Türkiye ve Rusya bütün gerilimlere ve ulusal çıkar tanımlarındaki çelişkilere rağmen ilişkilerini ısrarla iş birliği hattında sürdürmeye çalışıyor. Bu iki aktör arasındaki ilişkileri anlamak için Alman felsefeci Arthur Schopenhauer’un “kirpi ikilemi” tezi mükemmel bir metafor…
Schopenhauer’a göre, çok soğuk bir kış gününde bir araya gelen yalnız kirpiler ciddi bir ikilem ile karşı karşıya kalacaklardır: Ya birbirlerinden uzak durarak tek başlarına soğuktan ölecek ya da birbirlerini ısıtmaya çalışırken birbirlerine dikenlerini batırarak canlarını acıtacaklardır. Kirpiler önce donmamak için birbirlerine bir hayli yaklaşırlar, yaklaştıkları anda dikenlerinin farkına varır ve ayrılırlar. Pek çok bir araya gelme ve dağılma döngüsünden sonra, nihayet kirpiler birbirlerine ne fazla uzak ne de fazla yakın olmanın hem soğuğa hem de karşısındaki kirpinin dikenlerine karşı korunmada en iyi yol olacağını keşfederler. Ama bu “mükemmel” mesafenin hem öğrenilmesi hem de muhafaza edilmesi zordur.
Yaklaşık 2,5 yıl önce Türkiye – Rusya ilişkilerini irdelediğim bir yazıda yukarıdaki metafordan faydalanmıştım. Aradan geçen zamanda, durum daha da zorlaştı, “mükemmel mesafe” ise artık bir rüya olabilir. 16 Eylül ise bu açıdan kritik bir tarih.
16 Eylül’de, İran, Rusya ve Türkiye’nin liderleri Hasan Ruhani, Vladimir Putin ve Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da bir araya gelerek Suriye’de yaşanan son gelişmeleri konuşacak ve birlikte bir kez daha krizi çözme yollarını arayacaklar. Bu Rusya, İran ve Türkiye’nin Suriye hakkında yaptığı beşinci zirve. Bu seferki görüşmelerin odağında ise müzakereleri aylardır devam eden Suriye’de yeni anayasanın yapım süreci ve anayasa komisyonu oluşturma çabaları var.
İdlib: Balayının sonu mu?
Türkiye bu zirveye 2016 ortasından beri Suriye konusunda ana müttefiki haline gelen Rusya ile yaşanan balayının sonuna gelindiğini işaret eden gelişmeler ışığında ev sahipliği yapacak.
Türkiye bu zirveye 2016 ortasından beri Suriye konusunda ana müttefiki haline gelen Rusya ile yaşanan balayının sonuna gelindiğini işaret eden gelişmeler ışığında ev sahipliği yapacak.
Sorunlardan ilki, 20 Aralık 2016 tarihinde imzalanan Moskova Bildirgesi ile başlayan ve devamında Astana süreci ile devam eden iş birliğinin İdlib’de yaşanan gelişmeler üzerinden sarsıntıya uğraması ile ilgili. Nitekim 17 Eylül 2018’de Soçi’de yapılan ikili zirvede gerginliği azaltma bölgesi ilan edilen İdlib’de Türkiye ve Rusya ateşkes konusunda uzlaşmaya varmış ve Türkiye ateşkesin garantörlüğünü üstlenmişti. Son aylarda İdlib’de, Suriye ordusunun Rus hava desteği ile yürüttüğü ve Türkiye’nin ateşkesi ve ihlâlleri takip etmek için kurduğu gözlem noktalarını da tehdit eden yoğun saldırılar bu sürece önemli bir darbe vurmuş gözüküyor.
Ankara hem yeni bir göçmen dalgasıyla karşı karşıya gelmemek, hem Suriye’de anayasa komisyonu çalışmaları öncesinde elini güçlü tutmak, hem de iç siyasete önemli bir etkisi olacak bir dış politika başarısızlığının önünü kesmek için bu saldırıların durmasını istiyor. Ancak görünen o ki, bu eski uzlaşma rejim ordularının ilerlemesi sonucu geçerliliğini yitirmiş durumda.
Suriye’de ABD’siz çözüm arayışı ve bölge gerçekleri
Sorunlardan ikincisi ve İdlib sorunu ile de doğrudan bağlantılı diğer gelişme, Türkiye – ABD ve aynı zamanda ABD – Rusya arasında Suriye konusunda artan iş birliği.
Moskova görüşmeleri ve devam eden Astana süreci, bu sürecin tarafı olan üç ülke açısından da Ortadoğu’da vazgeçilmez sayılan ABD’nin dahil edilmediği ve bölgesel aktörlerin bölgenin sorunlarını kendi güçleriyle çözmek konusunda inisiyatif aldıkları, radikal bir paradigma değişikliğine işaret ediyordu. Nitekim her üç ülke açısından da en önemli politika hedeflerinden biri, Suriye’de ABD’siz bir çözüm arayışıydı.
Ancak sahada çıkarları birbiri ile tam örtüşmeyen üç ülkeyi bir araya getiren önemli ortaklık zeminine ABD – Rusya iş birliği, Temmuz’da yapılan İsrail –ABD – Rusya Ulusal Güvenlik Danışmanları Zirvesi ve de bunlara mukabil Türkiye’nin ABD ile Suriye’de ortaklık arayışı gölge düşürdü.
Türkiye açısından Ocak 2019’da ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’den ABD askerlerini çekeceğini açıklaması üzerine başlayan hızlı diplomasi trafiği, bütün gelgitlerine ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 füzelerini, ABD’nin tüm itirazlarına rağmen, satın almış olmasına karşın ilk meyvelerini vermiş gibi gözüküyor. Bu konudaki en önemli gelişme, hiç kuskusuz Türkiye’nin Kuzeydoğu Suriye’ye askeri operasyon hazırlıkları içinde olduğunu duyurmasının ardından 7 Ağustos 2019’da, Türkiye ve ABD’nin Suriye konusunda üç maddelik bir uzlaşma sağladıklarını açıklamasıydı. Bu uzlaşmaya göre, Suriye sınırında bir güvenli bölgenin tesisi, bu güvenli bölgenin birlikte koordine edilmesi ve yönetilmesi amacıyla Türkiye’de ortak operasyon merkezinin kurulması kararlaştırılmıştı.
Uzlaşmanın tam içeriği hâlâ belirsizliğini korurken, ağustos ayının sonunda, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Ortak Operasyon Merkezi’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda kurulacak güvenli bölge çalışmaları için sahada uygulamalara başladığını söyledi. 8 Eylül’de ise, ABD ve Türkiye askerleri güvenli bölgede ilk kez ortak kara devriyesi gerçekleştirdiler. Bu gelişmeler hiç kuşkusuz büyük oranda Türkiye ve İran ile gerçekleştirdiği iş birliğini ABD’nin Suriye’deki etkisini zayıflatma hamlesi olarak gören Rusya’nın hiç hoşuna gitmeyecek. Nitekim Rusya Federasyonu temsilcilerinden bu konudaki hoşnutsuzluğa dair açıklamalar arka arkaya geliyor.
İttifakın çimentosu
Peki, şimdi ne olacak? Türkiye – Rusya bu sorunların üstesinden gelebilir mi? ABD’nin araya girme hamleleri nasıl karşılık bulabilir? İki ülkenin ilişkisi bilmediğimiz hangi potansiyel iş birliği alanlarına ve problemlere gebe? İki ülkenin de kırmızı çizgileri neler? “Mükemmel” mesafenin formülü ne?
Her ne kadar Türkiye ve Rusya arasında son dönemde gelişen ilişkiler temel tehdit algılarına bağlı reaksiyoner bir dış politika hattının sonucu olsa da iki ülkenin yöneticilerinin küresel siyasete dair çok gevşek ama yine de ortak bir arzuya sahip olduklarını söylemek gerekir.
Her ne kadar Türkiye ve Rusya arasında son dönemde gelişen ilişkiler temel tehdit algılarına bağlı reaksiyoner bir dış politika hattının sonucu olsa da iki ülkenin yöneticilerinin küresel siyasete dair çok gevşek ama yine de ortak bir arzuya sahip olduklarını söylemek gerekir. Bu ortak arzunun en önemli dinamiği, her zaman bir üçüncü aktörün, yani Batı’nın, gölgesinde seyrediyor olmasıdır. Dostoyevski’nin bir zamanlar yazmış olduğu gibi Batı’ya yönelik ve ona karşı olan arzu, Rusya ve Türkiye gibi ülkelerin trajik yazgısıdır.
İki ülkenin liderleri de kendi ülkelerinin “kartlar yeniden karılırken” küresel dünyada tanınma ve daha fazla oranda kabul görmesini arzu ediyorlar. Her iki ülkenin siyasi liderleri de Batı karşıtlığını hem ülke içinde bir siyasi çimento ve hem de ülke dışında bir meşruiyet aracı olarak kullanıyorlar.
Üstelik Batı, geçmiş yüzyılların o son derece güçlü “Batı” dünyası değil. Bir tarafta kendi üye ülkelerini dahi Birlik içinde tutmakta zorlanan ve yaşadığı iktisadi ve siyasi kriz yüzünden sıkı sıkıya tutunduğu değerlerinin hızla aşındığı bir Avrupa; öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrası kendi önderliğinde kurulan ve maliyetleri kendisinin üstlenmesi ile devam ettirilen uluslararası kurumlara yönelik sorumluluklarından her an vazgeçmeye hazır olduğunu söyleyen ABD var. Böyle bir dönemde her iki ülkenin de siyasi kadrolarının ve milliyetçi elitlerinin tahayyülünde “Batı güç kaybediyor ve önümüzde bir fırsat var” algısının dış politika kararlarında ve ittifaklarda bir çimento rolü oynadığı yadsınamaz.
Alternatif inşa etmek mümkün mü?
Putin’in 2014’te atıldığı G7’ye henüz Trump tarafından yeniden davet edilmişken kendisi ile birlikte Türkiye, Çin ve Hindistan’ın da davet edilmesini teklif etmesi, iki ülkenin kendi para birimleriyle ticaret yaparak dolar hegemonyasını kırma arzusu ve hatta Batı’nın temel siyasi kurumlarına alternatif yaratma çabaları (örneğin iki ülkenin birbirlerinin seçimlerini izleme konusunda imzaladıkları ikili antlaşmalar) hep bu alternatifi inşa etme arzusunun bir sonucu.
Ancak bu arzu her daim Türkiye’nin dış politika kararlarını şekillendiren iki güçlü tehdit algısının gölgesi altında seyrediyor. Bu gölge aynı zamanda bu arzunun herhangi kalıcı ve uzun dönemli ortak vizyona ulaşmasının önündeki en önemli engel de.
İki temel endişe
Türkiye’nin reaksiyoner dış politikası iki temel tehdit/endişe algısı üzerinden işliyor.
Yaşadığımız yeni dış politika çağının en önemli özelliği, ikili ilişkilerin itici gücüne dayanması. Birbirleri ile golf oynayan, dondurma yiyen ve şakalaşan liderlerin ülkeler arası güven ilişkisini ikili ilişkiler üzerinden tesis ettiği bir dönem bu. Bu dönemde aynı zamanda dış politika kararları giderek tek kişinin elinde toplanıyor ve yetki de merkezileşiyor.
Bunlardan ilki, Suriye’de ulus ötesi Kürt hareketinin Türkiye sınırında oldukça geniş bir bölgeyi kontrol etmeye başlaması ve ABD de dahil olmak üzere önemli uluslararası aktörlerin IŞİD’e karşı mücadele üzerinden bu hareket ile ittifak kurması. Bu durum, Türkiye’nin varoluşsal tehdit algısını tetiklemiş ve Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasının en önemli nedeni olmuştu.
Her ne kadar Türkiye’nin hem Fırat kalkanı hem de Zeytin Dalı operasyonlarını yapabilmesi Rusya’nın desteği sayesinde mümkün olmuşsa da Türkiye başından itibaren bu desteğin geçici olduğunun ve Rusya’nın ana siyasi hedefi olan Suriye’de Esad hükümetinin güçlenmesi ve iktidarını konsolide etmesi ile muhtemelen ya sona ereceğinin ya da yön değiştireceğinin farkındaymış gibi gözüküyor. Üstelik Rusya kendisi için de önemli bir güç tesis etme alanı olan Kürt siyasetini Türkiye ile kurduğu ilişkiye binaen tamamen ABD’ye devretmek istemiyor. Tam da bu nedenle Ankara Washington’la temas kurabileceği diplomatik kanalları ilişkilerin en sorunlu olduğu dönemlerde bile açık tutmaya gayret etti.
İkinci önemli endişe ise doğrudan rejim güvenliği ile ilişkili. Topyekûn dengeleme (omnibalancing) teorisi, kendilerine yönelik güçlü tehdit durumlarında özellikle otoriter hükümetlerin ittifak kararlarını kendi devamlılıklarını sağlamak üzerinden aldığını iddia eder. Bir diğer deyişle bu tarz rejimlerin temel meselesi, hangi aktörlerin ülkenin siyasal rejiminin sürekliliğinde kritik rol oynayacağıdır. Böylesi durumlarda dış politika kararları uzun dönemli rasyonel hesapları içermez, rejimin kısa dönemli siyasal çıkarlarının korunmasına yöneliktir. Tam da bu açıdan özellikle 2016 darbe girişiminden sonra Türkiye ve Rusya iş birliğinin devletin varoluşsal güvenlik kaygıları ile rejimin devamlılık kaygılarını aynı anda çözen bir rol oynadığını iddia etmek mümkün.
Yeni dış politika çağı
Son olarak belki de artık yeni bir dış politika çağında yaşadığımızı vurgulamak gerekir. Bu yeni dış politika çağının en önemli özelliği, ikili ilişkilerin itici gücüne dayanması.
Birbirleri ile golf oynayan, dondurma yiyen ve şakalaşan liderlerin ülkeler arası güven ilişkisini ikili ilişkiler üzerinden tesis ettiği bir dönem bu. Bu dönemde aynı zamanda dış politika kararları giderek tek kişinin elinde toplanıyor ve yetki de merkezileşiyor.
Ancak ikili ilişkilerin niteliği ve kişiselliği dış politikayı öngörülemez ve reaksiyoner kılan dinamiklerden biri. Hız ve esnekliğin önemsendiği, kalıcı bağların ve ortak hedeflerin geriye itildiği bir dönem bu. Tam da bu niteliği üzerinden dış politika, kirpiler arasında ne fazla uzak ne de fazla yakın olan mükemmel mesafenin bir türlü hesaplanamadığı bir alan haline gelmiş durumda.
Twitter: @Evreki
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Eylül 2019’da yayımlanmıştır.