Kaygılı AB, faydacı ABD: Münih Güvenlik Konferansı neden önemliydi?

Münih Güvenlik Konferansı neden önemli? Bu yılki konferans neden farklıydı, verilen mesajlar dünyanın geleceğine ilişkin ne söylüyor? ABD’nin yeni yönetiminin söyledikleri Avrupalıları neden endişelendirdi? Prof. Dr. Tarık Oğuzlu yazdı.

Münih Güvenlik Konferansı (MGK), uzun süredir küresel liderlerin güvenlik sorunlarını tartıştığı ve özellikle transatlantik ilişkiler üzerinde durduğu önemli bir platform olarak hizmet veriyor.

1963’teki kuruluşundan bu yana, konferans Avrupa ve Amerikalı politika yapıcıları bir araya getirerek transatlantik elitler arasında kritik tartışmalara ev sahipliği yapıyor ve stratejik konuların tartışılıp önemli jeopolitik sorunlara cevapların bulunmasına hizmet ediyor. Devlet başkanları, askerî yetkililer, politika yapıcıları ve uzmanlar, konferansta kritik güvenlik meselelerini ele alarak ABD ile Avrupa arasındaki stratejik ortaklığı pekiştirmeye çalışıyor.

Münih Güvenlik Konferansı’nın temel işlevlerinden biri, Avrupa ve Amerika’nın güvenlik politikalarının uyumlu hale getirilmesini sağlamak. Transatlantik ittifakın paylaştığı demokratik değerler ve stratejik çıkarlar göz önünde bulundurulduğunda, konferans sık sık kolektif savunma taahhütlerinin yeniden teyit edilmesine hizmet ediyor. Başka bir şekilde ifade edecek olursak konferansın belki de en önemli amacı, transatlantik ortaklar arasındaki nikahı her sene tazelemek ve bunun bir Katolik evliliği olduğunu dünya âlem herkese göstermek.

ABD Başkanı seçilmesinden hemen sonra Joe Biden’ın 2021 yılındaki konferansta yaptığı konuşmada Amerika’nın geri geldiğini söylemesi ve geçen seneki konferansta Biden’ın yardımcısı Kamala Harris’in Amerika’nın her daim Avrupalıların yanında olacağını vurgulaması bu bağlamda hep olumlu hatırlanacak.

Son yıllarda katılıcımlar arasında transatlantik dünyanın dışından kişilerin yer alması bu önemli platformun gelişen küresel karakterini de gözler önüne seriyor. 2007 yılındaki konferansta Rusya Devlet Başkanı Putin’in yaptığı konuşma hâlâ hatırlanıyor. Batının kibrini, üstenci bakışını ve küresel hegemonya arayışını eleştirdiği konuşmasında Putin sanki bugün yaşadıklarımızı ta o zamanlardan haber veriyordu.

Bu seneki konferansta da Çin ve Hindistan Dışişleri bakanlarının yaptıkları konuşmalar Avrupalılara, onları neredeyse küçümseyen, savunma harcamalarını artırmalarını isteyen, ortak değerlerden çok kendi kısa dönemli çıkarlarını gözeten Trump Amerikası karşısında adeta yalnız olmadıklarını hatırlattı. Transatlantik ittifakın kalbinde dünyanın çok-kutuplulaştığını ve bunun kaçılmaz olduğunu iddia etmek Çin ve Hindistan için ne büyük bir ayrıcalık olsa gerek.

ABD’li üst düzey isimlerin verdikleri mesajlar

En son düzenlenen konferans kendisinden umulan geleneksel faydaları ortaya çıkaracak mı şüpheli.

Başkan Donald Trump liderliğindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin, önceki yönetimlere kıyasla dış politikada önemli ölçüde farklı bir yaklaşım benimsemesi, konferansın bağlamını etkileyen en belirgin faktörlerden biriydi. Bu fark, konferansta üst düzey Amerikan yetkilileri tarafından verilen mesajlarda, özellikle Başkan yardımcısı J. D. Vance’ın verdiği mesajlarda iyice açığa çıktı. Bu mesajlar, Başkan Trump’ın Ukrayna’daki savaş ve Gazze’deki çatışmaya ilişkin tutumlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, transatlantik ilişkiler, Avrupa güvenliği ve Orta Doğu istikrarı açısından derin sonuçlara gebe. Ayrıca transatlantik ilişkilerdeki çatlağın büyüme riskini de gözler önüne seren nitelikte.

Bu mesajlardan biri, Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in, Avrupa liderliğini sert bir şekilde eleştirerek, Avrupa Birliği’ni ifade özgürlüğü ve demokratik ilkeleri zayıflatmakla suçlamasıydı. Avrupa’ya yönelen tehditlerin kıta dışından çok kıtanın içinden kaynaklandığını söyleyen Vance, Avrupalı merkez-sol ve merkez-sağ elitleri kendileri gibi düşünmeyen Avrupalıların seslerini duymamakla eleştirdi. Trump’ı Amerika’da iktidara getiren toplumsal iradenin Avrupalıların yanında olması için benzer görüşlerin Avrupa’da da özgürce tartışılması ve iktidar yolculuklarında önlerinin kesilmemesi gerektiğinin altını çizen Vance, Avrupa’nın yerleşik güç merkezlerinde adeta soğuk duş etkisi yarattı.

Bu açıklamalar, Trump yönetiminin Avrupa kurumlarına karşı genel şüpheci tutumunu yansıtıyor ve ABD’nin Avrupa entegrasyonuna yönelik geleneksel desteğinden uzaklaştığını gösteriyor. Almanya Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve ana muhalefet partisi liderinin yaptıkları konuşmalarda yeni Amerikan yönetimini Avrupa’nın iç işlerine karışmakla ve adeta Rusya’nın ekmeğine yağ sürmekle itham etmeleri de unutulmayacak.

Benzer şekilde, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ukrayna meselesine ilişkin ABD’nin tutumunu vurguladı ve Washington’un Ukrayna’yı desteklemeye devam edeceğini, ancak Rusya ile müzakerelerin Amerika’nın stratejik çıkarlarını gözeterek yürütülmesi gerektiğini belirtti. Rubio’nun, Ukrayna’nın Rusya ile müzakere masasında yer alacağını garanti eden açıklamaları Avrupalı müttefikleri rahatlatmayı amaçlamış olsa da Avrupa liderlerinin bu kritik görüşmelerin dışında bırakılabileceği yönündeki endişeleri azaltmadı. Olası bir barışın – ya da uzun süreli bir ateşkesin – finansal ve askerî maliyetlerinin Avrupalılarca karşılanması gerektiğini söyleyen Trump ve ekibindeki önemli kişiler bu süreçte Avrupalı müttefiklerinin görüş ve hassasiyetlerini yeterince dikkate alıyorlar mı, açıkçası şüpheli.

Avrupa’nın Ukrayna’ya yaptığı askerî, ekonomik ve diğer insani yardımların toplam değeri Amerika’nın yardımlarından fazla.  Rusya’nın jeopolitik ve emperyal arzularının Ukrayna’da başarısızlığa uğradığının garanti altına alınması da Amerika’dan çok Rusya’nın komşuları olan Avrupalı ulusları daha fazla ilgilendiriyor. Ukrayna’ya sunulacak güvenlik garantilerinin niteliği, Ukrayna’nın stratejik tarafsızlığının mahiyeti ve Ukrayna’nın NATO ve AB gibi Avrupalı kurumlara üyeliğinin akıbeti sadece Amerikan ve Rus heyetlerinin tartışıp çözüm bulabilecekleri konular değiller. Avrupa’nın endişesi Başkan Trump’la birlikte, Amerika’nın Avrupalıları bu sürecin dışında tutmaya çalıştığı. Konferans öncesinde Trump’ın Putin’le yaptığı telefon konuşmasında Putin ve ülkesine düzdüğü övgülerle Amerikan Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Brüksel’deki bir toplantıda meslektaşlarına hitap ederken dile getirdiği Ukrayna’nın NATO üyeliğinin söz konusu olamayacağı ve Ukrayna’nın 2014 öncesindeki duruma dönemeyeceği yönündeki görüşler Avrupalıların endişelerini zaten arttırmıştı.

Bu durum, ABD’nin diplomasiye daha tek-taraflı yaklaşma eğiliminde olduğunu ve bunun da transatlantik ittifakın çimentosunu oluşturan ortak güven duygusunu zayıflatabileceğini gösteriyor.

Etoburlar yükselişteyken otobur Avrupa

Uluslararası siyasette tek taraflılığı merkeze alan, hedeflerine ulaşmak adına zorlayıcı güç unsurlarını/sert güç kullanmayı tercih eden, dünyaya nüfus bölgeleri penceresinden bakan, diğer devletlerle olan ilişkisine hiyerarşik ve buyurgan yaklaşan, dünyada orman kanunlarının geçerli olduğuna ve bunun değişmesinin mümkün olmadığına inanan ülkelere etobur ülkeler deniliyor.

Buna karşın, çok-taraflılığı, uluslararası kurumları ve uluslararası hukuku merkeze alan, kaba/zorlayıcı güç siyaseti yerine uluslararası hukuk, ortak değer ve ortak çıkar vurgusu yapan, orman kanunlarının geçerli olduğu yapıdan hayvanat bahçesi kanunlarının geçerli olduğu yapıya geçişin mümkün olduğuna inanan ve buna yönelik dış politika takip eden ülkelere ise otobur deniliyor.

Günümüzde etoburlarla, otoburlar arasındaki fark giderek keskinleşiyor.

Çin ve Rusya gibi aktörlerin uluslararası siyasette her geçen gün daha fazla ortaya çıkan etoburlaşma dinamiklerine hizmet eden politikaları Başkan Trump’ın dış politika ve küresel vizyonuyla birleştiğinde otoburlaşmayı bütünleşme sürecini merkezine koymuş olan Avrupa Birliği’ni derinden sarsıyor.

Etoburların dünyasında otobur olarak nasıl ayakta kalabileceğini kara kara düşünen Avrupa Birliği aslında kendisinin de etoburlaşması gerektiğini biliyor ama bunu otobur kimliğinden feragat ederek değil onu koruyabilmek için yapmak istiyor.

Amerika’nın “işlemsel/faydacı/al-verci/perakendeci” bir bakış açısıyla şekillenen uluslararası ittifak anlayışı, Avrupa başkentlerinde ciddi endişe yaratıyor. Vance ve diğer üst düzey Amerikalı liderlerin yaptıkları açıklamalar Avrupalıları rahatlatmak şöyle dursun daha da strese sokuyor. Başkan Trump’ın, Rusya ile diplomatik angajmana öncelik veren ve ABD’nin taahhütlerini yeniden değerlendiren yaklaşımı, Batı’nın savaş karşısındaki tutumunu adeta belirsiz kılıyor. Uzun sürebilecek bir yıpratma savaşını çoktan göze almış Putin daha ne istesin?

Trump yönetiminin Ukrayna’nın nadir toprak elementleri ve diğer stratejik kaynaklarını ABD’den askerî destek almaya devam etmenin bir karşılığı olarak sunmasını önermesi, Amerika’nın yeni dış politika vizyonunun ortak değer vurgusundan ne kadar uzak ve faydacı yaklaşıma ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, bu yaklaşımı eleştirerek, bunun Ukrayna’nın uzun vadeli istikrarını sağlamak için gerekli güvenlik garantilerini içermediğini savunuyor. Ayrıca, Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Ukrayna’nın NATO’ya katılmayacağını ve ABD’nin herhangi bir barış anlaşmasını uygulamayacağını açıklaması, Avrupa liderleri arasında Rusya’nın saldırganlığını cesaretlendirebileceği yönündeki kaygıları arttırıyor.

Avrupa ordusu gerekecek mi?

Bu politika değişikliğinin etkileri sadece Ukrayna ile sınırlı kalmayabilir. Eğer ABD, olası bir barış anlaşmasının uygulanmasından çekilirse, Avrupa ülkeleri bölgesel güvenlik için daha büyük bir sorumluluk üstlenmek zorunda kalacaklar. Bu doğrultuda, Avrupa’nın savunma alanında daha bağımsız bir yapı oluşturma çağrıları güçlenecek.

Zelenski’nin kıtanın güvenliğini sağlamak için bir Avrupa ordusunun oluşturulması fikrini gündeme getirmeye devam etmesi hiç de boşuna değil. Rusya karşısında savaş tecrübesi ve yorgunluğuna sahip Ukrayna’nın Avrupa’nın askerî kapasitesinin geliştirilmesine hizmet etmeye gönüllü olması aslında ne kadar ironik bir durum.

Uzun yıllardır AB ailesinden dışlanan Türkiye’nin de bu yeni gelişen konjonktürde benzer bir bakış açısıyla yeniden hatırlanacak olması beni hiç şaşırtmaz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Tarık Oğuzlu
Tarık Oğuzlu
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu - İstanbul Aydın Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Doçentlik derecesini 2008’de, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003’te, ilk yüksek lisans derecesini 1998’de Bilkent Üniversitesi’nde, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000’de London School of Economics’den aldı. Çalışma alanları arasında Uluslararası İlişkiler teorileri, dış politikanın Avrupalılaşması, transatlantik ilişkiler ve NATO, Avrupa Birliği dış, güvenlik ve savunma politikaları, Ortadoğu, Türk-Yunan ilişkiler, Kıbrıs sorunu ve genel olarak Türk dış politikası yer alıyor. Akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs, European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of International Affairs, Mediterranean Politics, Journal of Balkans and Near East Studies, Insight Turkey ve Uluslararası İlişkiler gibi hakemli ve bilimsel indekslerde yer alan dergilerde yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kaygılı AB, faydacı ABD: Münih Güvenlik Konferansı neden önemliydi?

Münih Güvenlik Konferansı neden önemli? Bu yılki konferans neden farklıydı, verilen mesajlar dünyanın geleceğine ilişkin ne söylüyor? ABD’nin yeni yönetiminin söyledikleri Avrupalıları neden endişelendirdi? Prof. Dr. Tarık Oğuzlu yazdı.

Münih Güvenlik Konferansı (MGK), uzun süredir küresel liderlerin güvenlik sorunlarını tartıştığı ve özellikle transatlantik ilişkiler üzerinde durduğu önemli bir platform olarak hizmet veriyor.

1963’teki kuruluşundan bu yana, konferans Avrupa ve Amerikalı politika yapıcıları bir araya getirerek transatlantik elitler arasında kritik tartışmalara ev sahipliği yapıyor ve stratejik konuların tartışılıp önemli jeopolitik sorunlara cevapların bulunmasına hizmet ediyor. Devlet başkanları, askerî yetkililer, politika yapıcıları ve uzmanlar, konferansta kritik güvenlik meselelerini ele alarak ABD ile Avrupa arasındaki stratejik ortaklığı pekiştirmeye çalışıyor.

Münih Güvenlik Konferansı’nın temel işlevlerinden biri, Avrupa ve Amerika’nın güvenlik politikalarının uyumlu hale getirilmesini sağlamak. Transatlantik ittifakın paylaştığı demokratik değerler ve stratejik çıkarlar göz önünde bulundurulduğunda, konferans sık sık kolektif savunma taahhütlerinin yeniden teyit edilmesine hizmet ediyor. Başka bir şekilde ifade edecek olursak konferansın belki de en önemli amacı, transatlantik ortaklar arasındaki nikahı her sene tazelemek ve bunun bir Katolik evliliği olduğunu dünya âlem herkese göstermek.

ABD Başkanı seçilmesinden hemen sonra Joe Biden’ın 2021 yılındaki konferansta yaptığı konuşmada Amerika’nın geri geldiğini söylemesi ve geçen seneki konferansta Biden’ın yardımcısı Kamala Harris’in Amerika’nın her daim Avrupalıların yanında olacağını vurgulaması bu bağlamda hep olumlu hatırlanacak.

Son yıllarda katılıcımlar arasında transatlantik dünyanın dışından kişilerin yer alması bu önemli platformun gelişen küresel karakterini de gözler önüne seriyor. 2007 yılındaki konferansta Rusya Devlet Başkanı Putin’in yaptığı konuşma hâlâ hatırlanıyor. Batının kibrini, üstenci bakışını ve küresel hegemonya arayışını eleştirdiği konuşmasında Putin sanki bugün yaşadıklarımızı ta o zamanlardan haber veriyordu.

Bu seneki konferansta da Çin ve Hindistan Dışişleri bakanlarının yaptıkları konuşmalar Avrupalılara, onları neredeyse küçümseyen, savunma harcamalarını artırmalarını isteyen, ortak değerlerden çok kendi kısa dönemli çıkarlarını gözeten Trump Amerikası karşısında adeta yalnız olmadıklarını hatırlattı. Transatlantik ittifakın kalbinde dünyanın çok-kutuplulaştığını ve bunun kaçılmaz olduğunu iddia etmek Çin ve Hindistan için ne büyük bir ayrıcalık olsa gerek.

ABD’li üst düzey isimlerin verdikleri mesajlar

En son düzenlenen konferans kendisinden umulan geleneksel faydaları ortaya çıkaracak mı şüpheli.

Başkan Donald Trump liderliğindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin, önceki yönetimlere kıyasla dış politikada önemli ölçüde farklı bir yaklaşım benimsemesi, konferansın bağlamını etkileyen en belirgin faktörlerden biriydi. Bu fark, konferansta üst düzey Amerikan yetkilileri tarafından verilen mesajlarda, özellikle Başkan yardımcısı J. D. Vance’ın verdiği mesajlarda iyice açığa çıktı. Bu mesajlar, Başkan Trump’ın Ukrayna’daki savaş ve Gazze’deki çatışmaya ilişkin tutumlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, transatlantik ilişkiler, Avrupa güvenliği ve Orta Doğu istikrarı açısından derin sonuçlara gebe. Ayrıca transatlantik ilişkilerdeki çatlağın büyüme riskini de gözler önüne seren nitelikte.

Bu mesajlardan biri, Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in, Avrupa liderliğini sert bir şekilde eleştirerek, Avrupa Birliği’ni ifade özgürlüğü ve demokratik ilkeleri zayıflatmakla suçlamasıydı. Avrupa’ya yönelen tehditlerin kıta dışından çok kıtanın içinden kaynaklandığını söyleyen Vance, Avrupalı merkez-sol ve merkez-sağ elitleri kendileri gibi düşünmeyen Avrupalıların seslerini duymamakla eleştirdi. Trump’ı Amerika’da iktidara getiren toplumsal iradenin Avrupalıların yanında olması için benzer görüşlerin Avrupa’da da özgürce tartışılması ve iktidar yolculuklarında önlerinin kesilmemesi gerektiğinin altını çizen Vance, Avrupa’nın yerleşik güç merkezlerinde adeta soğuk duş etkisi yarattı.

Bu açıklamalar, Trump yönetiminin Avrupa kurumlarına karşı genel şüpheci tutumunu yansıtıyor ve ABD’nin Avrupa entegrasyonuna yönelik geleneksel desteğinden uzaklaştığını gösteriyor. Almanya Başbakanı, Dışişleri Bakanı ve ana muhalefet partisi liderinin yaptıkları konuşmalarda yeni Amerikan yönetimini Avrupa’nın iç işlerine karışmakla ve adeta Rusya’nın ekmeğine yağ sürmekle itham etmeleri de unutulmayacak.

Benzer şekilde, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Ukrayna meselesine ilişkin ABD’nin tutumunu vurguladı ve Washington’un Ukrayna’yı desteklemeye devam edeceğini, ancak Rusya ile müzakerelerin Amerika’nın stratejik çıkarlarını gözeterek yürütülmesi gerektiğini belirtti. Rubio’nun, Ukrayna’nın Rusya ile müzakere masasında yer alacağını garanti eden açıklamaları Avrupalı müttefikleri rahatlatmayı amaçlamış olsa da Avrupa liderlerinin bu kritik görüşmelerin dışında bırakılabileceği yönündeki endişeleri azaltmadı. Olası bir barışın – ya da uzun süreli bir ateşkesin – finansal ve askerî maliyetlerinin Avrupalılarca karşılanması gerektiğini söyleyen Trump ve ekibindeki önemli kişiler bu süreçte Avrupalı müttefiklerinin görüş ve hassasiyetlerini yeterince dikkate alıyorlar mı, açıkçası şüpheli.

Avrupa’nın Ukrayna’ya yaptığı askerî, ekonomik ve diğer insani yardımların toplam değeri Amerika’nın yardımlarından fazla.  Rusya’nın jeopolitik ve emperyal arzularının Ukrayna’da başarısızlığa uğradığının garanti altına alınması da Amerika’dan çok Rusya’nın komşuları olan Avrupalı ulusları daha fazla ilgilendiriyor. Ukrayna’ya sunulacak güvenlik garantilerinin niteliği, Ukrayna’nın stratejik tarafsızlığının mahiyeti ve Ukrayna’nın NATO ve AB gibi Avrupalı kurumlara üyeliğinin akıbeti sadece Amerikan ve Rus heyetlerinin tartışıp çözüm bulabilecekleri konular değiller. Avrupa’nın endişesi Başkan Trump’la birlikte, Amerika’nın Avrupalıları bu sürecin dışında tutmaya çalıştığı. Konferans öncesinde Trump’ın Putin’le yaptığı telefon konuşmasında Putin ve ülkesine düzdüğü övgülerle Amerikan Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Brüksel’deki bir toplantıda meslektaşlarına hitap ederken dile getirdiği Ukrayna’nın NATO üyeliğinin söz konusu olamayacağı ve Ukrayna’nın 2014 öncesindeki duruma dönemeyeceği yönündeki görüşler Avrupalıların endişelerini zaten arttırmıştı.

Bu durum, ABD’nin diplomasiye daha tek-taraflı yaklaşma eğiliminde olduğunu ve bunun da transatlantik ittifakın çimentosunu oluşturan ortak güven duygusunu zayıflatabileceğini gösteriyor.

Etoburlar yükselişteyken otobur Avrupa

Uluslararası siyasette tek taraflılığı merkeze alan, hedeflerine ulaşmak adına zorlayıcı güç unsurlarını/sert güç kullanmayı tercih eden, dünyaya nüfus bölgeleri penceresinden bakan, diğer devletlerle olan ilişkisine hiyerarşik ve buyurgan yaklaşan, dünyada orman kanunlarının geçerli olduğuna ve bunun değişmesinin mümkün olmadığına inanan ülkelere etobur ülkeler deniliyor.

Buna karşın, çok-taraflılığı, uluslararası kurumları ve uluslararası hukuku merkeze alan, kaba/zorlayıcı güç siyaseti yerine uluslararası hukuk, ortak değer ve ortak çıkar vurgusu yapan, orman kanunlarının geçerli olduğu yapıdan hayvanat bahçesi kanunlarının geçerli olduğu yapıya geçişin mümkün olduğuna inanan ve buna yönelik dış politika takip eden ülkelere ise otobur deniliyor.

Günümüzde etoburlarla, otoburlar arasındaki fark giderek keskinleşiyor.

Çin ve Rusya gibi aktörlerin uluslararası siyasette her geçen gün daha fazla ortaya çıkan etoburlaşma dinamiklerine hizmet eden politikaları Başkan Trump’ın dış politika ve küresel vizyonuyla birleştiğinde otoburlaşmayı bütünleşme sürecini merkezine koymuş olan Avrupa Birliği’ni derinden sarsıyor.

Etoburların dünyasında otobur olarak nasıl ayakta kalabileceğini kara kara düşünen Avrupa Birliği aslında kendisinin de etoburlaşması gerektiğini biliyor ama bunu otobur kimliğinden feragat ederek değil onu koruyabilmek için yapmak istiyor.

Amerika’nın “işlemsel/faydacı/al-verci/perakendeci” bir bakış açısıyla şekillenen uluslararası ittifak anlayışı, Avrupa başkentlerinde ciddi endişe yaratıyor. Vance ve diğer üst düzey Amerikalı liderlerin yaptıkları açıklamalar Avrupalıları rahatlatmak şöyle dursun daha da strese sokuyor. Başkan Trump’ın, Rusya ile diplomatik angajmana öncelik veren ve ABD’nin taahhütlerini yeniden değerlendiren yaklaşımı, Batı’nın savaş karşısındaki tutumunu adeta belirsiz kılıyor. Uzun sürebilecek bir yıpratma savaşını çoktan göze almış Putin daha ne istesin?

Trump yönetiminin Ukrayna’nın nadir toprak elementleri ve diğer stratejik kaynaklarını ABD’den askerî destek almaya devam etmenin bir karşılığı olarak sunmasını önermesi, Amerika’nın yeni dış politika vizyonunun ortak değer vurgusundan ne kadar uzak ve faydacı yaklaşıma ne kadar yakın olduğunu gösteriyor. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski, bu yaklaşımı eleştirerek, bunun Ukrayna’nın uzun vadeli istikrarını sağlamak için gerekli güvenlik garantilerini içermediğini savunuyor. Ayrıca, Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Ukrayna’nın NATO’ya katılmayacağını ve ABD’nin herhangi bir barış anlaşmasını uygulamayacağını açıklaması, Avrupa liderleri arasında Rusya’nın saldırganlığını cesaretlendirebileceği yönündeki kaygıları arttırıyor.

Avrupa ordusu gerekecek mi?

Bu politika değişikliğinin etkileri sadece Ukrayna ile sınırlı kalmayabilir. Eğer ABD, olası bir barış anlaşmasının uygulanmasından çekilirse, Avrupa ülkeleri bölgesel güvenlik için daha büyük bir sorumluluk üstlenmek zorunda kalacaklar. Bu doğrultuda, Avrupa’nın savunma alanında daha bağımsız bir yapı oluşturma çağrıları güçlenecek.

Zelenski’nin kıtanın güvenliğini sağlamak için bir Avrupa ordusunun oluşturulması fikrini gündeme getirmeye devam etmesi hiç de boşuna değil. Rusya karşısında savaş tecrübesi ve yorgunluğuna sahip Ukrayna’nın Avrupa’nın askerî kapasitesinin geliştirilmesine hizmet etmeye gönüllü olması aslında ne kadar ironik bir durum.

Uzun yıllardır AB ailesinden dışlanan Türkiye’nin de bu yeni gelişen konjonktürde benzer bir bakış açısıyla yeniden hatırlanacak olması beni hiç şaşırtmaz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 18 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Tarık Oğuzlu
Tarık Oğuzlu
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu - İstanbul Aydın Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. Doçentlik derecesini 2008’de, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003’te, ilk yüksek lisans derecesini 1998’de Bilkent Üniversitesi’nde, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000’de London School of Economics’den aldı. Çalışma alanları arasında Uluslararası İlişkiler teorileri, dış politikanın Avrupalılaşması, transatlantik ilişkiler ve NATO, Avrupa Birliği dış, güvenlik ve savunma politikaları, Ortadoğu, Türk-Yunan ilişkiler, Kıbrıs sorunu ve genel olarak Türk dış politikası yer alıyor. Akademik makaleleri, Political Science Quarterly, Middle East Policy, International Journal, Security Dialogue, Middle Eastern Studies, Turkish Studies, Cambridge Review of International Affairs, European Security, International Spectator, Contemporary Security Policy, Australian Journal of International Affairs, Mediterranean Politics, Journal of Balkans and Near East Studies, Insight Turkey ve Uluslararası İlişkiler gibi hakemli ve bilimsel indekslerde yer alan dergilerde yayınlandı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x