Neden herkes düşünce kuruluşlarından nefret ediyor?

Düşünce kuruluşları hangi amaçla doğdu? Son yıllarda iş modelleri nasıl değişti? Neden itibar kaybediyorlar? Lobicilik, nüfuz ve ilişki satma biçimine dönüşmesini önlemek için neler yapılabilir?

Düşünce kuruluşları ve siyasete etkileri son yılların gözde tartışma konularından. Zira iç ve dış politikada siyasetçilere kullanabilecekleri bolca argüman sunuyorlar. Zaman zaman da lobicilik faaliyetleriyle birlikte anılıyorlar. Ancak güvenilirliklerinin eskiye oranla azaldığını düşünenlerin sayısı az değil.

ABD’de Wilson Center Kennan Enstitüsü Direktörü ve aynı zamanda Johns Hopkins Üniversitesi’nde İleri Uluslararası Çalışmalar bölümünde ders veren Matthew Rojansky ile Avrupa Dış İlişkiler Konseyi araştırma direktörü Jeremy Shapiro da bu eleştiriye katılanlardan. Foreign Policy’nin1 web sitesinde yayımlanan ortak makalelerinde, kendilerinin de bir parçası olduğu think-tank camiasına yönelik eleştirilerini paylaşıyor ve çözüm önerilerini sıralıyorlar. Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri yayınlıyoruz:

“İngiltere merkezli Cast From Clay adlı iletişim şirketi tarafından yapılan ankete göre, düşünce kuruluşlarına güven duyan Amerikalıların oranı sadece yüzde 20.
Kendi yakın akrabalarımız dahil bu kadar geniş bir kesimin güvenini kaybettiysek, artık düşünce kuruluşlarının ciddi ve belki de hak edilmiş bir itibar kaybı sorunu ile karşı karşıya olduğu gerçeğini kabul etmenin zamanı da gelmiş demektir. (…) Hükümetle yakın ilişkileri olan seçkinlerin oluşturduğu düşünce kuruluşları camiasında çalışıyor olmak, havalı başkent ortamlarında geçer akçe olsa da, ülkenin geri kalanında aynı etkiyi yaratmıyor.

Politika uzmanları, bu sınırlı çevrenin dışında kalan kesimlerin gözünde, zararı faydasından fazla, büyük, gereksiz bir başkent müessesesinin unsurları. Amerikalıların çoğu için düşünce kuruluşlarının tek faydası, siyasetçilere o sonu gelmez, beyhude partizan kavgalarda karşı tarafı pataklamak için sopa niyetine kullanacakları argümanları sağlıyor olmaları.”

Düşünce kuruluşları neydi, ne oldu?

Rojansky ve Shapiro, düşünce kuruluşlarına yönelik yaklaşımın eskiden böyle olmadığını öne sürüyor:

“Geçen yüzyılda, düşünce kuruluşları, politika oluşturma süreçlerinin bilimsel ilkeler temelinde, titizlikle yürütülmesine katkıda bulunan bir mekanizma olarak görülüyordu. Tıpkı üniversiteler gibi, bu kuruluşlar da zaman içerisinde oluşturdukları bilgi birikimleriyle, devrim niteliğinde fikirlerin geliştiği birer uzmanlık merkezi görevi görmekteydi. O çeşitlilik ortamında, birbirlerini sorgulayarak, kimi zaman hasımlığa varacak düzeyde rekabetçi, ama her şeye rağmen gerçeklere dayalı, katılımcı bir politika oluşturma süreci tesis ediyorlar ve bu vesileyle de hakikatin veya hiç değilse en başarılı uygulamaların ortaya çıkmasına katkı sağlıyorlardı.

Düşünce kuruluşlarının bir diğer yönü de, ileride hükümet kanadında önemli pozisyonlara gelebilecek kişilere yatırım yaparak, bir nevi entelektüel girişim sermayedarı olmalarıydı. Bu saydığımız işlevler, günümüzde de belli ölçüde devam ediyor. Fakat artık hiçbirisi düşünce kuruluşlarının bugünkü hâkim gerçekleri ile örtüşmüyor.”

İki yazar, günümüzde düşünce kuruluşlarının iş modellerinin ciddi anlamda değiştiğini vurguluyor:

“Aslına bakılırsa, düşünce kuruluşlarının iş modeli kaygı verici yönlere doğru evrilmiş durumda. Sektör büyüdükçe, toplum kutuplaştıkça ve fon bulma rekabeti sertleştikçe, bazı düşünce kuruluşları adeta birer yandaş grubuna, hatta lobiciye dönüştü. Çünkü siyasi partiler, kılı kırk yaran, net bir dil kullanmayan akademik dalkavuklar değil, sadık propagandacılar istiyor. Potansiyel bağışçıların aradığı da ‘politika kurşunları’nı” doğru zamanda, doğru hedefe isabet ettirecek deneyimli keskin nişancılar…

Düşünce kuruluşlarının iş modeli nasıl değişti?

New York Times’ın 2014-2017 yılları arasında yürüttüğü bir dizi araştırmanın da ortaya koyduğu üzere, düşünce kuruluşu iş modeli, zaman içerisinde rahatsız edici bir değişim geçirerek nüfuz ve ilişki satma biçimini aldı. Kimi düşünce kuruluşları için iş, artık yeni fikirler geliştirmek ve tartışma ortamına bilgiyle katkı sağlamaktan tamamen çıkıp, fon verenlerin çıkarlarını destekleyen fikirleri satmaya dönüştü. Üstelik bu açık alışveriş yeni bir şey de sayılmaz.

Washington’da lobicilik; özel sektörün, varlıklı kişilerin, hatta yabancı hükümetlerin kendileri için önem taşıyan meselelerde nüfuz satın almak amacıyla başkentin sürekli değişen siyaset simsarlarının kapısını çalmasıyla son otuz yılda patlama yaşadı.

Fon verenler, düşünce kuruluşlarının ayakta kalıp başarılı olabilmeleri açısından kritik önem taşıyor. Ancak bu kaynakların her an başka yerlere de yönlendirebileceği gerçeği, düşünce kuruluşlarını ciddi bir baskı altına sokarak bağışçıların istediğini vermeye sevk ediyor. Öyle ki, aradaki herkesi devreden çıkarıp tamamen kendi amaçlarına hizmet edecek düşünce kuruluşları kurup fon verenler bile var.

Fon kovalama yarışı, sorunun temel nedeni ise, durumu bu noktaya getiren de Washington’ın derinlere işlemiş partizan siyaset kültürü ve beraberinde oluşturduğu yankı odası diyebiliriz. Yeni medya, sosyal medya ve dezenformasyonun giderek yaygınlaştığı günümüzde, düşünce kuruluşları, verilecek mesajı kontrolleri altında tutmak için birbirleriyle mücadele ediyor. Tek başına bir ses, kalabalıkta boğulup gideceğinden, politika uzmanları, siyasi partiler gibi birleşerek hareket ediyor.

Hatta sağ görüşlü Heritage Foundation ve sol görüşlü Center for American Progress gibi kimi gruplar, kâr amacı gütmeme şapkası altında yapamayacakları yandaş çalışmalar için alenen lobicilik branşları bile kurdu. Bu yasal kurgu, kamu yararı taşıyan tarafsız araştırma faaliyetleri ile başkentte lobiciliğin merkezi K Street2 bölgesinde yürütülen çalışmalardan farkı olmayan türden lobicilik faaliyetleri arasındaki sınırı da bir nevi kaldırmış oluyor.”

Saygın örnekler de var

Rojansky ve Shapiro’ya göre, saygın ve övgüye değer sayısız istisnalar da var. Nüfuz ticareti ve yandaşlığa kayan örneklerin çok olması, sokaktaki vatandaşın işini dürüstçe yapanları dürüst olmayanlardan ayırt etmesini imkânsız kılıyor. Yazarlar mevcut durumu bir bataklığa benzetiyor:

“Tüm bunlar, politika camiasını, en bilgili ve bağımsız politika uzmanının dahi nüfuz simsarlarının pisliğiyle kirlendiği dev bir bataklığa dönüştürüyor. Yani düşünce kuruluşlarının yaşadığı imaj sorununun altında, Washington’daki lobicilik ve partizanlık sorunu yatıyor ve bunu düzeltmek için daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor.”

Şeffaflığı artırmak çare olur mu?

Kendileri de düşünce kuruluşlarında görev yapan iki isim, sektöre çözüm önerisi getiren bir rapordan söz ediyor:

“Quincy Sorumlu Devlet Yönetimi Enstitüsü’nün düşünce kuruluşu sektörünün durumuna ilişkin olarak hazırladığı bir rapor da benzer sonuçlar ortaya koyuyor. Düşünce kuruluşlarında bariz çıkar çatışmalarını azaltıp şeffaflığı arttıracak bir dizi önlem alınmasını tavsiye eden raporda, finansman konusunda daha şeffaf olmanın uzun vadede sağlayacağı faydaların, kısa vadeli her türlü itibar zedelenmesine üstün geleceği öne sürülüyor.

Yabancı kaynaklardan alınan fonlar konusunda ise, düşünce kuruluşlarına kendilerini Yabancı Temsilciler Tescil Yasası uyarınca ‘yabancı temsilci’ olarak tescil ettirmeleri tavsiye ediliyor. Rapor ayrıca düşünce kuruluşlarının finansman, projeler ve şahıslarla ilgili aleni çıkar çatışmalarını dikkatle öngörüp bunları açıklayarak her türlü usulsüzlük iddiasını bertaraf edebileceğinin de altını çiziyor.

Bunların hepsi bir dereceye kadar işe yarayacak iyi fikirler, ama düşünce kuruluşlarının partizanlık ve nüfuzla ilgili sorunları çok daha derin. Bu bağlamda, mevcut durumda payı olan temel etkenlerden biri de, piyasaya çok sayıda ve büyük boyutlu düşünce kuruluşlarının çıkması. Sayı arttıkça, fon rekabeti de artıyor; bu da güç dengesini düşünce kuruluşlarında çalışan uzmanlar yerine, ayakta kalmalarını sağlayacak potansiyel bağışçıların lehine çeviriyor. Siyasi kutuplaşma tırmanırken, bağışçılar da düşünce kuruluşlarının sadakatine dair kanıtlar bekliyor. Yani bu ortamda düşünce kuruluşları, rekabet edip gelişmek şöyle dursun, ayakta kalabilmek için bile yandaşların ve bağışçıların menfaatlerini ön plana koymaya kendilerini mecbur hissediyor. Bu temel maddi sorunu şeffaflıkla çözmekse mümkün değil.

Temel ekonomi ilkeleri der ki, eğer bağışçı-uzman ilişkisinde gücün tamamı bir tarafa ait olursa, arz ve talep dengesi bozulur. Bugün piyasada daha az düşünce kuruluşu olsaydı, bağışçılar da yandaş ya da menfaatlerine hizmet eden görüşleri uzmanlara bu kadar dayatamazdı.”

Bağımsız bir derecelendirme kuruluşu çözüme fayda sağlar mı?

Rojansky ve Shapiro, düşünce kuruluşlarının sektörün itibar ve güvenilirliğini ciddiye almaları gerektiğinin altını çizerek bağımsız bir derecelendirme kuruluşu kurulmasını bir çözüm önerisi olarak tartışmaya açıyorlar:

“Bunu yapmanın bir yolu, düşünce kuruluşlarının bir araya gelerek, finans sektöründe Standard and Poor’s veya Moody’s gibi örneklerini gördüğümüz bağımsız bir derecelendirme kuruluşu kurmaktır. Ancak burada, Pennsylvania Üniversitesi’nin Düşünce Kuruluşları Küresel Endeksi gibi daha ziyade US News & World Report dergisi tarafından hazırlanan en iyi üniversiteler sıralamasına benzeyen listelerden farklı bir derecelendirmeden bahsediyoruz.

Burada amaç, düşünce kuruluşlarını birbirleri ile kıyaslayan bir sıralama yapmak değil, bu kuruluşları, doğru araştırma pratiklerine uygun hareket etme ve gerçek anlamda bağımsız politika tavsiyelerinde bulunma yönündeki kapasite ve isteklilikleri bakımından değerlendirip onaylamak olmalıdır. En azından ABD merkezli kuruluşlar için konuşacak olursak, bir düşünce kuruluşunun derecelendirme kapsamına girebilmesi için, kamuoyunun aydınlatılmasına ilişkin olarak belirlenmiş sıkı gereklilikleri yerine getirmesi, yasaların izin verdiği durumlarda Yabancı Temsilciler Tescil Yasası’na uygun şekilde tescil edilmiş olması ve kâr amacı gütmeyen, vergiden muaf kuruluşlarla ilgili diğer olumlu pratiklere uyup uymadığının denetlenmesi gibi şartlar aranmalıdır. Nasıl ki yatırımcılar düşük dereceli tahvilleri almaktan kaçınıyorsa, düşünce kuruluşlarının potansiyel bağışçıları da bu derecelendirmelere bakarak, en iyi uygulama kriterlerini benimsemeyen kuruluşları eleyebilir.

Böyle bir sistemle bile, hükümet, tıpkı tescilli lobicilerde olduğu gibi, düşünce kuruluşlarının savunuculuk faaliyetlerinin yardımıyla usule aykırı biçimde elde edilen nüfuza karşı kamu menfaatini korumak için daha katı kurallar uygulamak zorunda kalacaktır. Mesela, potansiyel siyasi atamalar için ideolojik açıdan kendisine yakın düşünce kuruluşları arayan, yeni göreve gelmiş bir yönetim, K Street’teki tescilli lobicileri işe alırken onları nasıl dikkatlice soruşturuyor ve hangi etik ve beyan kriterlerine tabi tutuyorsa, söz konusu atamalarda da aynı titizlikle hareket etmelidir. Bir şirketten veya yabancı bir hükümetten fon alan düşünce kuruluşu mensupları, hükümette bu fon sağlayıcıya ilişkin politika üzerinde etkili bir konuma getirilmemelidir.”

Yabancı finansman alma ilkesi gözden geçirilmeli mi?

Yazarlar makalenin son bölümünde düşünce kuruluşlarının finansmanıyla ilgili soruna dikkat çekiyor ve mevcut işleyişin gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi gerektiğini belirtiyorlar:

“Son olarak, hem ABD hükümetinin hem de düşünce kuruluşlarının, yabancı finansman söz konusu olduğunda neyin uygun olup neyin olmadığını ciddi şekilde yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Yabancı Temsilciler Tescil Yasası kapsamında yapılacak tescil, en nihayetinde sadece bir bildirim şartı getiriyor. Burada asıl çetrefil olan soru şu: Yabancı hükümet ve şirketlerin, kendi görüşlerini destekletmek amacıyla, ileride hükümette yüksek makamlara gelebilecek olan nüfuz sahibi Amerikalılara para vermesine izin verilmeli mi, verilmemeli mi? Başka hiçbir modern demokraside, yabancıların, politika kararları üzerinde etki kurabilmesine imkan veren böylesine etkili bir mekanizma göremezsiniz.

Elbette, tamamen şeffaf hibeler veren, dost ve müttefik hükümetlerden, özel sektör kesintileri yoluyla Washington’a para aktaran, kirli, anti-demokratik ve hatta düpedüz düşman rejimlere kadar bin bir çeşit yabancı fon mevcut. Bu farklılıklar mühim bir mesele ve bu noktada yabancı finansmanın iyisiyle kötüsünü net bir şekilde tespit edip denetlemek son derece zor olabilir. Ancak Kongre, hiç değilse vergiden muaf Amerikan kurumlarının ülkenin dış politikasını etkilemeyi amaçlayan herhangi bir çalışma için dış finansman almasını yasaklamayı değerlendirmelidir. Söz konusu dış kaynaklı bir paranın alıcı tarafından ‘iyi’ veya en azından zararsız olarak değerlendirildiği durumlarda, parayı kabul eden kurum, yabancı fon alanların politika savunuculuğu faaliyetlerine ilişkin zorunlu beyan şartlarına ve güvenlik tedbirlerine uymaya da hazır olmalıdır.

Bu fikirlerden herhangi birinin düşünce kuruluşları veya politika yapıcılar tarafından benimsenme ihtimali var mı? Belki. En azından bazıları, bu tür reformları destekleyecektir, çünkü bahsettiğimiz gibi bir derecelendirme ve düzenleme sistemi, kurul gözetimi ve düzenli denetimler gibi halihazırda sahip oldukları kontrol mekanizmalarını pekiştirmek için bir fırsat. Derecelendirme sistemi, bu temiz çalışan düşünce kuruluşlarının iyi niyetlerini fon sağlayıcılara, hükümete ve kamuoyuna kanıtlamalarına yardımcı olacaktır. Buna uymamakta ayak diretecek olan kuruluşlar için ise iki ihtimal var: kâr amaçlı lobicilik ile vergiden muaf araştırma arasındaki gri alana geçerek ayakta kalmak ya da yeni kurallara uymayıp itibar kaybetmek, hatta iflas bayrağını çekmek. Bunu da piyasa güçleri ve bireysel tercihler belirleyecek.”

Bu yazı ilk kez 31 Mayıs 2021’de yayımlanmıştır.

 

Matthew Rojansky ve Jeremy Shapiro’nun Foreign Policy’nin internet sitesinde yayımlanan “Why Everyone Hates Think Tanks” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Evren Serbest tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline ve tamamına aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://foreignpolicy.com/2021/05/28/why-everyone-hates-think-tanks/

 

  1. Foreign Policy, 1970 tarihinde Samuel Huntington ve Warren Demian Manshel tarafından akademık yazıları yayımlamak amacıyla kurulan bir dergi… 1990 yılında genel yayın yönetmeni Moisés Naím tarafından 3 aylık akademik bir dergi konseptini değiştirerek iki aylık bir haber-yorum dergisine dönüştü. Dergi, küresel politika, ekonomi ve entegrasyon konularını işliyor.
  2. Çok sayıda lobi grubunun bulunduğu Washington D.C.’deki önemli bir cadde…

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Neden herkes düşünce kuruluşlarından nefret ediyor?

Düşünce kuruluşları hangi amaçla doğdu? Son yıllarda iş modelleri nasıl değişti? Neden itibar kaybediyorlar? Lobicilik, nüfuz ve ilişki satma biçimine dönüşmesini önlemek için neler yapılabilir?

Düşünce kuruluşları ve siyasete etkileri son yılların gözde tartışma konularından. Zira iç ve dış politikada siyasetçilere kullanabilecekleri bolca argüman sunuyorlar. Zaman zaman da lobicilik faaliyetleriyle birlikte anılıyorlar. Ancak güvenilirliklerinin eskiye oranla azaldığını düşünenlerin sayısı az değil.

ABD’de Wilson Center Kennan Enstitüsü Direktörü ve aynı zamanda Johns Hopkins Üniversitesi’nde İleri Uluslararası Çalışmalar bölümünde ders veren Matthew Rojansky ile Avrupa Dış İlişkiler Konseyi araştırma direktörü Jeremy Shapiro da bu eleştiriye katılanlardan. Foreign Policy’nin1 web sitesinde yayımlanan ortak makalelerinde, kendilerinin de bir parçası olduğu think-tank camiasına yönelik eleştirilerini paylaşıyor ve çözüm önerilerini sıralıyorlar. Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri yayınlıyoruz:

“İngiltere merkezli Cast From Clay adlı iletişim şirketi tarafından yapılan ankete göre, düşünce kuruluşlarına güven duyan Amerikalıların oranı sadece yüzde 20.
Kendi yakın akrabalarımız dahil bu kadar geniş bir kesimin güvenini kaybettiysek, artık düşünce kuruluşlarının ciddi ve belki de hak edilmiş bir itibar kaybı sorunu ile karşı karşıya olduğu gerçeğini kabul etmenin zamanı da gelmiş demektir. (…) Hükümetle yakın ilişkileri olan seçkinlerin oluşturduğu düşünce kuruluşları camiasında çalışıyor olmak, havalı başkent ortamlarında geçer akçe olsa da, ülkenin geri kalanında aynı etkiyi yaratmıyor.

Politika uzmanları, bu sınırlı çevrenin dışında kalan kesimlerin gözünde, zararı faydasından fazla, büyük, gereksiz bir başkent müessesesinin unsurları. Amerikalıların çoğu için düşünce kuruluşlarının tek faydası, siyasetçilere o sonu gelmez, beyhude partizan kavgalarda karşı tarafı pataklamak için sopa niyetine kullanacakları argümanları sağlıyor olmaları.”

Düşünce kuruluşları neydi, ne oldu?

Rojansky ve Shapiro, düşünce kuruluşlarına yönelik yaklaşımın eskiden böyle olmadığını öne sürüyor:

“Geçen yüzyılda, düşünce kuruluşları, politika oluşturma süreçlerinin bilimsel ilkeler temelinde, titizlikle yürütülmesine katkıda bulunan bir mekanizma olarak görülüyordu. Tıpkı üniversiteler gibi, bu kuruluşlar da zaman içerisinde oluşturdukları bilgi birikimleriyle, devrim niteliğinde fikirlerin geliştiği birer uzmanlık merkezi görevi görmekteydi. O çeşitlilik ortamında, birbirlerini sorgulayarak, kimi zaman hasımlığa varacak düzeyde rekabetçi, ama her şeye rağmen gerçeklere dayalı, katılımcı bir politika oluşturma süreci tesis ediyorlar ve bu vesileyle de hakikatin veya hiç değilse en başarılı uygulamaların ortaya çıkmasına katkı sağlıyorlardı.

Düşünce kuruluşlarının bir diğer yönü de, ileride hükümet kanadında önemli pozisyonlara gelebilecek kişilere yatırım yaparak, bir nevi entelektüel girişim sermayedarı olmalarıydı. Bu saydığımız işlevler, günümüzde de belli ölçüde devam ediyor. Fakat artık hiçbirisi düşünce kuruluşlarının bugünkü hâkim gerçekleri ile örtüşmüyor.”

İki yazar, günümüzde düşünce kuruluşlarının iş modellerinin ciddi anlamda değiştiğini vurguluyor:

“Aslına bakılırsa, düşünce kuruluşlarının iş modeli kaygı verici yönlere doğru evrilmiş durumda. Sektör büyüdükçe, toplum kutuplaştıkça ve fon bulma rekabeti sertleştikçe, bazı düşünce kuruluşları adeta birer yandaş grubuna, hatta lobiciye dönüştü. Çünkü siyasi partiler, kılı kırk yaran, net bir dil kullanmayan akademik dalkavuklar değil, sadık propagandacılar istiyor. Potansiyel bağışçıların aradığı da ‘politika kurşunları’nı” doğru zamanda, doğru hedefe isabet ettirecek deneyimli keskin nişancılar…

Düşünce kuruluşlarının iş modeli nasıl değişti?

New York Times’ın 2014-2017 yılları arasında yürüttüğü bir dizi araştırmanın da ortaya koyduğu üzere, düşünce kuruluşu iş modeli, zaman içerisinde rahatsız edici bir değişim geçirerek nüfuz ve ilişki satma biçimini aldı. Kimi düşünce kuruluşları için iş, artık yeni fikirler geliştirmek ve tartışma ortamına bilgiyle katkı sağlamaktan tamamen çıkıp, fon verenlerin çıkarlarını destekleyen fikirleri satmaya dönüştü. Üstelik bu açık alışveriş yeni bir şey de sayılmaz.

Washington’da lobicilik; özel sektörün, varlıklı kişilerin, hatta yabancı hükümetlerin kendileri için önem taşıyan meselelerde nüfuz satın almak amacıyla başkentin sürekli değişen siyaset simsarlarının kapısını çalmasıyla son otuz yılda patlama yaşadı.

Fon verenler, düşünce kuruluşlarının ayakta kalıp başarılı olabilmeleri açısından kritik önem taşıyor. Ancak bu kaynakların her an başka yerlere de yönlendirebileceği gerçeği, düşünce kuruluşlarını ciddi bir baskı altına sokarak bağışçıların istediğini vermeye sevk ediyor. Öyle ki, aradaki herkesi devreden çıkarıp tamamen kendi amaçlarına hizmet edecek düşünce kuruluşları kurup fon verenler bile var.

Fon kovalama yarışı, sorunun temel nedeni ise, durumu bu noktaya getiren de Washington’ın derinlere işlemiş partizan siyaset kültürü ve beraberinde oluşturduğu yankı odası diyebiliriz. Yeni medya, sosyal medya ve dezenformasyonun giderek yaygınlaştığı günümüzde, düşünce kuruluşları, verilecek mesajı kontrolleri altında tutmak için birbirleriyle mücadele ediyor. Tek başına bir ses, kalabalıkta boğulup gideceğinden, politika uzmanları, siyasi partiler gibi birleşerek hareket ediyor.

Hatta sağ görüşlü Heritage Foundation ve sol görüşlü Center for American Progress gibi kimi gruplar, kâr amacı gütmeme şapkası altında yapamayacakları yandaş çalışmalar için alenen lobicilik branşları bile kurdu. Bu yasal kurgu, kamu yararı taşıyan tarafsız araştırma faaliyetleri ile başkentte lobiciliğin merkezi K Street2 bölgesinde yürütülen çalışmalardan farkı olmayan türden lobicilik faaliyetleri arasındaki sınırı da bir nevi kaldırmış oluyor.”

Saygın örnekler de var

Rojansky ve Shapiro’ya göre, saygın ve övgüye değer sayısız istisnalar da var. Nüfuz ticareti ve yandaşlığa kayan örneklerin çok olması, sokaktaki vatandaşın işini dürüstçe yapanları dürüst olmayanlardan ayırt etmesini imkânsız kılıyor. Yazarlar mevcut durumu bir bataklığa benzetiyor:

“Tüm bunlar, politika camiasını, en bilgili ve bağımsız politika uzmanının dahi nüfuz simsarlarının pisliğiyle kirlendiği dev bir bataklığa dönüştürüyor. Yani düşünce kuruluşlarının yaşadığı imaj sorununun altında, Washington’daki lobicilik ve partizanlık sorunu yatıyor ve bunu düzeltmek için daha fazla çaba göstermemiz gerekiyor.”

Şeffaflığı artırmak çare olur mu?

Kendileri de düşünce kuruluşlarında görev yapan iki isim, sektöre çözüm önerisi getiren bir rapordan söz ediyor:

“Quincy Sorumlu Devlet Yönetimi Enstitüsü’nün düşünce kuruluşu sektörünün durumuna ilişkin olarak hazırladığı bir rapor da benzer sonuçlar ortaya koyuyor. Düşünce kuruluşlarında bariz çıkar çatışmalarını azaltıp şeffaflığı arttıracak bir dizi önlem alınmasını tavsiye eden raporda, finansman konusunda daha şeffaf olmanın uzun vadede sağlayacağı faydaların, kısa vadeli her türlü itibar zedelenmesine üstün geleceği öne sürülüyor.

Yabancı kaynaklardan alınan fonlar konusunda ise, düşünce kuruluşlarına kendilerini Yabancı Temsilciler Tescil Yasası uyarınca ‘yabancı temsilci’ olarak tescil ettirmeleri tavsiye ediliyor. Rapor ayrıca düşünce kuruluşlarının finansman, projeler ve şahıslarla ilgili aleni çıkar çatışmalarını dikkatle öngörüp bunları açıklayarak her türlü usulsüzlük iddiasını bertaraf edebileceğinin de altını çiziyor.

Bunların hepsi bir dereceye kadar işe yarayacak iyi fikirler, ama düşünce kuruluşlarının partizanlık ve nüfuzla ilgili sorunları çok daha derin. Bu bağlamda, mevcut durumda payı olan temel etkenlerden biri de, piyasaya çok sayıda ve büyük boyutlu düşünce kuruluşlarının çıkması. Sayı arttıkça, fon rekabeti de artıyor; bu da güç dengesini düşünce kuruluşlarında çalışan uzmanlar yerine, ayakta kalmalarını sağlayacak potansiyel bağışçıların lehine çeviriyor. Siyasi kutuplaşma tırmanırken, bağışçılar da düşünce kuruluşlarının sadakatine dair kanıtlar bekliyor. Yani bu ortamda düşünce kuruluşları, rekabet edip gelişmek şöyle dursun, ayakta kalabilmek için bile yandaşların ve bağışçıların menfaatlerini ön plana koymaya kendilerini mecbur hissediyor. Bu temel maddi sorunu şeffaflıkla çözmekse mümkün değil.

Temel ekonomi ilkeleri der ki, eğer bağışçı-uzman ilişkisinde gücün tamamı bir tarafa ait olursa, arz ve talep dengesi bozulur. Bugün piyasada daha az düşünce kuruluşu olsaydı, bağışçılar da yandaş ya da menfaatlerine hizmet eden görüşleri uzmanlara bu kadar dayatamazdı.”

Bağımsız bir derecelendirme kuruluşu çözüme fayda sağlar mı?

Rojansky ve Shapiro, düşünce kuruluşlarının sektörün itibar ve güvenilirliğini ciddiye almaları gerektiğinin altını çizerek bağımsız bir derecelendirme kuruluşu kurulmasını bir çözüm önerisi olarak tartışmaya açıyorlar:

“Bunu yapmanın bir yolu, düşünce kuruluşlarının bir araya gelerek, finans sektöründe Standard and Poor’s veya Moody’s gibi örneklerini gördüğümüz bağımsız bir derecelendirme kuruluşu kurmaktır. Ancak burada, Pennsylvania Üniversitesi’nin Düşünce Kuruluşları Küresel Endeksi gibi daha ziyade US News & World Report dergisi tarafından hazırlanan en iyi üniversiteler sıralamasına benzeyen listelerden farklı bir derecelendirmeden bahsediyoruz.

Burada amaç, düşünce kuruluşlarını birbirleri ile kıyaslayan bir sıralama yapmak değil, bu kuruluşları, doğru araştırma pratiklerine uygun hareket etme ve gerçek anlamda bağımsız politika tavsiyelerinde bulunma yönündeki kapasite ve isteklilikleri bakımından değerlendirip onaylamak olmalıdır. En azından ABD merkezli kuruluşlar için konuşacak olursak, bir düşünce kuruluşunun derecelendirme kapsamına girebilmesi için, kamuoyunun aydınlatılmasına ilişkin olarak belirlenmiş sıkı gereklilikleri yerine getirmesi, yasaların izin verdiği durumlarda Yabancı Temsilciler Tescil Yasası’na uygun şekilde tescil edilmiş olması ve kâr amacı gütmeyen, vergiden muaf kuruluşlarla ilgili diğer olumlu pratiklere uyup uymadığının denetlenmesi gibi şartlar aranmalıdır. Nasıl ki yatırımcılar düşük dereceli tahvilleri almaktan kaçınıyorsa, düşünce kuruluşlarının potansiyel bağışçıları da bu derecelendirmelere bakarak, en iyi uygulama kriterlerini benimsemeyen kuruluşları eleyebilir.

Böyle bir sistemle bile, hükümet, tıpkı tescilli lobicilerde olduğu gibi, düşünce kuruluşlarının savunuculuk faaliyetlerinin yardımıyla usule aykırı biçimde elde edilen nüfuza karşı kamu menfaatini korumak için daha katı kurallar uygulamak zorunda kalacaktır. Mesela, potansiyel siyasi atamalar için ideolojik açıdan kendisine yakın düşünce kuruluşları arayan, yeni göreve gelmiş bir yönetim, K Street’teki tescilli lobicileri işe alırken onları nasıl dikkatlice soruşturuyor ve hangi etik ve beyan kriterlerine tabi tutuyorsa, söz konusu atamalarda da aynı titizlikle hareket etmelidir. Bir şirketten veya yabancı bir hükümetten fon alan düşünce kuruluşu mensupları, hükümette bu fon sağlayıcıya ilişkin politika üzerinde etkili bir konuma getirilmemelidir.”

Yabancı finansman alma ilkesi gözden geçirilmeli mi?

Yazarlar makalenin son bölümünde düşünce kuruluşlarının finansmanıyla ilgili soruna dikkat çekiyor ve mevcut işleyişin gözden geçirilerek yeniden düzenlenmesi gerektiğini belirtiyorlar:

“Son olarak, hem ABD hükümetinin hem de düşünce kuruluşlarının, yabancı finansman söz konusu olduğunda neyin uygun olup neyin olmadığını ciddi şekilde yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Yabancı Temsilciler Tescil Yasası kapsamında yapılacak tescil, en nihayetinde sadece bir bildirim şartı getiriyor. Burada asıl çetrefil olan soru şu: Yabancı hükümet ve şirketlerin, kendi görüşlerini destekletmek amacıyla, ileride hükümette yüksek makamlara gelebilecek olan nüfuz sahibi Amerikalılara para vermesine izin verilmeli mi, verilmemeli mi? Başka hiçbir modern demokraside, yabancıların, politika kararları üzerinde etki kurabilmesine imkan veren böylesine etkili bir mekanizma göremezsiniz.

Elbette, tamamen şeffaf hibeler veren, dost ve müttefik hükümetlerden, özel sektör kesintileri yoluyla Washington’a para aktaran, kirli, anti-demokratik ve hatta düpedüz düşman rejimlere kadar bin bir çeşit yabancı fon mevcut. Bu farklılıklar mühim bir mesele ve bu noktada yabancı finansmanın iyisiyle kötüsünü net bir şekilde tespit edip denetlemek son derece zor olabilir. Ancak Kongre, hiç değilse vergiden muaf Amerikan kurumlarının ülkenin dış politikasını etkilemeyi amaçlayan herhangi bir çalışma için dış finansman almasını yasaklamayı değerlendirmelidir. Söz konusu dış kaynaklı bir paranın alıcı tarafından ‘iyi’ veya en azından zararsız olarak değerlendirildiği durumlarda, parayı kabul eden kurum, yabancı fon alanların politika savunuculuğu faaliyetlerine ilişkin zorunlu beyan şartlarına ve güvenlik tedbirlerine uymaya da hazır olmalıdır.

Bu fikirlerden herhangi birinin düşünce kuruluşları veya politika yapıcılar tarafından benimsenme ihtimali var mı? Belki. En azından bazıları, bu tür reformları destekleyecektir, çünkü bahsettiğimiz gibi bir derecelendirme ve düzenleme sistemi, kurul gözetimi ve düzenli denetimler gibi halihazırda sahip oldukları kontrol mekanizmalarını pekiştirmek için bir fırsat. Derecelendirme sistemi, bu temiz çalışan düşünce kuruluşlarının iyi niyetlerini fon sağlayıcılara, hükümete ve kamuoyuna kanıtlamalarına yardımcı olacaktır. Buna uymamakta ayak diretecek olan kuruluşlar için ise iki ihtimal var: kâr amaçlı lobicilik ile vergiden muaf araştırma arasındaki gri alana geçerek ayakta kalmak ya da yeni kurallara uymayıp itibar kaybetmek, hatta iflas bayrağını çekmek. Bunu da piyasa güçleri ve bireysel tercihler belirleyecek.”

Bu yazı ilk kez 31 Mayıs 2021’de yayımlanmıştır.

 

Matthew Rojansky ve Jeremy Shapiro’nun Foreign Policy’nin internet sitesinde yayımlanan “Why Everyone Hates Think Tanks” başlıklı yazısından öne çıkan bazı bölümler Evren Serbest tarafından çevrilmiş ve editoryal katkısıyla yayına hazırlanmıştır. Yazının orijinaline ve tamamına aşağıdaki linkten erişebilirsiniz: https://foreignpolicy.com/2021/05/28/why-everyone-hates-think-tanks/

 

  1. Foreign Policy, 1970 tarihinde Samuel Huntington ve Warren Demian Manshel tarafından akademık yazıları yayımlamak amacıyla kurulan bir dergi… 1990 yılında genel yayın yönetmeni Moisés Naím tarafından 3 aylık akademik bir dergi konseptini değiştirerek iki aylık bir haber-yorum dergisine dönüştü. Dergi, küresel politika, ekonomi ve entegrasyon konularını işliyor.
  2. Çok sayıda lobi grubunun bulunduğu Washington D.C.’deki önemli bir cadde…

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x