Son yıllarda uluslararası ilişkiler alanında sıkça rastladığımız bir gerçeklik kayması yaşanıyor: Dış politika, veri ve analize değil, anlatı ve algıya dayalı bir inşa sürecine dönüşüyor. Donald Trump’ın İran politikasındaki söylem biçimi de bu dönüşümün karakteristik bir örneği. Gerçek bilgi kırıntılarıyla süslenmiş, siyasi çıkarlar doğrultusunda kurgulanmış bir anlatı inşa ediliyor ve bu anlatının sorgulanamazlığı, hem medya hem de kamuoyunda kalıcı etkiler bırakıyor.
Trump’ın İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırı sonrası yaptığı abartılı açıklamalar ve ardından gelen istihbarat sızıntılarına verilen tepkiler, bu anlatılaştırma sürecinin ne kadar derinleştiğini gösteriyor. Olayın kendisinden çok, olayın nasıl anlatıldığı, kimin ne söylediği ve hangi pozisyona sahip olduğu ön plana çıkıyor. İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırılar hakkında kamuoyuna sunulan bilgiler, teknik analizlerden çok siyasi kurgulara dayanıyordu. Gerçeklerin siyasi sadakatle yorumlandığı bir ortamda, teknik doğrulara yer kalmıyor. Bu da yalnızca kamuoyunu değil, politika yapıcıları da yanıltarak uzun vadeli stratejik hata riskini artırıyor.
Düşünce kuruluşu Council on Foreign Relations bünyesinde Ortadoğu ve Afrika konularında kıdemli araştırmacı olan Steven A. Cook, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, Trump yönetiminin İran’a yönelik politikalarının nasıl gerçek verilere değil, ideolojik ve siyasi anlatılara dayandığını ele alıyor. Cook, özellikle İran’ın nükleer tesislerine yapılan saldırı sonrasında ortaya çıkan bilgi karmaşasına çekiyor ve Amerikan dış politikasında giderek belirginleşen anlatılaşma eğilimini ve bunun stratejik karar alma süreçlerindeki yıkıcı etkilerini örneklerle ortaya koyuyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Kelimeleri ustalıkla kullanma becerisine sahip bir meslektaşım, İran’ın kritik öneme sahip üç ana nükleer tesisine verilen zarar üzerine yapılan son tartışmayı ‘tam anlamıyla saçmalık’ olarak nitelendirmişti. Gerçekten de durum tam olarak öyleydi. Çünkü bu tartışmaya katılan kişilerin elinde herhangi bir somut bilgi ya da doğrulanmış teknik veri yoktu; sadece Amerikan Başkanı Donald Trump’ın saldırıdan yalnızca birkaç saat sonra yaptığı ‘tamamen yok edildi’ şeklindeki iddialı açıklaması ve CNN’e sızdırılan, bunun tersini ima eden bir Savunma İstihbaratı Teşkilatı’na (DIA) ait değerlendirme dışında başka hiçbir kaynak bulunmuyordu.
Amerika’nın İran politikasında farklı siyasi anlatıların mücadelesi
Fakat bu yüzeysel ve sonuçsuz tartışmalar yalnızca bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyordu. Asıl sorun, dış politika çevrelerinde, yani siyasetçiler, uzmanlar ve gazeteciler arasında giderek yaygınlaşan ve tehlikeli bir hâl alan, sağlam verilere ve gerçekçi analizlere dayanan açıklamalar yerine anlatılar üretmeye odaklanan bir yaklaşımın ön plana çıkmasıydı. Bu anlatı odaklı yaklaşım, insanları neredeyse tamamen kendi dünya görüşlerine ve ideolojik bakış açılarına göre şekillenmiş, birbirinden kopuk ve uyumsuz gerçeklikler içinde yaşamaya itiyor. Bu da Amerikan dış politikası açısından oldukça zararlı ve uzun vadeli sonuçları olan bir etki yaratıyor.
‘Dış politikada iç siyaset yapılmaz’ (politics stops at the water’s edge) ilkesi, 1940’lı yıllarda Senatör Arthur Vandenberg tarafından dile getirilmiş ve zamanla klasik bir ilkeye dönüşmüş ifadedir. Fakat günümüzde bu söz, Vandenberg’in esas olarak vurgulamak istediği anlamı, yani uluslararası meselelerde birlik sağlamak adına açık, yapıcı ve çok boyutlu tartışmalar yapılmasının gerekliliğini çoğu zaman göz ardı eder hâle geldi. Vandenberg bugünkü Washington’ı görse muhtemelen hayal kırıklığı yaşardı. Çünkü ortada ne gerçek bir tartışma var ne de ortak bir anlayış. Bu da Amerika’nın karşı karşıya olduğu sorunlarla örtüşmeyen politikalar izlemesine yol açıyor.
Esfahan, Fordow ve Natanz’daki İran nükleer tesislerine verilen zarar konusundaki bilgi karmaşasının baş sorumlusu elbette Donald Trump’tı. 21 Haziran’da yaptığı ve nükleer tesislerin yok edildiğini söyleyen açıklama tam anlamıyla abartıydı. Trump, bu tarz söylem taktiklerini yıllar önce, siyasi kariyerinin başlarında etkisi altında kaldığı eski danışmanlarından biri olan Roy Cohn’dan öğrenmişti: Ne olursa olsun, kendi işine gelen bir şeyi söyle, bunu tekrar tekrar vurgula ki sonunda insanlar senin kurguladığın gerçekliğe inanmak zorunda kalsınlar. Oysa böyle bir operasyonun hemen ardından İran’daki bu nükleer tesislerin tam olarak ne durumda olduğunu Trump’ın bile o anda bilmesi teknik olarak mümkün değildi. Evet, elindeki bilgilerle bombaların hedefi başarıyla vurduğunu öğrenmiş olabilir; fakat bu saldırıların sonucunda oluşan yapısal tahribatın boyutu, o aşamada henüz belirlenmemişti. Ancak bilgi eksikliği, Donald Trump için hiçbir zaman caydırıcı bir unsur olmadı; aksine, o her zaman bu boşluğu kendi lehine kullanmayı tercih etti.
Amerika’nın İran’ın nükleer tesislerine saldırısı başarılı mı yoksa başarısız mı oldu?
Kısa süre sonra Savunma İstihbaratı Teşkilatı’ndan (DIA) bir bilgi sızıntısı basına yansıdı. Bu sızıntıya göre, Amerika’nın hava saldırıları İran’ın nükleer programını sadece birkaç aylık bir süre için geriye atabilmişti. Bu bilgi basına düşer düşmez, gazeteciler, haber editörleri, dış politika uzmanları ve başkanın siyasi rakipleri hemen bu rapora sarıldı ve adeta mutlak gerçekmiş gibi sahiplendiler. Oysa durum o kadar net değildi. Bu sızan bilgi, yalnızca Savunma İstihbaratı Teşkilatı’na aitti ve istihbarat çevrelerinde ‘düşük güven derecesine sahip’ olarak sınıflandırılan, ilk aşama bir ön değerlendirmeydi. Yani bu görüş, Amerika’daki tüm istihbarat kurumlarının ortak kanaatini temsil etmiyordu.
Üstelik bazı istihbarat raporları, İran’ın zenginleştirilmiş uranyumunun hâlâ erişilemeyecek bir yerde, ağır hasar almış tesislerin derinlerine gömülü olduğunu gösteriyordu. Bu da İran’ın söz konusu nükleer programı tekrar inşa edip toparlamasının, başta öngörülenden çok daha uzun bir zaman alabileceği anlamına geliyordu. Fakat görünüşe bakılırsa, bu teknik ve stratejik ayrıntılar birçok kişi için fazla önemli değildi. Çünkü onların asıl amacı İran’ın nükleer programının gerçek risklerini anlamaya çalışmak değil, bu meseleden siyasi olarak ne tür bir çıkar elde edebileceklerine bakmaktı.
Saldırının ne derece etkili olup olmadığına dair yürütülen tartışmaların ulaştığı nokta, hem oldukça tanıdık hem de bir o kadar düşündürücü nitelikte. Washington’da şu anda iki ayrı, birbiriyle çelişen anlatı dolaşımda: Birincisi; bu saldırılar İran’ın komşularını, özellikle de İsrail’i, nükleer silahlarla tehdit edebilme kapasitesinden yoksun bıraktı, yani operasyon başarılıydı. İkincisi ise; saldırılar istenen sonucu veremedi, İran’ın nükleer silah üretme yönündeki potansiyelini artırdı ve bölgesel ölçekte büyük bir misilleme riskini beraberinde getirdi.
Sosyal medya çağında dış politika, algı yönetimi üstünden yapılır hale geldi
Bu anlatıların her biri tamamen farklı bir dış politika yaklaşımını gündeme getiriyor. Ancak bu iki farklı bakış açısından yalnızca biri etrafında ortak bir duruş oluşturmak, yani bir uzlaşma zemini yakalamak pek kolay görünmüyor. Bu da doğal olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a karşı uzun vadeli, istikrarlı ve tutarlı bir strateji geliştirmesini ciddi şekilde sekteye uğratıyor. Bazı gözlemciler ise, ellerindeki analizleri mantıklı bir sonuca ulaştırmaktan, haklı ya da haksız şekilde çekiniyor gibiler. Belki bunun arkasında mesleki kaygılar, kariyer endişeleri ya da başka kişisel korkular yatıyor olabilir. Örneğin, herhangi bir Trump yanlısı şimdiye kadar çıkıp da şu son derece basit ama önemli soruyu sordu mu: ‘Eğer gerçekten İran’ın nükleer programı tamamen yok edildiyse, o zaman başkan neden hâlâ İran tarafıyla oturup müzakere etme teklifinde bulunuyor? Müzakere edecek ne kaldı ki?’ Cevap net: Tabii ki hayır, böyle bir soru sorulmadı. Herkes hâlâ Trump’ın ortaya koyduğu anlatıya sıkı sıkıya bağlı kalmayı sürdürüyor.
Başkanın siyasi muhalifleri de çıkıp açık açık şunu dile getirmedi: ‘Eğer gerçekten de Pentagon’un son değerlendirmesi doğruysa, bu gerçekleştirilen askeri operasyon İran’ın nükleer programını yaklaşık iki yıl kadar geriye götürdü. Bu sevindirici bir gelişme. Bu sayede elimizde, İran’ın hâlen oluşturduğu ciddi tehdide karşı yeni ve kapsamlı politikalar geliştirmek için fazladan bir zaman dilimi oluşmuş oldu.’ Oysa hem bu tür bir soru hem de bu tarz bir yorum gayet makul, rasyonel ve yerinde olurdu. Hatta, tam da bu noktadan yola çıkarak uzun vadeli ortak bir strateji belirlemek bile gayet mümkün olabilirdi. Ancak ne yazık ki siyaset ve siyasetin giderek daha da çarpık bir biçim alan, şekilci bir uzantısı hâline gelen sosyal medya, performansları böylesine mantıklı ve yapıcı bir süreci gereksiz biçimde daha da zor ve karmaşık hale getiriyor.
Amerikan dış politikasının gerçeklikten kopuşu
Washington’daki ulusal güvenlik ve dış politika tartışmalarının geldiği nokta gerçekten endişe verici. Evet, siyaset her zaman vardı ve hep olacak. Fakat geçmişteki siyasal atmosferde her şey bugünkü gibi sadece anlatılar üzerinden yürütülmezdi. Örneğin, Avrupa kıtasına nükleer başlıklarla donatılmış orta menzilli füzelerin konuşlandırılması ya da NATO’nun yeni üye ülkelerle genişletilmesi gibi büyük ölçekli konular, zaman zaman hararetli geçen ama aynı zamanda ciddi, detaylı ve derinlikli tartışmalara zemin oluşturuyordu. Günümüzde ise insanlar çoğunlukla kendi zihinsel gerçeklik algılarını pekiştirmekle meşgul olduğu için, bu tarz tartışmaların yaşanması neredeyse imkânsız gibi görünüyor.
Peki anlatılan hikâye, somut gerçeklerle çeliştiğinde ne oluyor? Hiçbir şey olmuyor. Donald Trump hâlâ ısrarla, İran’ın nükleer programının tamamen yok edildiğini iddia etmeye devam ediyor ve bu gerçeği yansıtmayan söylemi ona bugüne kadar herhangi bir siyasi bedel zarar getirmedi. Aynı şekilde, İsrail ile Amerika Birleşik Devletleri’nin ortaklaşa yürüttüğü operasyonların, Çin’e avantaj sağlayacak ve büyük bir bölgesel savaşın fitilini ateşleyecek sonuçlar doğuracağından emin olan bazı analizciler ile siyasetçiler de, zamanında ortaya koydukları iddiaları hiç sorgulama ihtiyacı hissetmeden yollarına aynen devam ediyorlar. Beni uzun süredir takip edenler, iyi bir dış politikanın sağlam varsayımlar üzerine kurulması gerektiğini defalarca vurguladığımı biliyordur. Ama Washington’da analizler bu kadar hikâyeleştirilmişken, böyle varsayımlar oluşturmak gerçekten çok zor. Geriye sadece birbiriyle çelişen alternatif gerçeklikler kalıyor, ki bu da aslında hiçbir gerçekliğin olmaması anlamına geliyor.”
Bu yazı ilk kez 18 Temmuz 2025’te yayımlanmıştır.
