Ortadoğu’da geri dönülmez noktaya doğru: 5 olay

İsrail–Filistin arasında 7 Ekim’de başlayan gerilim bölgesel bir savaşa dönüşme riskiyle devam ediyor. 7 Ekim, 11 Eylül saldırıları gibi bir dönemin başlangıcı olabilir. Sonuncusu İran’ın İsrail’e doğrudan saldırısı olan 5 kritik gelişmeyi Prof. Richard Falk yazdı.

Bazı tarihler bir dönemin toplumsal bilincine kazınarak ikonik hale gelir. 21’inci yüzyılda bu türden iki olay yaşandı: ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen ve ‘teröre karşı savaş’ın başlamasına neden olan 11 Eylül saldırıları ile Hamas’ın, İsrail’in soykırım niteliğinde bir müdahaleyle karşılık verdiği sınır ötesi saldırısı. 1 Nisan henüz bu denli önemli görülmese de tek bir günün kaynaklık ettiği beş olay, Ortadoğu’nun siyasi hayatını etkileyen tehlikeli etkileşimleri gözler önüne seriyor. Bunların sonuçları, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonu olarak görülebilecek büyüklükte bir tepki döngüsü yaratıyor.

1 Nisan’la ilişkili bu beş olay, birbiriyle bağlantılı gelişmeler ve birlikte ele alındığında, 2,3 milyon Filistinliden oluşan Gazze nüfusunun uzun süredir devam eden çetin sınavıyla bağdaşır nitelikte. Hepsi de Ortadoğu’da yavaş yavaş gelişen ve tehlikeli bir şekilde alev almaya hazır bölgesel küresel gerilimleri artıran bir kriz esnasında meydana geldi. Neticede, son aylarda dikkat, enerji ve kaynaklar; iklim değişikliğinden, gerici milliyetçilik biçimlerinden ve ulusötesi popülist etkileşimlerin zayıflamasıyla daha da başarısız hale gelen siyasi liderlikten kaynaklanan acil küresel sorunlardan başka tarafa yöneldi.

Daha önceleri, aşağıdan gelen bu tür bir etkileşimin, temelde farklı görünen sorunlu meselelere ilişkin gerekli düzenlemeleri ve reformları yapmaları için hükümetler ve ekonomi elitleri üzerinde yeterli baskı oluşturacağı umulurdu.

Tepemizdeki karanlık gökyüzüne rağmen Nisan başında bu beş olayın birlikte gerçekleşmesi, politika önceliklerinde ekolojik dayanıklılık ve insancıl küresel yönetişim umutlarını artıracak, bölgesel ve uluslararası davranışları etkileyebilecek değişikliklere neden olabilir.

Şam saldırısı

Dikkate alınması gereken 1 Nisan olaylarından ilki, İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği yerleşkesindeki konsolosluk binasına düzenlediği füze saldırısıydı. Aralarında orduda görev yaptığı anlaşılan İran Devrim Muhafızları Birliği’nin yedi üyesinin de bulunduğu 12 kişi öldürüldü. Muhtemel İsrail hedefleri olan bu son kurbanlar arasında General Muhammed Rıza Zahedi de vardı. İran’da popüler bir siyasi figür olan Zahedi, Ocak 2021’de Trump başkanlığının son günlerinde diplomatik barış misyonunda görev yaparken ABD tarafından öldürülen General Kasım Süleymani suikastından bu yana suikasta uğrayan en yüksek rütbeli İranlı.

Uluslararası sınırların ötesinde bu tür şiddet içeren eylemlerin gerçekleştirilmesi bizatihi uluslararası bir suçtur; genellikle bir savaş eylemi ve kesinlikle siyasi bir provokasyon olarak değerlendirilir. Buna ek olarak, mevcut örnekte İranlılara yönelik suikastlar, yalnızca Suriye’nin ülke egemenliğini ihlal eden hukuka aykırı bir güç kullanımı değil, aynı zamanda uluslararası hukukun yasaklı hedef bölge olarak kabul ettiği yabancı bir diplomatik tesisin yasa dışı hedef alınmasını da içermesi nedeniyle daha da ağır bir suç. Bu tür saldırılar, tüm egemen devletlerin diplomasinin güvenliği ve diplomatlarının emniyeti konusundaki karşılıklı çıkarlarını korumak amacıyla yasaklanmıştır.

İran’ın Dinî Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İsrail’in kötü niyetli olduğu iddia edilen eylemlerine misilleme sözü verirken saldırıyı Suriye’de bulunan İran topraklarına yapılan bir saldırı olarak kınaması haksız değildi. İsrail hükümeti hiç vakit kaybetmeden İran’ın İsrail topraklarına zarar verecek herhangi bir misillemesinin, İsrail’in İran’daki hedeflere zarar vermesiyle sonuçlanacağı konusunda Tahran’ı resmî olarak uyardı. İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz ve Başbakan Netanyahu, Hamaney’e kendi tehditleriyle yanıt verdi: İsrail, kendisine zarar veren herhangi bir ülkeye veya devlet dışı aktöre zarar verecektir ve geçmişteki uygulamaları göz önüne alındığında, bunu son altı ayda Gazze’deki Filistin nüfusunun tamamına karşı yaptığı gibi orantısız bir şekilde yapacaktır. [İsrail’in orantısız güce başvurması, uzun zamandır ulusal güvenlik pratiğinin bir özelliğidir. Bkz. Falk, “Dahiya Doctrine: Justifying Disproportionate Warfare—A Prelude To Genocide” (Dahiya Doktrini: Orantısız Savaşı Gerekçelendirmek – Soykırımın Habercisi), 1 Nisan 2024, blog, [email protected]]

Hem İran hem de Suriye’nin 1 Nisan’daki bu provokasyonu, şaşırtıcı bir şekilde Biden’ın dış politikası açısından hiçbir zorluk yaratmadı. İsrail’in misilleme niteliğinde olmayan bu saldırısının açıkça uluslararası hukuku ihlal etmesine ve İran’ın misilleme tehdidini hayata geçirmesi halinde bölgede daha geniş bir savaş riskinin artacak olmasına rağmen kararlı bir şekilde hem İran hem de Suriye karşıtı olmaya devam etti. Biden, İran’la gelecekte yaşanacak herhangi bir mücadelede ABD’nin İsrail’in yanında yer alma kararlılığını yeniden teyit etmek için elinden geleni yaptı. Suriye ise belirsizlik içinde bırakılıyor, ancak aynı zamanda Suriye’nin misilleme yapmaya karar vermesi durumunda Amerika’nın İsrail’in yanında yer alma konusunda istekli olması da beklenmiyor.

Dünya Merkezi Mutfağı saldırısı

Nisan ayının başındaki ikinci olay çok daha ani bir etkiye neden oldu. İsrail’in Kuzey Gazze’de açlıktan ölmek üzere olan Filistinlilere çok ihtiyaç duyulan gıdaları temin eden bir dış yardım konvoyu olan Dünya Merkezi Mutfağı’na (WCK) yönelik, altı yardım görevlisi ve şoförün hayatını kaybetmesine neden olan ve kamuoyuna geniş yer bulan saldırısı, Batı’nın öfkeli tepkisine yol açtı.

Aslında İsrail’in 7 Ekim Hamas saldırısına misilleme yapmaya başlamasından bu yana Gazze’ye yurt dışından en temel ihtiyaçları ulaştıran yardımı olumsuz etkileyen benzer vahşet olayları, hatta bundan çok daha kötüsü yaşanmıştı. WCK saldırısını diğer saldırılardan farklı kılan, öldürülen yardım çalışanlarının Filistinlilerden ziyade İsrail’i destekleyen Batılı ülkelerin vatandaşları olmasıydı. Ahlaki ve hukuki açıdan mağdurların kimlikleri hiçbir fark yaratmasa da siyasi açıdan değerlendirildiğinde farklı bir tablo ortaya çıkıyor.

WCK saldırısının ardından, yüksek profilli medya ve hükümetlerden İsrail’in bu tür bir saldırıdaki varsayılan kasıtlı sorumluluğuna yönelik öfkeli açıklamalar geldi. Hem Netanyahu hem de Biden, müttefiklerinin vatandaşlarına yönelik bu tür kasıtlı ölümcül şiddetten sorumlu tutuldu. Gazze soykırımı karşısında koşulsuz İsrail yanlısı politikaya yönelik artan eleştiriler ve ardından Batılı yardım çalışanlarının kasıtlı öldürülmesi nedeniyle Biden’ın 2024’te yeniden seçilme şansının gölgelenmesi kabul edilemezdi. Bunu, WCK saldırısına yönelik sert bir eleştiri izledi. İsrail’e, bu tür olayların tekrarlanmasının ABD’nin İsrail’i destekleme konusundaki istekliliğinin gözden geçirilmesine yol açacağı yönünde bir uyarı geldi. Biden’ın herkesin önünde İsrail’i eleştirmesinin, Netanyahu’nun kurbanlar için Batılı hükümetlerden özür dilemesi kadar nadir olduğunu da belirtmek lazım.

Biden-Netanyahu görüşmesi

Olayların bu şekilde örtüşmesi, hem Tel Aviv’de hem de Washington’da jeopolitik bir panik atağa yol açtı ve WCK saldırısından birkaç gün sonra, Biden ile Netanyahu arasında ilişkileri düzeltme amaçlı ve Blinken’ın hattı sessizce dinlediği bildirilen acil bir telefon görüşmesinin yapılmasına yol açtı. Her ne kadar 4 Nisan’da gerçekleşmiş olsa da, söz konusu görüşme üç gün önceki WCK saldırısının doğrudan bir sonucuydu.

Netanyahu o kadar köşeye sıkışmıştı ki İsrail’in baş destekçisi ABD’nin kaygılarına yanıt verme konusunda ne zayıf ne de düşmanca görünerek, öldürülen WCK yardım çalışanlarının hükümetlerinden kamuoyu önünde özür dileme ihtiyacı hissetti. Biden ise tam tersine, ülke içinde iki uçtaki eleştiriler arasında ince bir ip üzerinde yürüyordu; bir taraf ateşkes için baskı yaparak ABD yönetimini İsrail’den kopmaya zorluyor, diğer taraf ise ne olursa olsun İsrail’in desteklenmeye devam edileceğine dair güvence arıyordu.

Bu olağandışı ikili diplomatik oyunun ortaya serilmesine neden olan, iki zor durumdaki lider arasında normalde özel nitelikteki konuşmanın akabinde açığa çıkmasıydı. Bu, özel hususların mevcut olduğunu ortaya koyarak uluslararası kriz durumlarındaki diplomatik uygulamalardan keskin bir sapmayı temsil ediyordu. Benzer durumlardaki olağan uygulama, devlet başkanları arasındaki bu tür doğrudan görüşmeleri, en azından makul bir süre boyunca gizli tutmak, kamuoyunun ve hatta medyanın bu fikir alışverişi konusunda ve varsayılan öfke, açıklama ve pişmanlığa ilişkin en iyi tahminlerde bulunmasına izin vermektir. Ancak Biden-Netanyahu görüşmesinin asıl amacı, Amerikalılara ve daha genel olarak Batı’ya, Batılı ülkelerin uluslararası yardım çabalarına müdahale etme şeklini değiştirmediği sürece İsrail’in ne terk edildiğine ne de koşulsuz destek garantisinin verildiğine dair güvence vermek gibi göründüğünden, liderlerin konuşmanın içeriğini açıklaması münasipti.

Düşünüldüğünde, İsrail’in BM yardım görevlilerine saldırması Batı’da çok daha kabul edilebilir (hiç Batılı öldürülmediği sürece); özellikle de Filistinlilerin acılarını hafifletmek için UNRWA sınırları kapsamında kriz boyunca kahramanca çalışanlar, Gazze saldırısında kendi personelinin kaybının acısını yaşayanlar için bu geçerli. Bu anlamda, bu karmaşık halkla ilişkiler girişiminin en tehlikeli ve sorumsuz özelliği, İsrail’in İran karşıtı yaklaşımına ABD desteğinin devam edeceği yönündeki güçlü taahhüdün ortaya çıkmasıydı. Bu da makul bir şekilde Netanyahu’nun ülkesindeki başarısızlıklarını gizlemek, Hamas’ı yok etmek, 7 Ekim rehinelerinin serbest bırakılmasını sağlamak, İsrail’in meşruiyetine karşı küresel tepkiyi en aza indirmek ve İsrailliler arasında popülerliğini geri kazanmak için İran’la doğrudan bir karşılaşmayı teşvik etme girişimlerini artırıcı etki yapabilirdi. Aynı zamanda İran’daki liderlere, uluslararası hukukun temel kurallarını ihlal etse bile İsrail’in İran’la ilgili bir durumda destekleneceği yönündeki tatsız mesajı da iletti. Bu yenilenen dayanışma gösterisi ya yıkıcı ve daha geniş bir savaşı daha olası hale getirdi ya da İran’ı herhangi bir misilleme tepkisini yumuşatacak derecede korkuttu. Tahran ve Tel Aviv’e bu tür sinyaller göndermek, ABD’nin İran’da rejim değişikliği gerçekleştirmeye kararlı olduğu ve çatışma alanını İran’ı ve Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki devlet dışı aktörleri de kapsayacak şekilde genişleterek Netanyahu’ya Gazze’deki başarısızlıklarını gizlemesi için dolaylı teşvik vermeye istekli olduğu izlenimini güçlendirecekti.

Netahyahu liderliğinin tahmin edebileceği ve belki de arzu edebileceği, İran’ın İsrail’deki hedefleri vurmaya programlanmış insansız askeri hava araçlarıyla misilleme yapmasıydı. İnsansız hava araçlarının çoğu ya ABD askeri operasyonları ya da İsrail’in müthiş savunma güçleri tarafından durduruldu ve imha edildi; böylece İsrail topraklarında çok az hasara neden oldu. Saldırı her ne kadar 13 Nisan’da gerçekleşmiş olsa da tıpkı Biden-Netanyahu ilişkisinin tonundaki keskin değişim gibi Tahran’ın misillemesi de 1 Nisan’daki Şam saldırısının doğrudan bir sonucuydu. Daha önce de belirtildiği gibi, Netanyahu İsrail’deki siyasi hayatı için mücadele veriyor. Bu da hem kişisel ve hem de ulusal çapta bir yenilgiyi önlemek için daha geniş bir savaşı onun nihai seçeneği haline getiriyor. Aksi halde Şam saldırısının pervasızlığının hiçbir anlamı yok. ABD’nin İsrail’in savunmasına dahil olması ve Netanyahu’nun insansız hava aracı saldırısı girişimi nedeniyle İsrail’in İran’la işinin henüz bitmediği şeklindeki ilk tepkisi, İsrail’in dikkatin Gazze’den İsrail’e kaydırılması yönündeki riskli cesaretlendirmesini doğrular nitelikte. Çatışmanın yeni evresinin boyutunu, bölgedeki diğer ülkelerin yanı sıra Çin ve Rusya’nın tepkileri belirleyecek.

Şifa Hastanesi’nden çekilme

1 Nisan’ın dikkate değer son olayı, İsrail’in güçlerini Gazze Şehri’nde yerle bir olan Şifa Hastanesi ve çevresinden çekmesiyle yaşandı.

O gün İsrail, Şifa Hastanesi’nde iki haftadır sürdürdüğü vahşi tutumuna son verdi ki burada yataklara hapsolmuş Filistinli hastalar ve hastaneyi terk etmeyi reddeden doktorlar vurularak öldürülmüştü. Hamas ve İslami Cihad üyesi olduğu ileri sürülen kişiler de Filistin direnişinin sempatizanı oldukları gerekçesiyle ele geçirildikten sonra olay yerinde öldürülmüştü. Elbette bunun üzerine ne Netanyahu’dan herhangi bir özür geldi ne de Biden İsrail’i bu tür davranışlardan kaçınması konusunda uyardı. Askerî operasyonlardaki vahşet kurbanları Filistinliyse, başlarına ne gelirse gelsin, Washington’da kimsenin kılı kıpırdamaz.

ABD yönetimi, kendi iç nedenlerinden dolayı, insani yardım çabalarını desteklediğini İsrail’in savaş yöntemlerine meydan okumadan veya bölgesel rakiplerle mücadelede uluslararası hukuk kurallarına uyulması konusunda ısrar etmeden göstermek istiyor. Bu tür uyarılar söz konusu olduğunda, yalnızca Papa Francis veya BM Genel Sekreteri Guterres gibi Batı’daki ahlaki otoritenin sesleri Gazze’deki grotesk soykırım çilesine muhalif olarak duyulabilir ve bu sözler soykırıma karşı olanlar için anlamlıdır. Bu tür barış çağrıları hükümetler ve siyasi elitler açısından nadiren önem taşır.

Batı’nın soykırım karşısındaki sessizliği, 7 Ekim’den bu yana İsrail’e verilen maddi, istihbari ve diplomatik destekle utanmadan vurgulanan bir suç ortaklığı suçudur.

Bu olaylar, 1 Nisan’ın, İsrail’in 7 Ekim saldırısına tepkisinin canice boyutlarını ve Batılı liberal demokrasilerin (İspanya dışındaki Avrupalı eski sömürge güçleri ve başta ABD ve Kanada olmak üzere ayrılıkçı İngiliz kolonileri) genel tepkisini anlamak için üzerinde düşünmeye değer bir gün olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Söz konusu beş odak noktasının yıkıcı bir bölgesel medeniyetler arası çatışmaya mı sürükleneceği, yoksa gecikmiş bir ateşkesin ilan edilip gerçek bir barış sürecinin mi başlatılacağı, önceki tartışmayı gölgede bırakan bir soru. Ve bu soru, bu beş olayı nasıl algıladığımıza ve bunların önümüzdeki haftalarda ve aylarda nasıl sonuçlanacağına dair kalıcı bir ilgi uyandırıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 15 Nisan 2024’te yayımlanmıştır.

Richard Falk
Richard Falk
Prof. Richard Falk - ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank Emeritus profesörü. Aynı zamanda California Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Araştırma Danışmanı. 2008-2014 yıllarında Birleşmiş Milletler’in Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yaptı. Kendi bloğunda (richardfalk.wordpress.com) dünya barışı ve küresel adaletle ilgili konular hakkında yazılar yazıyor, dünyanın pek çok farklı ülkesinde konuşmalar yapıyor. Dünyanın önde gelen uluslararası hukuk uzmanlarından biri olan Prof. Dr. Falk, akademisyenliğinin yanında 50 yılı aşkın yazarlık ve editörlük hayatında birçok esere imza attı. Falk, 2009’dan bu yana her yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriliyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Ortadoğu’da geri dönülmez noktaya doğru: 5 olay

İsrail–Filistin arasında 7 Ekim’de başlayan gerilim bölgesel bir savaşa dönüşme riskiyle devam ediyor. 7 Ekim, 11 Eylül saldırıları gibi bir dönemin başlangıcı olabilir. Sonuncusu İran’ın İsrail’e doğrudan saldırısı olan 5 kritik gelişmeyi Prof. Richard Falk yazdı.

Bazı tarihler bir dönemin toplumsal bilincine kazınarak ikonik hale gelir. 21’inci yüzyılda bu türden iki olay yaşandı: ABD’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a düzenlenen ve ‘teröre karşı savaş’ın başlamasına neden olan 11 Eylül saldırıları ile Hamas’ın, İsrail’in soykırım niteliğinde bir müdahaleyle karşılık verdiği sınır ötesi saldırısı. 1 Nisan henüz bu denli önemli görülmese de tek bir günün kaynaklık ettiği beş olay, Ortadoğu’nun siyasi hayatını etkileyen tehlikeli etkileşimleri gözler önüne seriyor. Bunların sonuçları, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonu olarak görülebilecek büyüklükte bir tepki döngüsü yaratıyor.

1 Nisan’la ilişkili bu beş olay, birbiriyle bağlantılı gelişmeler ve birlikte ele alındığında, 2,3 milyon Filistinliden oluşan Gazze nüfusunun uzun süredir devam eden çetin sınavıyla bağdaşır nitelikte. Hepsi de Ortadoğu’da yavaş yavaş gelişen ve tehlikeli bir şekilde alev almaya hazır bölgesel küresel gerilimleri artıran bir kriz esnasında meydana geldi. Neticede, son aylarda dikkat, enerji ve kaynaklar; iklim değişikliğinden, gerici milliyetçilik biçimlerinden ve ulusötesi popülist etkileşimlerin zayıflamasıyla daha da başarısız hale gelen siyasi liderlikten kaynaklanan acil küresel sorunlardan başka tarafa yöneldi.

Daha önceleri, aşağıdan gelen bu tür bir etkileşimin, temelde farklı görünen sorunlu meselelere ilişkin gerekli düzenlemeleri ve reformları yapmaları için hükümetler ve ekonomi elitleri üzerinde yeterli baskı oluşturacağı umulurdu.

Tepemizdeki karanlık gökyüzüne rağmen Nisan başında bu beş olayın birlikte gerçekleşmesi, politika önceliklerinde ekolojik dayanıklılık ve insancıl küresel yönetişim umutlarını artıracak, bölgesel ve uluslararası davranışları etkileyebilecek değişikliklere neden olabilir.

Şam saldırısı

Dikkate alınması gereken 1 Nisan olaylarından ilki, İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği yerleşkesindeki konsolosluk binasına düzenlediği füze saldırısıydı. Aralarında orduda görev yaptığı anlaşılan İran Devrim Muhafızları Birliği’nin yedi üyesinin de bulunduğu 12 kişi öldürüldü. Muhtemel İsrail hedefleri olan bu son kurbanlar arasında General Muhammed Rıza Zahedi de vardı. İran’da popüler bir siyasi figür olan Zahedi, Ocak 2021’de Trump başkanlığının son günlerinde diplomatik barış misyonunda görev yaparken ABD tarafından öldürülen General Kasım Süleymani suikastından bu yana suikasta uğrayan en yüksek rütbeli İranlı.

Uluslararası sınırların ötesinde bu tür şiddet içeren eylemlerin gerçekleştirilmesi bizatihi uluslararası bir suçtur; genellikle bir savaş eylemi ve kesinlikle siyasi bir provokasyon olarak değerlendirilir. Buna ek olarak, mevcut örnekte İranlılara yönelik suikastlar, yalnızca Suriye’nin ülke egemenliğini ihlal eden hukuka aykırı bir güç kullanımı değil, aynı zamanda uluslararası hukukun yasaklı hedef bölge olarak kabul ettiği yabancı bir diplomatik tesisin yasa dışı hedef alınmasını da içermesi nedeniyle daha da ağır bir suç. Bu tür saldırılar, tüm egemen devletlerin diplomasinin güvenliği ve diplomatlarının emniyeti konusundaki karşılıklı çıkarlarını korumak amacıyla yasaklanmıştır.

İran’ın Dinî Lideri Ayetullah Ali Hamaney, İsrail’in kötü niyetli olduğu iddia edilen eylemlerine misilleme sözü verirken saldırıyı Suriye’de bulunan İran topraklarına yapılan bir saldırı olarak kınaması haksız değildi. İsrail hükümeti hiç vakit kaybetmeden İran’ın İsrail topraklarına zarar verecek herhangi bir misillemesinin, İsrail’in İran’daki hedeflere zarar vermesiyle sonuçlanacağı konusunda Tahran’ı resmî olarak uyardı. İsrail Dışişleri Bakanı Israel Katz ve Başbakan Netanyahu, Hamaney’e kendi tehditleriyle yanıt verdi: İsrail, kendisine zarar veren herhangi bir ülkeye veya devlet dışı aktöre zarar verecektir ve geçmişteki uygulamaları göz önüne alındığında, bunu son altı ayda Gazze’deki Filistin nüfusunun tamamına karşı yaptığı gibi orantısız bir şekilde yapacaktır. [İsrail’in orantısız güce başvurması, uzun zamandır ulusal güvenlik pratiğinin bir özelliğidir. Bkz. Falk, “Dahiya Doctrine: Justifying Disproportionate Warfare—A Prelude To Genocide” (Dahiya Doktrini: Orantısız Savaşı Gerekçelendirmek – Soykırımın Habercisi), 1 Nisan 2024, blog, [email protected]]

Hem İran hem de Suriye’nin 1 Nisan’daki bu provokasyonu, şaşırtıcı bir şekilde Biden’ın dış politikası açısından hiçbir zorluk yaratmadı. İsrail’in misilleme niteliğinde olmayan bu saldırısının açıkça uluslararası hukuku ihlal etmesine ve İran’ın misilleme tehdidini hayata geçirmesi halinde bölgede daha geniş bir savaş riskinin artacak olmasına rağmen kararlı bir şekilde hem İran hem de Suriye karşıtı olmaya devam etti. Biden, İran’la gelecekte yaşanacak herhangi bir mücadelede ABD’nin İsrail’in yanında yer alma kararlılığını yeniden teyit etmek için elinden geleni yaptı. Suriye ise belirsizlik içinde bırakılıyor, ancak aynı zamanda Suriye’nin misilleme yapmaya karar vermesi durumunda Amerika’nın İsrail’in yanında yer alma konusunda istekli olması da beklenmiyor.

Dünya Merkezi Mutfağı saldırısı

Nisan ayının başındaki ikinci olay çok daha ani bir etkiye neden oldu. İsrail’in Kuzey Gazze’de açlıktan ölmek üzere olan Filistinlilere çok ihtiyaç duyulan gıdaları temin eden bir dış yardım konvoyu olan Dünya Merkezi Mutfağı’na (WCK) yönelik, altı yardım görevlisi ve şoförün hayatını kaybetmesine neden olan ve kamuoyuna geniş yer bulan saldırısı, Batı’nın öfkeli tepkisine yol açtı.

Aslında İsrail’in 7 Ekim Hamas saldırısına misilleme yapmaya başlamasından bu yana Gazze’ye yurt dışından en temel ihtiyaçları ulaştıran yardımı olumsuz etkileyen benzer vahşet olayları, hatta bundan çok daha kötüsü yaşanmıştı. WCK saldırısını diğer saldırılardan farklı kılan, öldürülen yardım çalışanlarının Filistinlilerden ziyade İsrail’i destekleyen Batılı ülkelerin vatandaşları olmasıydı. Ahlaki ve hukuki açıdan mağdurların kimlikleri hiçbir fark yaratmasa da siyasi açıdan değerlendirildiğinde farklı bir tablo ortaya çıkıyor.

WCK saldırısının ardından, yüksek profilli medya ve hükümetlerden İsrail’in bu tür bir saldırıdaki varsayılan kasıtlı sorumluluğuna yönelik öfkeli açıklamalar geldi. Hem Netanyahu hem de Biden, müttefiklerinin vatandaşlarına yönelik bu tür kasıtlı ölümcül şiddetten sorumlu tutuldu. Gazze soykırımı karşısında koşulsuz İsrail yanlısı politikaya yönelik artan eleştiriler ve ardından Batılı yardım çalışanlarının kasıtlı öldürülmesi nedeniyle Biden’ın 2024’te yeniden seçilme şansının gölgelenmesi kabul edilemezdi. Bunu, WCK saldırısına yönelik sert bir eleştiri izledi. İsrail’e, bu tür olayların tekrarlanmasının ABD’nin İsrail’i destekleme konusundaki istekliliğinin gözden geçirilmesine yol açacağı yönünde bir uyarı geldi. Biden’ın herkesin önünde İsrail’i eleştirmesinin, Netanyahu’nun kurbanlar için Batılı hükümetlerden özür dilemesi kadar nadir olduğunu da belirtmek lazım.

Biden-Netanyahu görüşmesi

Olayların bu şekilde örtüşmesi, hem Tel Aviv’de hem de Washington’da jeopolitik bir panik atağa yol açtı ve WCK saldırısından birkaç gün sonra, Biden ile Netanyahu arasında ilişkileri düzeltme amaçlı ve Blinken’ın hattı sessizce dinlediği bildirilen acil bir telefon görüşmesinin yapılmasına yol açtı. Her ne kadar 4 Nisan’da gerçekleşmiş olsa da, söz konusu görüşme üç gün önceki WCK saldırısının doğrudan bir sonucuydu.

Netanyahu o kadar köşeye sıkışmıştı ki İsrail’in baş destekçisi ABD’nin kaygılarına yanıt verme konusunda ne zayıf ne de düşmanca görünerek, öldürülen WCK yardım çalışanlarının hükümetlerinden kamuoyu önünde özür dileme ihtiyacı hissetti. Biden ise tam tersine, ülke içinde iki uçtaki eleştiriler arasında ince bir ip üzerinde yürüyordu; bir taraf ateşkes için baskı yaparak ABD yönetimini İsrail’den kopmaya zorluyor, diğer taraf ise ne olursa olsun İsrail’in desteklenmeye devam edileceğine dair güvence arıyordu.

Bu olağandışı ikili diplomatik oyunun ortaya serilmesine neden olan, iki zor durumdaki lider arasında normalde özel nitelikteki konuşmanın akabinde açığa çıkmasıydı. Bu, özel hususların mevcut olduğunu ortaya koyarak uluslararası kriz durumlarındaki diplomatik uygulamalardan keskin bir sapmayı temsil ediyordu. Benzer durumlardaki olağan uygulama, devlet başkanları arasındaki bu tür doğrudan görüşmeleri, en azından makul bir süre boyunca gizli tutmak, kamuoyunun ve hatta medyanın bu fikir alışverişi konusunda ve varsayılan öfke, açıklama ve pişmanlığa ilişkin en iyi tahminlerde bulunmasına izin vermektir. Ancak Biden-Netanyahu görüşmesinin asıl amacı, Amerikalılara ve daha genel olarak Batı’ya, Batılı ülkelerin uluslararası yardım çabalarına müdahale etme şeklini değiştirmediği sürece İsrail’in ne terk edildiğine ne de koşulsuz destek garantisinin verildiğine dair güvence vermek gibi göründüğünden, liderlerin konuşmanın içeriğini açıklaması münasipti.

Düşünüldüğünde, İsrail’in BM yardım görevlilerine saldırması Batı’da çok daha kabul edilebilir (hiç Batılı öldürülmediği sürece); özellikle de Filistinlilerin acılarını hafifletmek için UNRWA sınırları kapsamında kriz boyunca kahramanca çalışanlar, Gazze saldırısında kendi personelinin kaybının acısını yaşayanlar için bu geçerli. Bu anlamda, bu karmaşık halkla ilişkiler girişiminin en tehlikeli ve sorumsuz özelliği, İsrail’in İran karşıtı yaklaşımına ABD desteğinin devam edeceği yönündeki güçlü taahhüdün ortaya çıkmasıydı. Bu da makul bir şekilde Netanyahu’nun ülkesindeki başarısızlıklarını gizlemek, Hamas’ı yok etmek, 7 Ekim rehinelerinin serbest bırakılmasını sağlamak, İsrail’in meşruiyetine karşı küresel tepkiyi en aza indirmek ve İsrailliler arasında popülerliğini geri kazanmak için İran’la doğrudan bir karşılaşmayı teşvik etme girişimlerini artırıcı etki yapabilirdi. Aynı zamanda İran’daki liderlere, uluslararası hukukun temel kurallarını ihlal etse bile İsrail’in İran’la ilgili bir durumda destekleneceği yönündeki tatsız mesajı da iletti. Bu yenilenen dayanışma gösterisi ya yıkıcı ve daha geniş bir savaşı daha olası hale getirdi ya da İran’ı herhangi bir misilleme tepkisini yumuşatacak derecede korkuttu. Tahran ve Tel Aviv’e bu tür sinyaller göndermek, ABD’nin İran’da rejim değişikliği gerçekleştirmeye kararlı olduğu ve çatışma alanını İran’ı ve Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki devlet dışı aktörleri de kapsayacak şekilde genişleterek Netanyahu’ya Gazze’deki başarısızlıklarını gizlemesi için dolaylı teşvik vermeye istekli olduğu izlenimini güçlendirecekti.

Netahyahu liderliğinin tahmin edebileceği ve belki de arzu edebileceği, İran’ın İsrail’deki hedefleri vurmaya programlanmış insansız askeri hava araçlarıyla misilleme yapmasıydı. İnsansız hava araçlarının çoğu ya ABD askeri operasyonları ya da İsrail’in müthiş savunma güçleri tarafından durduruldu ve imha edildi; böylece İsrail topraklarında çok az hasara neden oldu. Saldırı her ne kadar 13 Nisan’da gerçekleşmiş olsa da tıpkı Biden-Netanyahu ilişkisinin tonundaki keskin değişim gibi Tahran’ın misillemesi de 1 Nisan’daki Şam saldırısının doğrudan bir sonucuydu. Daha önce de belirtildiği gibi, Netanyahu İsrail’deki siyasi hayatı için mücadele veriyor. Bu da hem kişisel ve hem de ulusal çapta bir yenilgiyi önlemek için daha geniş bir savaşı onun nihai seçeneği haline getiriyor. Aksi halde Şam saldırısının pervasızlığının hiçbir anlamı yok. ABD’nin İsrail’in savunmasına dahil olması ve Netanyahu’nun insansız hava aracı saldırısı girişimi nedeniyle İsrail’in İran’la işinin henüz bitmediği şeklindeki ilk tepkisi, İsrail’in dikkatin Gazze’den İsrail’e kaydırılması yönündeki riskli cesaretlendirmesini doğrular nitelikte. Çatışmanın yeni evresinin boyutunu, bölgedeki diğer ülkelerin yanı sıra Çin ve Rusya’nın tepkileri belirleyecek.

Şifa Hastanesi’nden çekilme

1 Nisan’ın dikkate değer son olayı, İsrail’in güçlerini Gazze Şehri’nde yerle bir olan Şifa Hastanesi ve çevresinden çekmesiyle yaşandı.

O gün İsrail, Şifa Hastanesi’nde iki haftadır sürdürdüğü vahşi tutumuna son verdi ki burada yataklara hapsolmuş Filistinli hastalar ve hastaneyi terk etmeyi reddeden doktorlar vurularak öldürülmüştü. Hamas ve İslami Cihad üyesi olduğu ileri sürülen kişiler de Filistin direnişinin sempatizanı oldukları gerekçesiyle ele geçirildikten sonra olay yerinde öldürülmüştü. Elbette bunun üzerine ne Netanyahu’dan herhangi bir özür geldi ne de Biden İsrail’i bu tür davranışlardan kaçınması konusunda uyardı. Askerî operasyonlardaki vahşet kurbanları Filistinliyse, başlarına ne gelirse gelsin, Washington’da kimsenin kılı kıpırdamaz.

ABD yönetimi, kendi iç nedenlerinden dolayı, insani yardım çabalarını desteklediğini İsrail’in savaş yöntemlerine meydan okumadan veya bölgesel rakiplerle mücadelede uluslararası hukuk kurallarına uyulması konusunda ısrar etmeden göstermek istiyor. Bu tür uyarılar söz konusu olduğunda, yalnızca Papa Francis veya BM Genel Sekreteri Guterres gibi Batı’daki ahlaki otoritenin sesleri Gazze’deki grotesk soykırım çilesine muhalif olarak duyulabilir ve bu sözler soykırıma karşı olanlar için anlamlıdır. Bu tür barış çağrıları hükümetler ve siyasi elitler açısından nadiren önem taşır.

Batı’nın soykırım karşısındaki sessizliği, 7 Ekim’den bu yana İsrail’e verilen maddi, istihbari ve diplomatik destekle utanmadan vurgulanan bir suç ortaklığı suçudur.

Bu olaylar, 1 Nisan’ın, İsrail’in 7 Ekim saldırısına tepkisinin canice boyutlarını ve Batılı liberal demokrasilerin (İspanya dışındaki Avrupalı eski sömürge güçleri ve başta ABD ve Kanada olmak üzere ayrılıkçı İngiliz kolonileri) genel tepkisini anlamak için üzerinde düşünmeye değer bir gün olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Söz konusu beş odak noktasının yıkıcı bir bölgesel medeniyetler arası çatışmaya mı sürükleneceği, yoksa gecikmiş bir ateşkesin ilan edilip gerçek bir barış sürecinin mi başlatılacağı, önceki tartışmayı gölgede bırakan bir soru. Ve bu soru, bu beş olayı nasıl algıladığımıza ve bunların önümüzdeki haftalarda ve aylarda nasıl sonuçlanacağına dair kalıcı bir ilgi uyandırıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 15 Nisan 2024’te yayımlanmıştır.

Richard Falk
Richard Falk
Prof. Richard Falk - ABD'nin Princeton Üniversitesi'nde Albert G. Milbank Emeritus profesörü. Aynı zamanda California Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Araştırma Danışmanı. 2008-2014 yıllarında Birleşmiş Milletler’in Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yaptı. Kendi bloğunda (richardfalk.wordpress.com) dünya barışı ve küresel adaletle ilgili konular hakkında yazılar yazıyor, dünyanın pek çok farklı ülkesinde konuşmalar yapıyor. Dünyanın önde gelen uluslararası hukuk uzmanlarından biri olan Prof. Dr. Falk, akademisyenliğinin yanında 50 yılı aşkın yazarlık ve editörlük hayatında birçok esere imza attı. Falk, 2009’dan bu yana her yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriliyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x