İngiltere’nin AB’den ayrılması, COVID-19, Almanya’daki seçimler ve Ukrayna’daki savaş geçtiğimiz senelerde Avrupa’nın dengelerini büyük ölçüde değiştirdi.
İngiltere’nin denklemden çıkması ile Fransa ve Almanya daha da ön plana çıktı. COVID-19 sebebiyle küresel tedarik zincirleri sekteye uğradı ve bu da Avrupa Birliği’ni daha korumacı ekonomik politikalara yöneltti.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve Ukrayna’nın ileride AB’ye katılması ihtimali ise özellikle AB’nin doğudaki üyeleri arasında güvenlik hususunda yeni soru işaretleri yarattı. AB’nin birçok üyesinde popülist hareketler giderek yükseliyor.
Peki, ne olacak bu Avrupa’nın hali?
The Economist dergisinde yer alan makalede mevcut gelişmeler ve yaklaşan seçimler ışığında Avrupa Birliği’nin güç dinamikleri ele alınıyor.
Yazının önce çıkan bazı bölümlerini paylaşıyoruz:
“On yıllar boyunca AB’nin öngörülebilir siyasi dinamikleri vardı: ister altı, ister 12 ya da 27 ülkeden oluşsun, üye ülkeler Fransa ve Almanya tarafından hazırlanan her plan, herkes tarafından kabul edilene kadar uzlaşma peşinde koştular. Ancak en büyük iki üyenin hâkimiyetindeki eski model uzun zamandır çatırdamaya başladı. Avrupa tekrarlanan krizlerle yüzleşirken yeni ve daha akışkan bir güç alanı şekilleniyor.
Üç yıl süren pandemi ve ardından Ukrayna’daki savaş Avrupa projesinin yeniden şekillenmesine yol açtı.
Bu, kimin önemli olduğuna dair dengelerin değişmesini de içeriyor.
Bir zamanlar atıl politika alanları olan savunma ve doğuya doğru genişleme artık öncelikler haline geldi ve Ukrayna’nın Orta Avrupa’daki komşularına yeni bir ses verdi. Çin’in yükselişi ve Amerika’da Trumpçılığın yeniden canlanma ihtimali, AB’nin ekonomik düzenlemelerini genellikle devletçi Fransız çizgisinde yeniden gözden geçirmesine neden oldu.
İklim konusundaki zorunluluklar, AB’nin Brüksel’deki yarı-federal kurumları tarafından tercih edilen bir yaklaşım olan kolektif düzeyde harekete geçmenin değerini güçlendirdi.
Finlandiya’dan Fransa’ya, Haziran ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde aşırı sağcı popülistlerin etkisi giderek artıyor.
Almanya eskisi gibi değil, Fransa kızdırıyor
Kısa bir süre öncesine kadar Angela Merkel kıtanın tartışmasız lideriydi. Almanya Başbakanı olarak halefi Olaf Scholz onun bu görevini üstlenmedi.
Pek çok kişi Emmanuel Macron’un bu görevi üstlenmesini bekliyordu. Ancak Macron, 8 Ocak’ta yeni bir başlangıç umuduyla başbakanını görevden almasıyla sonuçlanan, ülkesinde giderek gerginleşen bir siyasi durumla karşı karşıya. Kendisi 2027’de yeniden seçilemeyecek. Üstelik diğer AB liderlerini sık sık kızdıran aşırı özgüvenli bir tavır sergiliyor. Almanya ve Fransa ittifak halindeyken eşsiz bir otoriteye sahipler. Ama bu iki ülke nadiren ittifak halinde olurlar.
Net bir liderin olmadığı bugünlerde kimin önemli olduğu, neyin tehlikede olduğuna bağlı. Ukrayna’daki (ve daha yakın zamanda Orta Doğu’daki) durum göz önüne alındığında herkesin aklındaki konular olan savunma ve güvenliği ele alalım.
Savunma ve güvenlikte zor günler
Rusya’nın Şubat 2022’deki işgalinden sonra çok az kişi yol göstermesi için Almanya’ya baktı. Almanya Rus gazına bağımlı hale gelmişti ve silahlı kuvvetleri yetersizdi. Buna karşılık, Polonya ve üç Baltık ülkesinin başını çektiği Orta Avrupa ülkeleri, eski efendileri Rusya’nın yarattığı tehlike konusunda yıllarca yaptıkları uyarılardan sonra haklı olduklarını gördüler.
Orta Avrupa ülkelerinin etkisi iki politika değişikliğinde görüldü.
Birincisi, AB’nin Ukrayna’ya gönderilecek silahlar için bizzat ödeme yapması, savunma harcamalarında ilk adım.
İkincisi ise daha önce gündemde olmayan AB’nin genişlemesi. 2013’te Hırvatistan’dan bu yana hiçbir ülke AB’ye katılmadı. Bunlardan en dikkat çekeni, Fransa ve Danimarka’nın ilk çekincelerine rağmen Orta Avrupa tarafından desteklenen Ukrayna. 14 Aralık’ta AB liderleri resmî katılım müzakerelerine başlama kararı aldı. Eğer blok 36 ülkeye genişlerse ağırlık merkezi kararlı bir şekilde doğuya kayacaktır.
Artan Orta Avrupa etkisi
Daha geniş anlamda, Orta Avrupalılar artık daha batıdan gelen fikirleri geri püskürtmek için yeterli güce sahipler.
Bunların başında Macron tarafından ortaya atılan ve şekil değiştiren bir kavram olan “stratejik özerklik” geliyor. Bu kavram Avrupa’nın diğerlerinden bağımsız hareket edebilmesini, örneğin kendini savunma yükünü daha fazla üstlenmesini öngörüyor.
Polonya ya da Slovakya’daki politika yapıcılar, NATO ve dolayısıyla Amerika tarafından sunulan güvenlik garantilerini çok daha tatmin edici buluyorlar. Fransa’nın AB silahlı kuvvetlerinin Avrupa (yani genellikle Fransız) askerî teçhizatı satın alması yönündeki çağrıları büyük ölçüde göz ardı edildi.
Yine de söz konusu Ukrayna olduğunda Orta Avrupa’nın sahip olduğu tüm nüfuza rağmen, Avrupa politikasının diğer kısımları söz konusu olduğunda Orta Avrupa’nın sesi pek duyulmuyor.
Zira ekonomi politikası söz konusu olduğunda, Avrupa her zamankinden daha fazla Fransız terimleriyle düşünmeye zorlanıyor. Burada Macron’un stratejik özerklik çağrısı çok daha etkili oldu. Küreselleşmeye karşı uzun süredir devam eden güvensizlik ve salgın hastalıklar ya da karmaşık jeopolitik koşullar nedeniyle sekteye uğrayabilecek tedarik zincirlerine ilişkin yeni korkular nedeniyle Fransa, kıtanın kendi kendine daha yeterli olmasını istiyor.
Macron, Avrupa’nın dünyanın geri kalanıyla ilişkilerinde “naif” davrandığı ve dünyadaki ticaret ortaklarının pazarlarını açık tutmadığı fikrini öne sürdü. AB hükümetlerinin ayrıcalıklı endüstrilerini korumasını yasaklayan kurallar Covid-19 sırasında rafa kaldırıldı ve bir daha da geri gelmedi. “Önce Avrupa” sloganıyla politikacılar artık ekonominin gidişatı üzerinde daha fazla kontrol sahibi. Fransızların Avrupa’nın bir sanayi politikasına sahip olması fikri bir zamanlar tabuydu, ancak şimdi kabul gören yaklaşım bu.
İngiltere, bir AB üyesi olarak kalsaydı, Fransız planlarını engelleyebilirdi. Şimdi bu görev Danimarka, İrlanda ya da Hollanda gibi eski kuzey Avrupalı müttefiklerine ve Brüksel’deki komisyona kaldı. Ancak bu gevşek ittifak Fransız planlarını sadece yumuşatabilir, tamamen engelleyemez.
Almanya’nın yokluğunda öne çıkanlar
AB’nin en üst düzey masasında görülmeyen tek ülke İngiltere değil. Daha şaşırtıcı bir eksik ise Almanya. Olaf Scholz Avrupa sahnesinde aktif olarak rol almıyor.
Solcu Yeşiller ve serbest piyasacı Liberalleri içeren zorlu bir koalisyon, Almanya’nın Brüksel’de uzlaşma sağlama kabiliyetini azalttı. Almanya’daki koalisyon AB içindeki tartışmalardan daha yavaş hareket ediyor. Bu da Almanya’ya nüfuz kaybettiriyor.
Almanya’nın yokluğu çoğu zaman Fransa’nın yararına oldu. Bugünlerde birçok AB politika kararında belirgin bir Fransız tonu var. Örneğin yeni büyük ticaret anlaşmalarının olmaması ya da bütçe açıklarını sınırlayan Avrupa kurallarının kısmen gevşetilmesi gibi. Ancak çoğunlukla Almanya’nın katılımının yokluğu Macron’un hedeflerini sekteye uğratıyor. Paris’te hazırlanan federalist planlar ancak Berlin’deki muhatapları kabul ettiğinde gerçek anlamda hayata geçirilebiliyor.
Başka koşullar altında Fransa, güç dengesini daha da değiştirebilecek ittifaklar arayışına girebilirdi. Ancak müttefik bulabileceği çok az yer var.
İtalya’da Giorgia Meloni’nin liderliğindeki aşırı sağcı popülizm ana akımla uzlaşmayı güçleştiriyor. Hollanda uzun süredir Başbakan olan Mark Rutte’yi, belki de Bayan Meloni’nin ideolojik müttefiki olan Geert Wilders lehine kaybediyor. İspanya’nın kaotik siyaseti Avrupa’daki tartışmalara yön verme iştahını sınırlıyor. Polonya’da kısa bir süre önce göreve gelen Donald Tusk liberal ve AB yanlısı bir isim ancak kendi ülkesinde işi zor.
Bu boşluktan belki de en çok faydalanan AB’nin Brüksel’deki merkezî kurumları oldu.
Kendisi de bir Alman olan Ursula von der Leyen’in yönetiminde, AB’nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu 2019’dan bu yana her zamankinden daha fazla yetkiye sahip. 32,000 kişilik Brüksel bürokrasisi, Silikon Vadisi baronlarının da yıllar içinde fark ettiği gibi, uzun zamandır zorlayıcı bir denetim gücü. Ancak Komisyon, giderek artan bir şekilde siyaset ve jeopolitik konulara da müdahil olmaya başladı.
Bu, hükümetlerin komisyondan tüm blok için aşı tedarikini denetlemesini istediği COVID-19 ile başladı. Pandemi kaynaklı krizin bir sonucu da 807 milyar avro tutarında kredi ve hibeden oluşan bir kurtarma fonu oldu. Komisyon, fonun idaresinden sorumlu olduğu için parayı kendi önceliklerine uygun bir şekilde yönlendirebildi. Örneğin, Komisyon 2050 yılına kadar karbon emisyonlarını net sıfıra indirmeyi planlıyor.
AB fonları üzerinde daha fazla söz sahibi olmak, komisyona üye ülkelere bu fonların nasıl harcanması gerektiğini dikte etme yetkisi verdi. Bu yetkiler bir sopa olarak da kullanılabilir. Macaristan ve Polonya, ülkelerindeki hukukun üstünlüğünü, örneğin mahkemelerin işleyişini engelledikleri için bu fonlardan mahrum bırakıldılar. Macaristan’ın otoriter lideri Viktor Orban, askıya alınan yaklaşık 30 milyar Euroluk AB fonu için yaygara koparıyor.
Federal bir Avrupa’ya doğru mu?
Bu, federal bir Avrupa’nın yükselişinin, bir Avrupa süper devletinin oluşumunun işareti mi?
Macaristan ve Polonya gibi ülkeler böyle hissedebilir. Ancak komisyonun yetkilerinin de bir sınırı var.
Örneğin Ursula von der Leyen’in nüfuzunun bir kısmı, Rusya’ya yönelik yaptırımlar gibi konularda ulusal başkentlerle yakın koordinasyon içinde olmasından kaynaklanıyor.
Avrupa’nın Çin’e karşı tutumunda Amerika’nın önerdiği ticarette “ayrıştırma” yaklaşımından daha az çatışmacı olan “riskten arındırma” yaklaşımını savunduğu örnekte olduğu gibi tartışmaları yönlendirebilir. Muhtemelen bugünlerde Avrupa liderine en yakın kişi o. Ancak gücü hala diğerlerinin onu takip etmesine bağlı; Haziran ayındaki Avrupa seçimlerinden sonra ulusal liderleri kendisini ikinci bir dönem için yeniden görevlendirmeye ikna etmesi gerekecek.
ABD seçimleri Avrupa’yı ne yöne götürecek?
Seçimlerin Avrupa’daki düzeni yeniden şekillendirmek gibi bir özelliği de var. Popülistler Hollanda ve Slovakya’da başarılı olurken Polonya ve İspanya’da aynı başarıyı gösteremediler. Popülistlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinden de güçlenerek çıkmaları bekleniyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının en güçlü siyasi akımı olan liberal değerler ve hukukun üstünlüğünden yana kırılgan fikir birliği tehlike altına girebilir.
Avrupa’daki seçimler bittiğinde dikkatler, hâlâ Avrupa’nın güvenliğinin esas garantörü ve Ukrayna’nın yürüttüğü savaşa en büyük katkıyı sağlayan Amerika’daki seçimlere çevrilecek. Bir Trump zaferi büyük bir korku ile karşılanacak. Paris, Berlin ya da Varşova’nın bir okyanus ötesinde verilecek oyların Avrupa’nın geleceği için bu denli önemli olması, kıtadaki güç mimarisinin hala kat etmesi gereken çok yol olduğuna dair tartışmaları da beraberinde getirecek.”
Bu yazı ilk kez 15 Ocak 2024’te yayımlanmıştır.