Çin’in ABD’den tehdit algısı yükselirse böyle bir bataklığı destekleyerek ABD askerî kuvvetlerinin yoğunlaştığı Hint-Pasifik’ten dikkatini uzaklaştırarak, Orta Doğu’yla meşgul olması için İran’ı desteklemek gibi yeni stratejiler geliştirmesine neden olabilir. Tabii ki bu, Pekin için ciddi bir stratejik karar olacaktır.

Diğer yandan, Orta Doğu’da uzun süreli bir krizin Çin’in güvenlik perspektifinden bakıldığında dikkat çekici bir stratejik avantajı olabilir. Hem Trump hem de selefi Biden, Benjamin Netanyahu’nun savaş yanlısı politikalarına sert eleştiriler getirmişlerse de, ABD Başkanlarının İsrail’e yönelik güvenlik taahhütlerini her zaman yerine getirmek “zorunda” kaldıkları tarihsel olarak kanıtlanmış bir gerçek. Böyle bir durumda Çin’in, kendisi doğrudan bir risk almazken, rakibinin stratejik yükümlülükleriyle sınandığı bir ortamda temkinli bir avantaj elde etmesi mümkün. Bu noktada, ABD’nin 12 günlük orta yoğunlukta bir savaşta dünyanın en gelişmiş ve maliyetli yüksek irtifa hava savunma sistemi olan THAAD stoklarının yüzde 15-20’sinin tüketilmiş olması dikkat çekici.[2] Aynı zamanda İsrail’in de füze stoklarını büyük oranda harcayarak ABD’ye bağımlı kaldığı söyleniyor. Bu durumda İsrail’e verilen her füze, Ukrayna’dan ve Tayvan’dan eksiliyor ya da tam tersi.

Tayvan için ipucu

Ayrıca, Trump’ın İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşa yönelik tutumu, gelecekte Tayvan krizine nasıl yaklaşacağına dair önemli ipuçları veriyor.

Çin’in çatışmaya yönelik tutumu ABD’yle doğrudan karşı karşıya kalmak istemediği izlenimi de oluşturuyor. Çin, “İsrail üzerinde özel etkisi olan ülkeleri” gerilimi tırmandırmamaya davet ederken, doğrudan ABD’yi hedef almaktan kaçınıyor. ABD’nin İsrail’in savaşına ortak olması, Çin’in Tayvan ve dış politika stratejisini yeniden gözden geçirmesine neden olabilir. Bu noktada ABD, İran’la nükleer müzakere yaparken saldırıların olması da Pekin’de Vaşington’un güvenilirliği konusunda şüphelere neden olduğunu not edelim.

Son olarak, Çin’in açmaz izlenimi veren bu yaklaşımının, Ortadoğu’da arabuluculuk teklifleriyle kendisini sorumlu ve yapıcı bir küresel aktör olarak konumlandırmaya çalışması olarak da okumak mümkün. Pekin’in 2023’te İran-Suudi Arabistan ve 2024’te Filistinli gruplar arasında arabulucu rolü buna örnek verilebilir.

Fakat, yukarıda belirttiğimiz üzere Çin’in bölgedeki askerî varlığının zayıflığı, derin siyasi nüfuzunun yetersiz olması, bu yaklaşımın sahadaki yansımlarının sınırlı kalmasına neden oluyor. Ayrıca, Tahran’ın Şangay İşbirliği Örgütü üyesi ve Kuşak Yol Girimi’nin tarafı olması, Çin-İran arasında ikili ve çok-taraflı askerî tatbikatlar, Çin’in İran’daki yatırımları İsrail tarafından endişeyle karşılaşıyor. Muhtemelen Tel Aviv’de, Pekin’in iki ülke arasında arabulucu olmasının ileriki süreçte Çin’in İran’la ilişkilerini daha üst bir seviyeye taşınması için “meşru” bir zemin oluşturmaya yol açabileceği endişesi var. Diğer bir ifadeyle İran-İsrail arasındaki bir arabuluculuk girişimi farklı bir düzeyde değerlendirilmeli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

[1] https://www.independent.co.uk/bulletin/news/nato-summit-china-russia-threat-b2775754.html

[2] https://militarywatchmagazine.com/article/us-used-up-15-20-percent-global-thaad-arsenal-11-days

Ümit Alperen
Ümit Alperen
Dr. Ümit Alperen - Peking Üniversitesi’nde Misafir Araştırmacı, Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Politikalar Merkezi’nde de Doğu Asya Uzmanı. Lisans eğitimini 2006 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Dr. Ümit Alperen, yüksek lisans eğitimini 2010 yılında Şanghay Fudan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yazdığı “Harmonious World: Hu Jintao Doctrine and Chinese Foreign Policy” başlıklı teziyle tamamladı. 2014 yılında bir yıl süreyle Peking Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen akademisyen olarak çalışmakta olduğu Süleyman Demirel Üniversitesi’nden de “Çin Dış Politikasında İran” başlıklı doktora tezi ile 2016 yılında doktor ünvanını aldı. Alperen araştırmalarında Çin Dış Politikası, Çin İç Politikası, Doğu Asya, Çin-İran İlişkileri, Çin-Ortadoğu İlişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Ulusal Chengchi Üniversitesi, Doğu Asya Çalışmaları Enstitüsü, Taipei, Tayvan. Misafir Öğretim Üyesi.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

İsrail-İran Savaşı: Çin’in tutumu nasıl okunmalı?

İsrail-İran geriliminde Çin nerede duruyor? Çin, savaşa ve krize yönelik tutumunu belirlerken neleri düşünüyor? Savaş ve kriz Pekin için hangi fırsat ve riskleri doğuruyor? Dr. Ümit Alperen yazdı.

İsrail ile İran arasındaki 12 günlük çatışma ve devam eden kriz, Ortadoğu’daki sıradan bir savaşın ötesinde küresel güç dengelerinin, küresel aktörlerin sınandığı bir test oluyor.

Çin ve Rusya, Şangay İşbirliği Örgütü üyesi İran’a beklenen desteği vermedi. Hindistan, İsrail’in saldırısını kınayan Şangay İşbirliği Örgütü bildirisine imza atmadı. Bütün bunlar da BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü çerçevesinde bir araya gelen ülkelerin ve bu örgütlerin en büyük üyesi konumundaki Çin’in Batı-merkezli sisteme karşı meydan okumasının sınırlarını gösteriyor.

ABD’nin sistemik rakip olarak nitelediği, küresel hegemona “meydan okuyucu” olarak görülen Çin, aslında kendi etki alanından uzaktaki krizlerde, sahip olduğu potansiyel güçle orantısız bir şekilde ikilemlerle dolu bir izlenim oluşturuyor. Çin’in, İsrail-İran savaşıyla gelen krizindeki tavrı bu açıdan da incelenmeye değer bir örnek teşkil ediyor.

Çin’in temkinli tutumu

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, iki ülke arasındaki çatışmaya dair ilk açıklamasını İsrail’in İran’a saldırısından beş gün sonra, Çin-Orta Asya Zirvesi için bulunduğu Astana’da yaptı. Xi, diğer ülkelerin egemenliğini, güvenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal eden her türlü eyleme karşı olduklarını ve tırmanmanın “uluslararası toplumun ortak çıkarına olmadığını” ifade ederek şiddetin patlak vermesini kınadı. Xi açıklamasını yaptığında İsrail çoktan İran’ın üst düzey generallerini, nükleer bilim adamlarını öldürmüş ve Natanz nükleer zenginleştim tesisini bombalamıştı.

Çin’in çatışmaya verdiği ilk yanıt ise dışişleri bakanlığı düzeyinde şiddetin tırmanmasını muğlak bir şekilde kınayan, İsrail-İran anlaşmazlığının barışçıl bir yollarla çözülmesi çağrısıyla sınırlı kaldı. Açıkçası dünyanın herhangi bir yerinde bir kriz patlak verdiğinde aşağı yukarı bütün ülkeler benzer genel-geçer diplomatik bir açıklama yapar. Sonrasında krizin gidişatına göre pozisyonlarını belirginleştirirler. Bölgesel ve küresel aktörlerin birçoğu İsrail’e yönelik eleştirilerini netleştirirken Pekin’in tutumunu -elinde bulundurduğu ve temsil ettiği diplomatik, askeri, ekonomik güçle orantılı olarak- belirginleştiremediği ve kararsız kaldığı görülüyor.

Ayrıca, İsrail’in İran’a saldırısı öncesinde Moskova-Pekin-Tahran üçlü toplantılarla İran’ın nükleer meselesini barışçıl yollarla çözülebilmesi için alternatif görüşmelerde bulunuyorlardı. İsrail’in bu görüşmeleri ve süreci dikkate almadan İran’a saldırmasının hem Rusya’da hem de Çin’de hayal kırıklığına ve kızgınlığa neden olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

İsrail medyasında Çin’in İran’a kargo uçaklarıyla füze yapımında kullanılabilecek malzeme yardımı yaptığı iddia edilse de şimdiye kadar Pekin, tarafsızlık ilkesine bağlı kalarak İran’a doğrudan somut bir destek sunmaktan büyük ölçüde kaçındı. Çin’in, İran’a güçlü ve somut bir destek vermeyerek kendisini krizin dışında tutmaya çalıştığını ve dolaylı yoldan Tahran’a krizi tırmandırmama baskısı yaptığını söyleyebiliriz. Özetle Pekin krizin nasıl evrileceğini görmek üzere temkinli bir bekleyiş içinde…

Çin’in İsrail ile İran arasında tarafsız kalmasının ve çekingen davranmasının arkasında birkaç temel neden bulunuyor.

Çin neden çekingen davrandı?

Her şeyden önce, Çin her ne kadar küresel bir güç olarak görülse de aslında askerî, ekonomik, siyasi olarak entegre/kapsamlı bir küresel oyuncu olduğunu söylemek için henüz erken.

Son yıllarda Çin, Ortadoğu’da büyük ölçüde ekonomik ve diplomasi nüfuzunu artırdı ama bölgede hâlâ yalnızca ekonomik bir güç olarak görülüyor. Ayrıca Çin’in Ortadoğu’daki ekonomik varlığı ABD’nin bölgeye sağladığı güvenlik garantisine dayanıyor. Dolayısıyla, Çin’in Orta Doğu politikasının genel olarak İsrail, İran ve Körfez ülkeleri arasında ekonomik ilişkilere odaklanan dengeli-tarafsızlık ilkesi temelinde şekillendiği görülür.

Eğer Çin, saldırılar nedeniyle açık ve somut bir şekilde İran’ı destekleyerek İsrail’den kesin biçimde uzaklaşırsa, Pekin’in 1990’lardan itibaren Ortadoğu’da oluşturduğu dengeli tarafsızlık politikasının sonuna gelinebilir. Ayrıca, Ortadoğu’nun teknoloji üssü olarak görülen İsrail’le ileride ekonomik ve teknolojik iş birliği yürütmesi zorlaşabilir. İsrail her ne kadar ABD’nin müttefiki olsa da özellikle 1990’lardan itibaren Çin’e ileri teknoloji transferi ve yatırımı yapan ülkelerin başında geliyor. Bu da modernleşme hedeflerine ve bilimsel atılım arayışına odaklanan bir ülke için oldukça riskli bir durum.

Diğer taraftan, Çin’in temkinli tutumu yalnızca bu riskten kaçınma refleksiyle açıklanamaz. Çin, çatışmanın uzun sürmesi ya da tırmanması durumunda kendi çıkarlarını tehdit edebileceğini bilmekle birlikte bu krizin kendisine ne tür fırsatlar çıkaracağını da hesaba katmakta.

Çin, dünya petrolünün yaklaşık %20’sinin geçtiği stratejik Hürmüz Boğazı’nın İsrail-İran krizi nedeniyle kapanması durumunda enerji güvenliğinin riske girmesinden endişe ediyor. Hürmüz Boğazı’ndan enerji çıkışının kesintiye uğraması petrol fiyatlarının hızlı bir şekilde yükselmesine neden olacaktır.  Bilindiği üzere Çin’in ithal ettiği petrolün yüzde 50’dan fazlası Körfez ülkelerinden geliyor. Çin’in enerji güvenliğinin riske girmesinin ekonomisini ve Körfez ülkeleriyle iş birliğini derinden etkilemesi kaçınılmazdır.

Varoluşuna yönelik tehdit son raddeye gelmeden İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatmasının olasılık dahilinde görünmediğini not etmeliyiz. Zira, Hürmüz Boğazı’nın kapatılmasından en çok zarar görecek ülkelerin başında İran’ın kendisi ve buradan günde üç milyon varil petrol arzı bulunan Irak geliyor. Dolayısıyla Hürmüz Boğazı’nı kapatması, İran’ın yakın ilişkileri olan Irak’la arasını açılabilir. Çin’in de buna sıcak bakmayacağı aşikâr.

Uzun soluklu bir çatışmalı krizi sürdürme gerçeğiyle karşı karşıya olan İran’ın, Çin’in ve komşu Körfez ülkelerinin aşırı tepkisini çekecek bir strateji izlemesi akılcı bir tutum olmaz.

Kuşak Yol Projesi ve İsrail-İran krizi

İran’ı kuşatan kriz ve çatışmaların oluşturduğu istikrarsız çevre koşullarının Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’nin (KYG) olumsuz etkilemesi muhtemel. Rusya-Ukrayna savaşıyla sekteye uğrayan kuzey hattına ek olarak Orta Asya’dan geçen orta kuşağın eklenmesi Kuşak-Yol Girişimi için bir çıkmaza neden olabilir. Özellikle, İran’da kaosun artmasıyla birlikte bu kaosun İran Belucileri üzerinden Pakistan’ın Belucistan bölgesine sıçraması, Kuşak Yol Girişimi’nin en başarılı kısımlarından olan Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’nu tehdit etmesi olabilir. Belucistan Kurtuluş Ordusu’nun Pakistan’ın güneyinde zaman zaman Çinli hedeflere saldırıları biliniyor. Bu durum, Çin’in Pakistan üzerinden Malaka Boğazı’nı bypass ederek alternatif bir rota üzerinden Arap Denizi’ne dolayısıyla Ortadoğu ve Afrika’ya çıkışını da sekteye uğratabilir.

Diğer yandan Trump yönetiminin dış politika önceliği Hint-Pasifik iken askerî ve diplomatik enerjisini Ortadoğu’ya yoğunlaştırması, İsrail’in oluşturduğu bataklığa sürüklenmesi Çin’e özellikle Hint-Pasifik’te manevra alanı açabilir. Dolayısıyla Çin’in mevcut yaklaşımının, yalnızca tarafsızlık üzerinden değil, aynı zamanda temkinli bir fırsatçılık üzerinden de şekillenmesi mümkün.

Muhtemelen bunun farkında olan Trump yönetimi hızlı bir şekilde yönünü yeniden Hint-Pasifik’e çeviriyor. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, 1 Temmuz’da Avustralya, Hindistan ve Japonya dışişleri bakanlarını misafir ederek “özgür, açık ve güvenli bir Hint-Pasifik” vizyonunu ilerletmeye yönelik çabaları yeniden hızlandıracak. Bu açıklamalar, ABD’nin Çin’in bölgedeki artan etkisine karşı stratejik odağını yeniden bu coğrafyaya kaydırmak arzusuna işaret ediyor.

Ek olarak, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte 23 Haziran’da NATO Zirvesi öncesinde yaptığı açıklamada, Çin’in “muazzam” askerî güçlenmesinin Tayvan üzerinde çatışma riskini arttırdığını ve bu durumun Avrupa güvenliğini etkileyebileceğini söyledi. Rutte, Japonya, Avustralya ve Güney Kore’nin gibi ülkelerin Çin’in askerî genişlemesi, Tayvan’a yönelik tehdidi konusundaki endişeleri nedeniyle NATO’yla işbirliği içinde olduklarını sözlerine ekledi. Ayrıca, Çin’in büyüyen savunma sanayisini vurgulayarak bunun ilerleyen süreçteki jeopolitik güç projeksiyonu için hazırlık olduğunu söylemesi dikkat çekiciydi.[1] Çin askerî genişlemesinin Avrupa güvenliğini de etkileyebileceği konusunda uyarması gözlerden kaçmamalı. Dolayısıyla, eğer Çin’in ABD’den tehdit algısı yükselirse böyle bir bataklığı destekleyerek ABD askerî kuvvetlerinin yoğunlaştığı Hint-Pasifik’ten dikkatini uzaklaştırarak, Orta Doğu’yla meşgul olması için İran’ı desteklemek gibi yeni stratejiler geliştirmesine neden olabilir. Tabii ki bu, Pekin için ciddi bir stratejik karar olacaktır.

Diğer yandan, Orta Doğu’da uzun süreli bir krizin Çin’in güvenlik perspektifinden bakıldığında dikkat çekici bir stratejik avantajı olabilir. Hem Trump hem de selefi Biden, Benjamin Netanyahu’nun savaş yanlısı politikalarına sert eleştiriler getirmişlerse de, ABD Başkanlarının İsrail’e yönelik güvenlik taahhütlerini her zaman yerine getirmek “zorunda” kaldıkları tarihsel olarak kanıtlanmış bir gerçek. Böyle bir durumda Çin’in, kendisi doğrudan bir risk almazken, rakibinin stratejik yükümlülükleriyle sınandığı bir ortamda temkinli bir avantaj elde etmesi mümkün. Bu noktada, ABD’nin 12 günlük orta yoğunlukta bir savaşta dünyanın en gelişmiş ve maliyetli yüksek irtifa hava savunma sistemi olan THAAD stoklarının yüzde 15-20’sinin tüketilmiş olması dikkat çekici.[2] Aynı zamanda İsrail’in de füze stoklarını büyük oranda harcayarak ABD’ye bağımlı kaldığı söyleniyor. Bu durumda İsrail’e verilen her füze, Ukrayna’dan ve Tayvan’dan eksiliyor ya da tam tersi.

Tayvan için ipucu

Ayrıca, Trump’ın İsrail’in İran’a karşı yürüttüğü savaşa yönelik tutumu, gelecekte Tayvan krizine nasıl yaklaşacağına dair önemli ipuçları veriyor.

Çin’in çatışmaya yönelik tutumu ABD’yle doğrudan karşı karşıya kalmak istemediği izlenimi de oluşturuyor. Çin, “İsrail üzerinde özel etkisi olan ülkeleri” gerilimi tırmandırmamaya davet ederken, doğrudan ABD’yi hedef almaktan kaçınıyor. ABD’nin İsrail’in savaşına ortak olması, Çin’in Tayvan ve dış politika stratejisini yeniden gözden geçirmesine neden olabilir. Bu noktada ABD, İran’la nükleer müzakere yaparken saldırıların olması da Pekin’de Vaşington’un güvenilirliği konusunda şüphelere neden olduğunu not edelim.

Son olarak, Çin’in açmaz izlenimi veren bu yaklaşımının, Ortadoğu’da arabuluculuk teklifleriyle kendisini sorumlu ve yapıcı bir küresel aktör olarak konumlandırmaya çalışması olarak da okumak mümkün. Pekin’in 2023’te İran-Suudi Arabistan ve 2024’te Filistinli gruplar arasında arabulucu rolü buna örnek verilebilir.

Fakat, yukarıda belirttiğimiz üzere Çin’in bölgedeki askerî varlığının zayıflığı, derin siyasi nüfuzunun yetersiz olması, bu yaklaşımın sahadaki yansımlarının sınırlı kalmasına neden oluyor. Ayrıca, Tahran’ın Şangay İşbirliği Örgütü üyesi ve Kuşak Yol Girimi’nin tarafı olması, Çin-İran arasında ikili ve çok-taraflı askerî tatbikatlar, Çin’in İran’daki yatırımları İsrail tarafından endişeyle karşılaşıyor. Muhtemelen Tel Aviv’de, Pekin’in iki ülke arasında arabulucu olmasının ileriki süreçte Çin’in İran’la ilişkilerini daha üst bir seviyeye taşınması için “meşru” bir zemin oluşturmaya yol açabileceği endişesi var. Diğer bir ifadeyle İran-İsrail arasındaki bir arabuluculuk girişimi farklı bir düzeyde değerlendirilmeli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.

[1] https://www.independent.co.uk/bulletin/news/nato-summit-china-russia-threat-b2775754.html

[2] https://militarywatchmagazine.com/article/us-used-up-15-20-percent-global-thaad-arsenal-11-days

Ümit Alperen
Ümit Alperen
Dr. Ümit Alperen - Peking Üniversitesi’nde Misafir Araştırmacı, Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi, Ankara Politikalar Merkezi’nde de Doğu Asya Uzmanı. Lisans eğitimini 2006 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlayan Dr. Ümit Alperen, yüksek lisans eğitimini 2010 yılında Şanghay Fudan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yazdığı “Harmonious World: Hu Jintao Doctrine and Chinese Foreign Policy” başlıklı teziyle tamamladı. 2014 yılında bir yıl süreyle Peking Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen akademisyen olarak çalışmakta olduğu Süleyman Demirel Üniversitesi’nden de “Çin Dış Politikasında İran” başlıklı doktora tezi ile 2016 yılında doktor ünvanını aldı. Alperen araştırmalarında Çin Dış Politikası, Çin İç Politikası, Doğu Asya, Çin-İran İlişkileri, Çin-Ortadoğu İlişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Ulusal Chengchi Üniversitesi, Doğu Asya Çalışmaları Enstitüsü, Taipei, Tayvan. Misafir Öğretim Üyesi.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x