Avrupa Birliği (AB) koronavirüs salgınına karşı ortak önlem almakta gecikmesi ve salgından en önce etkilenen İtalya’ya destek olmaması sebebiyle çokça eleştirildi. AB’nin sonu geldi yorumları yapıldı. Bize anlatılan AB bu muydu? Eğer zor durumdaki bir üyesinin yardımına koşamayacaksa o zaman AB’ye ihtiyaç var mı? Bu ve benzeri sorular tartışıldı ve AB’nin bir süredir ardı ardına krizlerle anılan bir kuruluş olması ile de birleşince AB’nin geleceğine ilişkin soru işaretlerinin artmasına yol açtı.
AB’nin uluslar aşırı bütünleşmeyi hedeflediğini ve hızla siyasi entegrasyona doğru gittiğini görüyoruz. Sorun da burada çıkıyor. AB siyasi bütünleşmeye doğru ilerledikçe hem bu sürece direnç artıyor ve üye devletlerde popülist ve aşırı sağ parti ve hareketler bu süreçten besleniyor hem de her aşamanın eksiklikleri ve iyi işlemeyen yönleri zaman içinde test ediliyor ve krizlerde AB’nin iyi dikilmemiş dikişleri atıyor. Ancak bunun başka bir yolu da yok. Zaman içinde gerçek sınamalarla test edilmedikçe AB politikalarının bu iyi işlemeyen yönlerini tamamıyla görme ve deneyimleme imkânı yok.
Kamu sağlığı alanı üye devletlerin yetkisinde
Koronavirüs krizini bu açıdan ele alırsak, AB’nin geç tepki göstermesinin nedeni, kamu sağlığı alanının üye devletlerin yetki alanında olduğu ve AB’nin bu alanda bağlayıcı bir yetki ile donatılmadığı tespitiyle açıklayabiliriz. Ancak bağlayıcı yetkisi olmamasına rağmen Avrupa Komisyonu konuyla ilgili üye devletler ile temasa geçebilir ve Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi aracılığıyla tavsiyelerde bulunabilirdi.
Diğer birçok ülke ve kurum gibi, bu denli bir salgına hazır olmayan AB’nin yine de hiç önlem almadığını söyleyemeyiz. Aksine Avrupa Komisyonunun eşgüdümünde oldukça kapsamlı önlemler alındı.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen 17 Mart tarihinde bir G20 toplantısında AB genelinde alınacak önlemler paketini ilk kez açıkladı. Üye devletler arasında özellikle tıbbi teçhizat, gıda ve ilaç gibi kritik malların serbest dolaşımının sağlanması için yeşil hat uygulaması, sivil koruma mekanizması kapsamında ortak bir stratejik stok oluşturulması, virüse karşı ilaç ve aşı bulunmasına yönelik araştırmaların desteklenmesi, AB ülkelerinde kısa çalışma ödeneğinin karşılanması için SURE adlı bir reasürans sisteminin oluşturulması, üye devletlerin zor durumdaki firma, işletmeler ve kişilere yardım edebilmesini sağlamak için devlet yardımları ve İstikrar ve Büyüme Paktı kurallarının esnetilmesi, Avrupa Yatırım Fonu’ndan kredi ve hibe sağlanması gibi önlemler ardı ardına uygulamaya koyuldu.
AB dayanışması korona tahviline mi bağlı?
AB bu şekilde kaybedilen zamanı hızla kazanmaya yönelik adımlar atarken, geleceğe ilişkin önemli kararlar verilmesi de gerekiyordu. Bunların başında aralarında Fransa, İtalya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin bulunduğu üyelerin bir mektupla dile getirdikleri korona tahvili konusu yer alıyor. Söz konusu ülkeler krizden çıkışın gerektireceği mali kaynaklara ulaşabilmek için avro alanına ortak bir tahvil çıkarılmasını ve bu şekilde borçların dayanışma içinde tüm üyeler tarafından üstlenilmesini talep etti.
Buna karşın, Hollanda, Almanya, Finlandiya ve Avusturya bu öneriyi reddederek farklı bir çözüm bulunmasını önerdiler. 23 Nisan’daki toplantıda ise zor durumdaki üye devletlerin AB bütçesinden desteklenmesi, buna karşın tüm üyelerin bütçeye yapacakları katkının artırılması yönünde bir karar çıktı. Ancak bu yardımın hibe mi kredi mi olacağı, koşullara bağlı olup olmayacağı henüz netlik kazanmadı. Bu konu en Avrupa yanlısı İtalyanların dahi AB’den şüphe etmeye başladıkları bir ortamda AB’nin geleceği açısından kritik önem taşıyor.
AB ekonomisi post pandemi dönemine uyum sağlayabilecek mi?
Krizin İtalya ve İspanya gibi yüksek borç oranına sahip olan ülkelerin yanında, tüm AB üyelerini olumsuz etkileyeceğini söylemek yanlış olmaz. IMF tarafından açıklanan öngörülere göre Avro Bölgesi için 2020 büyüme beklentisi %1,3’ten % eksi 7,5’e çekildi.
Mayıs ayı ile birlikte birçok Üye Devlet normalleşme stratejilerini oluşturdu ve adım adım okulların başlaması, marketlerin açılması gibi adımları devreye sokma yoluna girdi. Eylüle kadar tedricen normalleşmenin gerçekleştirilmesi ihtimalinin yanında, sonbaharda tekrar salgının baş göstermesi olasılığı da birçok uzman tarafından dile getiriliyor.
Normalleşmenin tüm dünya ile birlikte Avrupa’da da sonbahara kadar gerçekleşmesi, nispeten daha az maliyetle atlatılmasını ve AB’nin 2050’ye kadar küresel ısınmayı yavaşlatmayı ve temiz, dönüşümlü bir ekonomiye geçerek yeni ekonomik fırsatlar yaratmayı amaçlayan Yeşil Anlaşma ve dijital gündem gibi diğer önceliklerine hız vermesini sağlayabilir. Nitekim temmuz ayında AB Bakanlar Konseyi dönem başkanlığını üstlenecek olan Almanya, dönem başkanlığı öncelikleri arasında salgın sonrası normalleşme ile birlikte Yeşil Anlaşma’ya yer vereceğini açıklamıştı. Ancak ekonomideki küçülmenin daha uzun süreli etkileri olacaktır. En önemlisi de, bu küçülmenin dünya genelinde yaşanmasında yatıyor. Korona sonrasında küresel tedarik zincirlerinin eski haline dönmesi, talebin tekrar yükselmesi ve üretimin kaldığı yerden tekrar hızlanması için en azından bir süre beklemek gerekiyor. Ayrıca krizin ülkeleri daha korumacı politikalara itmesi, ABD-Çin rekabetinin hızlanması ve bildiğimiz şekliyle küreselleşmenin dönüşüme uğraması gibi gelişmeler de AB ekonomisinin uyum sağlamakta zorlanacağı sonuçlara yol açabilir.
AB kamusal rol üstlenecek mi?
Koronavirüs salgını sırasında bazı üye devletlerin maske, ventilatör, koruyucu teçhizat gibi temel malzemeleri bulamaması, sağlık sistemlerinin kısa zamanda hızla artan hasta sayısı ile baş edememesi gibi olaylar AB’yi bir muhasebe yapmaya sevk etti.
Büyük ölçüde Çin’e bağımlı küresel tedarik zincirlerinin teknik imkanların da yardımıyla tam zamanında üretime ağırlık verdiği ve bu sebeple bir kriz anında ihtiyaç duyulacak temel ürünleri içeren stratejik bir stoklamanın yapılmasının ihmal edildiği gündeme geldi.
Bunun yanında AB’nin küresel mali kriz sonrasında avro alanı mali disiplin kurallarını işletmeye öncelik verdiği ve devletlerin temel işlevleri olan kamu sağlığı, eğitim, sosyal güvence gibi konuların ikinci plana itildiği hatırlandı. AB’nin oluşturduğu tek pazarın sosyal ve bölgesel eşitsizliklerin giderilmesi için uyguladığı tamamlayıcı politikaların güçlendirilmesi ve zor zamanlarda AB’nin üye devletlere de destek olacak şekilde bir kamusal görevi yerine getirmesi gereğine dikkat çekildi. Ancak bunun yapılabilmesi üye devletlerin sadece kendi vatandaşları için değil diğer Avrupalılar için de fedakarlıklar yapmasını gerektirecek. Özellikle Almanya ve Hollanda gibi AB bütçesine net katkı yapan üye devletlerin bu konuya yaklaşımları ilerdeki günlerde AB dayanışmasının geleceği açısından belirleyici olacak.
Dayanışma sorgulandı
AB kurumlarının geç harekete geçmesinin ötesinde üye devletlerin birbirlerine karşı dayanışma göstermemeleri, koruyucu ekipman yardımında bulunmamaları, sınırlarını kapatmaları gibi bencilce önlemler ise AB üyeleri arasında olduğu varsayılan dayanışmayı sorgulattı ve birbirine zor zamanlarda yardım etmeyen bir yapının aslında birlik olmadığı yönündeki gözlemleri güçlendirdi.
Burada özellikle krizden olumsuz etkilenen İtalya ve İspanya gibi ülkeler ile Almanya gibi krizi nispeten daha iyi kontrol altına alan kuzey ülkeleri arasındaki fay hatlarından da söz etmek gerekir. Daha önce yaşanan finansal kriz sırasında da bir borç krizine giren Yunanistan ve İtalya gibi güney ülkelerinin avro alanının mali disiplin kriterlerini karşılamakta zorlanmaları, buna karşın Almanya’nın başını çektiği kuzey ülkelerinin bu kriterlerin uygulanmasında ısrar etmeleri Birlik içinde ayrışmaya yol açmıştı. Bunun yanında AB’ye yönelik mülteci akınlarının Yunanistan ve İtalya gibi deniz sınırındaki ülkelere yönelmesi ve bu yükün paylaşılmasında diğer birçok üye devletin üzerlerine düşeni yapmaması, AB içinde gerilimi artırmış ve merkezkaç güçlerin öne çıkmasına yol açmıştı. Bu sorunların üzerine küresel salgın ile hayatın durma noktasına gelmesi, sağlık sistemlerinin artan hasta sayısı karşısında çaresiz kalması, ekonominin ana damarını oluşturan sektörlerde üretimin aksaması ve küresel tedarik zincirlerinin zedelenmesi eklenince AB içinde var olan anlaşmazlık ve ikilemler tekrar gündeme gelmiş oldu. AB’nin yoluna devam etmesi ise bir anlamda bu temel ve yapısal sorunlara kalıcı çözümler üretilebilmesine bağlı.
AB geleceğe hazır mı?
Dünya çalkantılı bir dönemden geçerken, AB’nin temelini oluşturan liberal düzen, demokrasi ve kurallara dayalı çok taraflı iş birliği sarsılmış durumda. Bu süreçte Avrupa bütünleşmesini geleneksel olarak desteklemiş olan ABD’nin artık bu destek şöyle dursun, aşırı sağ ve AB karşıtı hareketlerin yanında durduğu görülüyor.
ABD’nin özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında kendi güvenliğini önceleyen ve bunu yaparken diğer birçok devletin güvenliğini tehlikeye atan politikalar izlemesi, Trump ile birlikte “Önce Amerika” yaklaşımının tümüyle benimsenmesi ile ticaretten iklim değişikliğine kadar çok taraflı düzene verilen desteğini geri çekmesi ve Çin ile rekabetin şiddetlenmesi de jeopolitik güç mücadelesinin artacağı çok merkezli bir dünya düzeninin habercisi.
Afrika yeni üretim üssü olur mu?
Çin’in Kuşak ve Yol projesi ile Avrasya alanında etkinliğini giderek artırması ve Doğu Avrupa’nın yanında Batı Avrupa’da da ekonomik gücünü iyiden iyiye hissettirmesi geleceğin ayak sesleri olarak nitelendirilebilir. Koronavirüs krizinin Çin’den çıkması ve Çin’in ilk günlerde bu krizi saklaması AB’de kimi çevreleri öfkelendirmiş olabilir. Ancak ekonomik zorluklara giren AB’de Çin yatırımlarına giderek daha fazla ihtiyaç duyulması Çin’in bölgedeki etkisini artırmasına yol açacaktır.
AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Joseph Borrel’in yazdığı bir makalede AB’nin Çin’e özellikle ara mallardaki aşırı bağımlılığını aşması gerektiğine işaret ederek, Afrika’nın yeni bir üretim üssü olabileceğini söylemesi bu açıdan manidar.
Kalıcı çözümler bulunabilir mi?
Aralık ayında göreve başlayan yeni Avrupa Komisyonu’nun en başta gelen diskurlarından biri jeopolitik bir Komisyon olacağı yönünde idi. Stratejik bir vizyon ortaya koyabilen, üye devletleri yönlendirebilen ve devletler başaramadığında devreye girebilen bir AB için elbette ki mevcut kurumsal mekanizmalarda reforma gitme ihtiyacı bulunuyor. Bu amaçla AB Kurucu Antlaşmalarının revize edilmesi ise üye devletlerin çoğunda referandumları da içeren onay süreçleri ile oldukça çetrefilli bir aşamayı oluşturuyor. Üye devletlerde aşırı sağ ve popülist partilerin olumsuz etkileri değerlendirildiğinde bu aşamada kurucu antlaşmalarda iddialı bir değişikliğe gitmek mümkün olmasa da, AB bütçesini artırarak ve antlaşmaların tanıdığı yetki ve müdahale imkanlarını daha cömertçe kullanarak da önemli bir farklılık yaratabilir.
Günün sonunda, AB’nin geleceği üye devletlerin ortak siyasi iradesine bağlı. AB’nin yapısal sorunlarının ve reform önerilerinin ele alınacağı Avrupa’nın geleceğine ilişkin bir konferansın mayıs ayında toplanması planlanmıştı. Küresel salgın sebebiyle sonbahara ertelenen bu oluşum çerçevesinde AB’nin geleceğine ilişkin kritik konular masaya yatırılacak.
Son olarak Avrupa bütünleşmesinin fikir babası Jean Monnet’nin sözleri ile yazıyı bitirelim: “Avrupa’nın krizlerle inşa edileceğine ve krizlerin çözümlerinin toplamı olacağına her zaman inandım.” Avrupa’nın bu krizden de çözümler üreterek çıkması sadece AB’nin değil, Avrupa’nın da geleceğin dünyasında daha güçlü durması ve küresel rekabet odakları arasında kendi kimliğini koruyabilmesi anlamına gelecek.
Twitter’dan takip edin: @kaliko7466
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.