“Afrika” adı, ilk defa Kartaca Savaşları (MÖ 264-146) sırasında Romalılar tarafından Tunus yerlileri için kullanılmıştır. “Afer/Afri” adından evrilen ve “Afrilerin ülkesi” anlamına gelen sözcük önce Tunus, daha sonra Mısır’ın batısındaki diğer kıyı ülkeleri ve nihayetinde kıtanın geneli için yaygınlaşmıştır.
Charles R. Darwin (1809-1882), HMS Beagle kraliyet gemisiyle çıktığı ve beş yıl süren dünya turu sonrasında yazdığı Türlerin Kökeni (1859) ve İnsanın Türeyişi (1871) adlı evrim teorisi kitaplarında, insanın doğum yerinin Afrika olduğu iddiasındadır; iddia Avrupalıları dehşete düşürmüşse de son elli yıldaki arkeolojik bulgular bu iddiayı doğrulamaktadır. İnsan türünün evrimsel özeti (Homo habilis/Yetenekli insan, Homo erectus/Dik duran insan, Homo faber/Alet yapan insan, Homo sapiens/Bilge insan) Afrika’daki kazılar sonucu hominid (insansı) fosillerin tasnifiyle bilimsel olarak kanıtlanmıştır. İlk insan, bitki toplayarak ve hayvan/balık avlayarak beslenmiş; zamanla gıda maddeleri yetiştirme ve hayvanları evcilleştirme teknikleri geliştirmiştir. Topraktan kap kacak, metalden savunma ve avlanma aletleri üretmiş, taşlarla ateş yakmayı öğrenmiş, süs eşyaları yapmıştır. Mağara duvarlarına ve kayalara yazıp çizmiştir. 1974’te, Etiyopya’da, yirmi yaşlarında bir kızın kemiklerine ulaşıldı; kazı ekibinin Lucy (australopithecus afarensis) adını verdiği genç kız, tam üç milyon yıl önce yaşamıştı.
Paleoantropologların ve arkeologların dünya üzerinde insanın ilk yerleştiği yer olarak tanımladığı Etiyopya-Kenya-Tanzanya üçgeni; çiftçiliğin, sanatın yani uygarlığın doğum yeridir. Kıtaya uygarlık getirmekle görevli olduklarını iddia eden Avrupalılar dâhil atalarımız Afrikalıdır.
Tanzanya’nın kuzeydoğusunda, Ngorongoro Millî Parkı içinde bulunan -belki- dünyadaki en eski paleoantropolojik yerleşim yeri olan Olduvai Geçidi’ne gitmeliyiz!
Eşsiz bir coğrafya
Coğrafya, yeryüzü bilimi ve uluslararası ilişkilerin “işyeri”dir.
Yüzölçümü bakımından Asya’nın ardından dünyanın en büyük ikinci kıtası Afrika, Çin-Avrupa-ABD üçlüsü toplamından büyük; dünya topraklarının 1/5’ine, dünya nüfusunun 1/7’ine sahiptir.
Etrafı denizler (kuzeyinde Akdeniz, kuzeydoğusunda Kızıldeniz) ve okyanuslarla (doğusunda Hint, batısında Atlantik) çevrilidir. Dünyanın en büyük/uzun on nehrinden ikisi bu kıtadadır. Uzunluğu 6695 kilometre olan Nil Nehri Afrika’nın onda birini kaplayan üç ana koldan oluşur; Beyaz Nil Nehri, Mavi Nil Nehri ve Atbarah Nehri. Kongo Nehri ise Chambeshi koluyla birlikte 4700 kilometredir. Kıta aynı zamanda dünyanın en büyük on gölünden üçünün (Viktorya/Nyanza, Tanganyika, Malawi) de ev sahibidir.
Nil Nehri gerçeği iki sözcükten ibarettir; yaşam ve ölüm. Bu iki olgunun ortak paydası “kavga”dır. Nil’e ulaşanlar ve ulaşması engellenenler! Evliyâ Çelebi (1611-1683), Seyahatnâme’sinde “Rahmet suyu ve cennet ırmağı mübarek” Nil der. Kutsallıklar atfedilen, doğduğu yer yüzyıllar boyunca efsaneye dönüşen Nil’in havzasında 11 ülke yer alır: Burundi, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Etiyopya, Eritre, Güney Sudan, Kenya, Mısır, Ruanda, Sudan, Tanzanya ve Uganda.
Nil’e gitmeliyiz!
Ve Büyük Rift Vadisi’ne… Ve Büyük Sahra’ya… Ve kıta coğrafyasına dağılmış 374 millî parka… Viktorya Şelaleri’ne, Masa Dağı’na, üzerindeki Kibo zirvesiyle kıtanın en yüksek dağı Kilimanjaro’ya gitmeliyiz!
Kronik sorunlar yumağı mı?
“Kara Afrika” klişeleriyle büyüdük. Afrika hakkında bildiklerimiz, kıtanın kötü durumda olduğuna dair “uluslararası haber ağları”nın aktarımıyla sınırlı; Afrika’yı görmeden masa başında Batı kaynaklı literatür taramasıyla döktürmek kolaycılığından kurtulmak için Afrika’ya gitmeliyiz!
Bu bilgi akışından aklımıza yerleştirilenler; açlık, yoksulluk, bulaşıcı ve salgın hastalıklar ile diktatoryal rejimlerdir. Özetle; kronik sorunlar yumağı bir Afrika.
Acaba?
2011’de kıtaya ilk gelişimde, birçok insan gibi ben de kazan kaynatan yerliler, sokaklarda gezen vahşî hayvanlar, ağaç-çamur karışımından yapılmış kulübelerle karşılaşmayı bekliyordum. Gerçeğim hayal kırıklığım oldu; sadece onlar siyah, ben beyazdım. Onların da elinden cep telefonu düşmüyordu, onlar da Messi forması giyiyordu, onlar da mangalda tavuk pişiriyorlardı.
Peki, bunca yeraltı ve yerüstü zenginliğine karşılık bu insanlar yüzyıllardır neden “sefiller”i oynuyordu? Dünyanın ekilmemiş topraklarının yarısı buradayken neden açlık “çözülemeyen bulmaca”ydı? Afrika hep yoksulluk, hep hastalık, hep darbe haberleri mi demekti? Afrika sadece bir turistik destinasyon muydu?
Peki, nesli tüketilen hayvanlar, bugün de gönüllü köle insanlar, “iç edilmiş” madenler, araziler ve değerler (ormanlar/dinler/diller/kültür ve sanat eserleri) neyin nesiydi?
İkinci peki; tekmil tablo budur da olan bitende Afrika insanının hiç mi suçu yoktur?
Afrika bütünleşik bir yapıdır; oysa IMF-Dünya Bankası-CIA eseri olarak bugün bize servis edilen Afrika bir algı yönetimi çıktısıdır. Kıtada nüfus sayımı yapılmaz, tüm veriler “üç silahşörler”e aittir. “Kulaktan dolma” bilgilere teslim olmamak için, haritada yerini gösteremeyeceğimiz ülkeleri dilimize pelesenk olmuş şakalarla aşağılama tuzağına düşmemek için Afrika’ya gitmeliyiz!
Afrika nasıl paylaşıldı?
Kıtanın paylaşım finali Berlin Konferansı’dır. Berlin Konferansı, cetvelle paylaşım seromonisi eşliğinde “kartografik emperyalizm”in Afrika’da inşasıdır. Portekiz’in çağrısı ve Alman şansölyesi Otto von Bismarck’ın (1815-1898) organizasyonuyla 15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihleri arasında gerçekleşen konferansa Almanya, Avusturya-Macaristan, Belçika, Britanya İmparatorluğu, Danimarka, Fransa, Hollanda, İspanya, İsveç-Norveç, İtalya, Portekiz, Rusya, ABD ve Osmanlı Devleti olmak üzere on dört devlet katılmıştır. II. Abdülhamid’i Berlin Sefiri Mehmed Said Paşa (Kürt Said Paşa) ile Sefaret Müsteşarı Ohan Efendi temsil etmiş; Osmanlı Devleti “etkisiz eleman” olarak 25 Haziran 1885’te konferans metnini imzalamıştır.
Sanayi Devrimi’yle birlikte köle emeğinin yanında hammadde ve pazar ihtiyacı artmış; Afrika ile yapılan ticareti dönüştürmek gereğini hisseden Avrupalılar kıtada yerleşik düzene geçmiştir. Afrika sil baştan ele alınacaktır: “İstikrarsız Afrika” yerine “Yönetilebilir Afrika.” Özellikle Mısır’da İngilizler ile Fransızlar arasında yaşanan rekabet, İtalyanlar ile Almanların Avrupa sahnesine güçlü devletler olarak çıkmaları ve gözlerini Afrika’ya çevirmeleri “Avrupa’nın uyumu”nu bozmuştur. Konferansın ana gündem maddesi Belçika’nın Kongo üzerindeki talebidir. Sömürgecilik yarışına katılmak isteyen Kral II. Leopold, (1835-1909) kauçuk ve fildişi zengini Kongo’yu mülkü olarak görmektedir. Kongo’da köle ticareti yapan Portekizli denizciler, Belçika’nın bölgeye gelişinden rahatsızdır. Afrika sahillerinde ticarî faaliyete girişen ilk devlet olarak Portekiz, Kongo üzerinde ticarî ve idarî haklarının tartışmasız kabulünü istemektedir. Portekiz için Kongo Nehri’ni denetiminde tutmak, Afrika’daki varlığının hayâti unsurudur. Fransızlar ile İngilizler birbirlerine çelme atarken Almanlar aradan sıyrılarak pay kapmak niyetindedir. Kongo sorunu, Belçika’nın lehine çözüme kavuşturulurken, Avrupa devletlerinin kıtada yeni yerler elde etmeleri “fiilî işgal ilkesi”ne bağlanmıştır.
Paylaşım, harita üzerinde yapılır. Dönemin İngiltere Başbakanı Robert A. T. Gascoyne-Cecil (politik ünvanıyla Lord Salisbury, 1830-1903) paylaşıma dair şöyle diyecektir: “Haritalar üstünde beyaz adamın hiç ayak basmadığı yerlere sınırlar çizmekle meşguldük. Birbirimize dağları, nehirleri ve gölleri bağışlıyorduk. Ancak bu dağ, nehir ve göllerin tam olarak nerede olduğunu bilmediğimiz gerçeğini birbirimizden saklıyorduk”. Bir arada yaşama kültürüne sahip insanlar yok sayılmış, bu insanları ayıran/düşmanlaştıran çizgilerle paylaşım sınırları tespit edilmiştir. Berlin Konferansı ile “Afrika Talanı” (Scramble for Africa) uluslararası resmiyet kazanmıştır.
Sonrasında (1931-1993) Afrika’da bağımsızlık sesleri yükselmeye başlar.
Bugün 54 ülkede yaşayan yaklaşık 1,5 milyar insanın 1 milyarlık kısmı günde 1 doların altında bir gelirle yaşıyor.
Peki, bu insanlar temel ihtiyaçlarına temiz suya, gıdaya, eğitime, enerjiye, barınmaya ve sağlık hizmetlerine erişebiliyorlar mı?
“Zenginlik içinde yoksulluk” kısır döngüsünün sebep-sonuç ilişkilerini anlayabilmek için Afrika’ya gitmeliyiz!
“Ugali” (mısır lapası) bulduklarında kendilerini şanslı hisseden çıplak ayaklı çocukların, temiz su için kilometrelerce yürüyen, gece yatağa aç giren 1 milyar insanın hikâyesine tanık olmak, destek olmak için Afrika’ya gitmeliyiz!
Hüzün turizminin yeni gözdesi
Turizm sözlük anlamıyla; (1) Dinlenmek, görmek ve tanımak gibi ereklerle yapılan gezi. (2) Bir ülkeye ya da bir bölgeye turist çekmek amacıyla alınan ekonomik, kültürel, teknik vb. önlemlerin, yapılan çalışmaların tümü. Günümüz insanının olmazsa olmazlarından biri. Hikâyenin kalbi burasıdır. Afrika, turizm sektörünün yeni gözdesi.
Afrika, bugün bir turizm destinasyonu olarak pazarlanıyor; sömürgecilikten mega-sömürgeciliğe geçiliyor. Ekoturizm şemsiyesi altında safari yani yaban hayatını gözlemleme turları ile Berlin Konferansı’ndan ve köle ticaretinden arta kalanlar kültür mirası turizmi adıyla satışta. 2000’li yıllarla birlikte “karanlık turizm” (dark tourism) olarak adlandırılan insanların sembolik ya da yaşanmış acılarına (ölüm, felaket, yokluk) referanslı hüzün turizmi üçüncü seçenek olarak yoğun ilgi görüyor.
Örneğin; Gana’da, Afrika kölelik tarihinin en önemli figürlerinden Elmina Kalesi (1482) müthiş bir hüzün turizmi lokasyonudur. Portekizliler tarafından yapılan kale, Atlantik köle ticaretinin depolama alanlarından biridir. Bunun yanı sıra Bagamoyo, Stone Town, Bimbia da birer hüzün turizmi güzergâhıdır. Hüzün turizmi, seyahat acentelerinin “deniz-güneş-kum” pazarlamasından daha insancıl bir seçenektir ne de olsa.
Afrika’da yaşam, hüzün biriktirir. Hüzün, yaşayan gerçekliktir. Hüzün, bir çökeltinin taşıyıcısıdır, içten dışa. Hüzün, kimi coğrafyalarda korkaklık, kimi coğrafyalarda çaresizlik hâli iken Afrika’da hayatın estetiğidir. Afrika’yı “turistik aşk” olarak yaşamak değil çıplak gözle görmek için; insanın doğduğu kıtada sınıfta kalışını, sömürgeciliğini, bencilliğini idrak etmek için Afrika’ya gitmeliyiz!
Kıta haritasını önünüze koyun. Haritanın sağı yani Doğu boydan boya İngiliz, sol tarafı yani Batı boydan boya Fransız sömürge ekonomileridir. Ülkeleri inceleyin lütfen, resmî dili İngilizce ya da Fransızca olmayanı yok gibidir. Dış ticaret istatistiklerinde İngiltere/Fransa tekeli baskın unsurdur. Afrika, İngiliz-Fransız ittifakının “saltanat kayığı”dır deyim yerindeyse. Hâlâ! 15. yüzyılda köle ticaretiyle başlayan Afrika’nın sömürgeleştirilmesi o gün bugündür yürürlüktedir; “Afrika’ya Hücum!”
Avrupa, Afrika’nın kâbusudur bugünde; Afrika, Avrupa’nın kâbusu olabilir mi yarın? Madalyonun öbür yüzü için Afrika’ya gitmeliyiz. Dahası Avrupalıları tanımak için Afrika’ya gitmeliyiz. Mutlaka ve ilk fırsatta!
Blues ile; masklar, danslar, tingatinga[1] (Tanzanya’dan yayılmış bir resim tekniği) vs. Afrika Sanatı ile; mitolojisi ile; tanrısal gıdaları ile; Ubuntu felsefesi[2] ile; ekosistemiyle Afrika, insanlığın ana kucağıdır, Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu tek kıtadır.
Can Yücel’in en sevdiğim şiirlerinden biri:
En uzak mesafe ne Afrika’dır ne Çin
Ne Hindistan
Ne seyyareler ne yıldızlar geceleri ışıldayan
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan
Bilgiye ulaşmak yani öğrenmek, görmek ve okumak ister; Afrika’ya gitmeliyiz!
Yolumuzun Afrika’da bir yerlerde kesişmesi dileğiyle…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 1 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Dünyaya çocuk gözüyle bakıp, Afrika’nın kültürünü, özellikle yaban hayatını tuvaline taşıyan Edward Sait Tingatinga’nın (1932-1972) adıyla anılır.
[2] İnsan ilişkilerinde erdem, paylaşım, saygı ve şefkat temelli bir değerler sistemi olarak Afrika halklarının manevîyatçı bakış açısını temsil eder. İnsan haklarını, sosyal adaleti, empatiyi ve affetmeyi teşvik odaklı bir ahlak pratiğidir.