Libya, 2019 yazınından bugüne geçen yaklaşık bir yıllık süreçte Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’daki gelişmelerin geleceğine etki eden ana konu başlığına döndü. Bunda kuşkusuz Türkiye’nin 2019 sonundan itibaren Libya’yı Doğu Akdeniz’in geneline bağlayan ve Libya’nın iç meselelerine müdahil olan yaklaşım ve politikalarının belirleyici bir etkisi var.
Libya, muhalif askeri güç olarak öne çıkan General Halife Hafter’in ülkenin tamamında hâkimiyeti elde etmek amacıyla Nisan 2019’da başkent Trablus’a yönelik geniş kapsamlı bir saldırı başlatmasıyla yeniden bir iç savaşa sürüklenmişti. Bu mücadelede denge, Türkiye’nin Kasım 2019’da Trablus hükümetiyle deniz sınırlarını belirleyen ve askeri iş birliği öngören iki anlaşma imzalamasıyla değişti. Başkent Trablus’un TSK’nin teknik, askeri desteği ve Suriyeli milislerin müdahalesi neticesinde 4 Haziran’da General Halife Hafter’e bağlı birliklerden tamamen temizlendiği duyuruldu. Böylece Libya’da süreç Türkiye’nin beklentileriyle uyumlu bir hale geldi. Bu sürecin devam etmesi ve kalıcı sonuçlar doğurarak Libya’nın tamamını kapsayan bir normalleşmeyi beraberinde getirip getirmeyeceği ise zamana, sahadaki askeri gelişmelere ve tarafların diplomatik becerilerine bağlı.
İlk diplomatik adımlar
Sonuçta Türkiye’nin içeride ve dışarıda zaman zaman yükselen muhalif seslere rağmen Libya’da askeri gücünü de kullanarak çok önemli bir taktik ve stratejik alan açtığı görülüyor. Doğu Akdeniz’in doğu ve batı sınırlarının en azından şimdilik Türkiye’nin beklenti ve çıkarlarıyla uyumlu bir biçimde, henüz kırılgan bir halde olsa da, fiili olarak çizildiği iddia edilebilir. Ankara’nın, bu askeri inisiyatifi geliştirmek, siyasi, hukuki, ekonomik ve ticari kazanımlarla destekleyerek pekiştirmek için bir takım somut adımlar atmaya çalıştığı görülüyor.
Bunun başlangıç noktası ise bizatihi Libya’nın kendisi. İlk olarak, BM’nin resmen muhatap kabul ettiği ve Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Başbakanı Fayiz es-Serrac Ankara’yı ziyaret ettiği gün dünyaya zaferini de ilan etti. Ziyaret sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye ile Libya arasında Doğu Akdeniz’deki doğal zenginliklerinden faydalanmak üzere arama ve sondaj dâhil olmak üzere yeni iş birliği alanlarının geliştirilmesinin kararlaştırıldığını açıkladı. Takiben 17 Haziran’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, MİT Başkanı Hakan Fidan ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’dan oluşan üst düzey bir heyet Libya’yı ziyaret etti. Kapsamlı görüşmeler gerçekleştirdi. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Adnan Özbal’ın 30 Haziran’daki ziyaretini, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın, Genelkurmay Başkanı ile birlikte 4 Temmuz’da Libya temasları izledi. Akar, Libya’da “uluslararası hukuk, adalet neyi gerektiriyorsa bu manada buradayız ve sonuna kadar da burada olmaya devam edeceğiz. Libyalı kardeşlerimizle beraberiz,” mesajını verdi.
Rakiplerin sinir uçlarına dokunan hamleler
Bu adımların başta Rusya ve Mısır’ın Libya’da Türkiye ve onun desteklediği Serrac hükümetinin kazanımlarına karşı askeri hareketlenme sinyalleri verdiği, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un da Türkiye’yi Libya’da “tehlikeli bir oyun” oynamakla suçladığı bir döneme denk geldiği görülüyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin attığı adımların Doğu Akdeniz dengelerinde etkili olmaya çalışan aktörlerin tamamının sinir uçlarına dokunduğu iddia edilebilir.
Bu dokunmanın Türkiye’nin beklentileri ve çıkarlarıyla uyumlu, Libya’dan başlayarak daha geniş katılımlı bir iş birliğine zemin yaratan ve hareket alanını genişleten bir vizyonla geliştirilmesi zorunluluğu bulunuyor.
Türkiye’nin Libya diplomasisinin ayakları
Türkiye’den verilen mesajlarda sürekli olarak Türkiye’nin yaklaşımının Libya’nın BM himayesinde ve Libyalıların öncülüğünde yürütülecek siyasi süreçle tesis edilecek bir çözümle istikrara kavuşacağı vurgulanıyor. Burada öne çıkartılan, BM Güvenlik Konseyi kararıyla Libya’nın meşru hükümeti ve kurumlarına verilen destek. Bunun meşru ve hakkaniyet temelli kalıcı bir çözüm üreteceği belirtiliyor. Bu bağlamda Türkiye’nin Doğu Akdeniz odaklı olarak önümüzdeki dönemde yürütmesi gereken diplomasinin üzerinde duracağı ayakların başında Avrupalı aktörler ve NATO müttefikleri yer alıyor.
Son dönemde Fransa ve İtalya dışındaki Avrupalı aktörlerin konuya olan mesafelerinin Türkiye’nin diplomatik alanını genişlettiği ileri sürülebilir. Avrupalı aktörlerin kendi alanlarını önceleyen güvenlik algıları ve ABD’nin belirsiz politikaları Brüksel merkezli tek tip bir AB dış ve güvenlik politikasının ortaya çıkmamasına neden oluyor.
İtalya’nın göç ve enerji odaklı ama belirsiz pozisyonu Fransa’yı Akdeniz’de AB’nin öne çıkan aktörü olarak belirginleştirdi. Fakat Macron’un, Fransa’nın BMGK’daki resmi söylemine aykırı bir biçimde Rusya, Suudi Arabistan, BAE destekli Hafter yanlısı tutumunun Rusya tehdidi ile yatıp kalkan AB’nin diğer üyeleri arasında bir memnuniyetsizlik yarattığı görülüyor.
Yunanistan’ın çabaları
Neredeyse 10 yıldır Türkiye karşıtı bir cephe oluşturmaya çalışan ve bu bağlamda arkasına AB’yi almaya çalışan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) de son dönemde Türkiye’nin Libya merkezli başarıları sonrasında tek tip bir AB politikası oluşması ve destek elde edilmesi umudunu kaybettiği ileri sürülebilir.
Tek taraflı olarak Fransa’nın desteği, hele ki Macron’un kendi beklenti ve çıkarları doğrultusunda yönlendirme yaptığına yönelik inançla birleştiğinde Yunanistan ve GKRY ikilisi için yeterli değil. Macron’un Türkiye karşıtlığının Libya’dakine benzer yıkıcı bir Doğu Akdeniz sonucu yaratması, Atina açısından korku sebebi.
Türkiye’nin diplomasi yol haritası
Bu bağlamda Türkiye’nin muhtemel diplomasisinin ilk ayağında, AB’nin parçalanmışlığından da faydalanarak, genel olarak göç ve enerji odaklı AB önceliklerine dokunan söylemlerle Avrupa sahasında diplomatik hareketlilik yaratmak uygun olacaktır. Buna NATO müttefikleri de eklenebilir.
Nitekim, Türk ve Fransız savaş gemileri arasında 10 Haziran’da Libya açıklarında yaşanan gerginlikte NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in talimatıyla yapılan teknik inceleme sonucunda olayın nasıl geliştiğini irdeleyen 130 sayfalık bir raporda, Türk savaş gemilerinin Fransız savaş gemisini üzerine radarını kilitleyerek tacizde bulunduğuna dair Fransız iddialarını destekleyen bir ifadenin yer almaması buna olumlu bir örnek teşkil ediyor.
Neticede Fransa’nın, NATO’ya bir mektup göndererek Akdeniz’de devam eden Sea Guardian misyonundan geçici olarak çekildiğini kaydetmesi, diplomasinin nasıl yürütüleceğine dair olumlu bir işaret olarak kabul edilebilir. Sürekli şikayet eden, şımarık çocuk olmak somut çıkarlar söz konusu olduğunda sonuç yaratmıyor.
Türkiye – İsrail: Doğu Akdeniz’de pandemi etkisi
Diplomasinin ikinci ayağını, Doğu Akdeniz’in doğusundaki gelişmeler karşısında atılması gereken adımlar teşkil ediyor.
Pandemi döneminde piyasanın gaz ve petrole doymuş olduğu, enerji piyasalarında düşük seyreden fiyatlar ve daralan piyasaların yarattığı ekonomik ve finansal zorluklar Türkiye açısından ironik bir biçimde diplomatik fırsat alanı olarak belirginleşiyor.
Ne Mısır ne de İsrail Avrupa enerji pazarına rekabetçi fiyatlarla ulaşabilir durumda değiller. Bırakın boru hattı inşa etmeyi Mısır odaklı LNG tesislerinin kısa vadeli geleceği dahi tehlike altında. Bu durum doğal olarak Türkiye pazarının önemini ve gerçekçiliğini yeniden gündeme getirmiş vaziyette. Bu nedenle henüz bir söylenti seviyesinde olsa da İsrail muhtemel iş birliğinin öncelikli potansiyel ortağı olarak öne çıkıyor.
Suriye’de sona doğru gidildiği ve Cenevre sürecine geçileceği varsayımı Suriye’nin geleceği üzerinde İsrail ile görüşmelerde bir ayak teşkil edebilir. İki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ortaklıklar da olumlu bir katalizör olarak kabul edilmeli. Buradaki en büyük sınırlılık ise hâlâ Filistin meselesi olarak görülüyor.
Türkiye – Mısır: Ortaklaşan çıkar ve ilgi alanları
Başka bir ayak ise yine de her şeye rağmen Mısır olarak belirginleşiyor. Mısır ile Türkiye’nin çıkarları ve ilgi alanları artık Suriye, Doğu Akdeniz ve Libya hattında tamamen ortaklaştı.
Tarafların karşıt kamplarda yer alıyor olmaları her ikisine de henüz ağır zararlar vermese de istediklerini elde etme yolunda önemli engel olarak belirginleşmeye başladı. İkilinin ‘ya hep ya hiç’ söyleminden çıkmaları ve realpolitik gerçekler etrafında adım adım iş birliğinin ortak alanlarına odaklanmaları gerekiyor.
Atılacak ilk yapıcı adım, gerisinin çorap söküğü gibi gelme potansiyelini taşıyor.
Doğu Akdeniz’in doğusunda geri kalan Yunanistan, GKRY ve Suriye ise şimdilik en zorlu diplomatik alanı oluşturuyor. Ama diğer ayaklarda atılacak olumlu adımlar ve potansiyel iş birliklerinin bu ülkeler üzerinde de motive edici sonuçlar doğuracağını söylemek kehanet olmayacaktır.
ABD: Türkiye’ye örtülü destek mi?
Bu dengede Türkiye’nin diplomatik hareketliliğine etki edecek en büyük iki faktör ise kuşkusuz Rusya ve ABD.
Türkiye’nin Trump odaklı ABD politikaları şimdiye kadar dalgalı ve istikrarsız bir ikili ilişkinin seyrine neden oldu. ABD’nin belirsiz Libya ve Suriye politikasının son dönemde Türkiye’ye nispeten bir serbestiyet verdiği görülüyor. Özellikle Libya’da ABD’nin Türk operasyonlarına üstü örtülü bir destek verdiği iddia edilebilir.
Denizdeki hareketlilik, hava hâkimiyeti, Amerikan menşeli silah ve mühimmat kullanımına ses çıkartılmaması gibi faktörler bu desteğin işaretleri gibi okunabilir. Bunun sınırlarının nerede çizildiğini belirlemek ise henüz mümkün değil.
Rusya: Sürpriz bir iş birliği olabilir mi?
Rusya ile iş birliği ise hâlâ önemli. Libya’da karşıt tarafları destekleyen Rusya ve Türkiye’nin, aynı Suriye’de olduğu gibi beklenilmeyen bir iş birliği zemini yakalayarak mevcut iş birliklerini Doğu Akdeniz’in geneline yaymaları ihtimali de her zaman için dikkate alınması gereken bir olasılık.
Birçok konuda zaman zaman temelden farklılaşan çıkarlara sahip olmalarına rağmen, süreç odaklı olarak seyreden Ankara-Moskova ilişkilerin önümüzdeki dönemde sonuç odaklı ve vizyoner bir birlikteliğe doğru evrilmesini mümkün kılacak şartlar oluşabilir mi, sorusu da akıllara geliyor.
Her halükarda Libya’da yaşananlar ve Suriye’deki durum Türk-Rus ilişkilerinin önümüzdeki dönemde hassas ve kırılgan bir seyir izleyeceğine ve Avrupa-Atlantik dünyasını da istemeseler de içine çekeceğine işaret ediyor.
En büyük engel
Bu süreçte Türkiye’nin önündeki en büyük engellerin başında ise iç gelişmeler yer alıyor. Dış politikanın geniş alanda yapılan bir faaliyet olmaktan çıkmış olmasının sağladığı pratik kazanımlar, uzun vadeli ve kalıcı genel kabul görür söylemlerin gelişememesi nedeniyle bir sorun olarak görülebilir. Dış politika yapımının diplomat ve siyasetçilerden ziyade güvenlik bürokrasisinin kontrolünde yürütülüyor olması da hassas ve kırılgan zeminin ana sebebi.
Tüm bu şartlar altında Doğu Akdeniz’i Libya’dan Suriye’ye çoklu aktörlerin rol aldığı hareketli günlerin beklediğini söyleyebiliriz. Tarafların siyasi beklentilerindeki farklılıklar, kimin ne kadar ve ne şekilde kaynak ayıracağın a bağlı olarak sahadaki gelişmeleri belirleyecek. Ama yine de askeri hareketliliğin gölgesi altında diplomatik alana geçilmesinin zamanı gelmiş gibi görünüyor.
Twitter’dan takip edin: @MCelikpala
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Temmuz 2020’de yayımlanmıştır.