Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile 25 Eylül’de yaptığı görüşmede gündeme gelen konulardan biri de 1971’den beri kapalı olan Heybeliada Ruhban Okulu’ydu. Konu, Trump’ın 15 Eylül’de Fener Rum Patriği Bartholomeos ile Beyaz Saray’da yaptığı görüşmede de gündemdeydi.
Bu gelişmeler, “Dini Soğuk Savaş” kavramını hatırlattı. Dini Soğuk Savaş kavramı klasik Soğuk Savaş dönemindeki (1945–1991) ideolojik ve jeopolitik mücadelenin din üzerinden yürütülen boyutunu tanımlamak için kullanıldı. Zira o dönemde ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki küresel rekabet, dinsel semboller, kurumlar ve topluluklar aracılığıyla da yürütülen bir “yumuşak güç” mücadelesiydi.
Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin dini hayatı baskılamasına karşı, ABD ve Batı Bloku dini özgürlüğü ve özellikle Hristiyanlık değerlerini “özgür dünya” kimliğinin parçası olarak sunmuştu. ABD, özellikle Vatikan, Fener Rum Patrikhanesi, Protestan misyoner ağları ve Yahudi lobileri üzerinden Sovyet karşıtı dini söylemleri desteklemişti.
1940’ların sonunda şekillenen ve literatürde “ruhani-endüstriyel kompleks” olarak tanımlanan yapı, dini canlanmayı siyasal ve toplumsal bir seferberlik stratejisine dönüştürdü; kiliseler, vakıflar, üniversiteler ve devlet organlarını birbirine bağlayan bir ağ haline getirdi.[1]
Stalin’in kararı
SSCB ateist bir yapı olarak kurulmuştu ancak Stalin’in 1943 yılında aldığı bir karar Moskova Patrikhanesi’nin yeniden canlanmasını sağladı. Stalin, bu kararı Nazi işgaline karşı toplumsal seferberliği artırmak için almıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra kilise, uluslararası alanda Sovyet dış politikasını meşrulaştıran bir aktör konumuna taşındı. Moskova Patrikhanesi, barış ve silahsızlanma kampanyalarında ön plana çıkarıldı; bu kampanyalar Batı’da, Sovyetlerin “dini özgürlükleri” koruduğu algısını yaratmaya dönük bir propaganda işlevi gördü.
Bu süreçte Moskova Patrikhanesi, tarihsel olarak İstanbul merkezli Ekümenik Patrikhane’nin ruhani liderlik iddiasını sorgulamaya başladı. Böylece, Ortodoksluğun iç dengeleri Soğuk Savaş’ın cephelerinden biri haline geldi.
Sovyetlerin Fener Rum Patrikhanesi’nin tarihsel ekümenik statüsünü sorgulamasındaki en önemli adım, 1948’de Moskova’da düzenlenen Pan-Ortodoks Konferansı oldu. Amaç; Fener’in otoritesini kırmak ve Moskova’yı Ortodoksluğun fiilî merkezi haline getirmekti. Konferans, ağırlıklı olarak Doğu Bloku ülkelerinden gelen temsilcilerle sınırlı kaldı. Fener Patrikhanesi ise konferansa katılmayı reddetti. Bu tavır hem Batı yanlısı konumunun teyidi hem de Moskova’nın dini liderlik iddiasına yönelik bir itiraz niteliği taşıyordu.
CIA belgelerinde, Sovyetlerin Yunan Ortodoks Kilisesi’ni ikna ve propaganda aracı olarak kullanma çabalarının, Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Athenagoras’ın İstanbul’daki Ekümenik Patrikhane’ye seçilmesiyle şüphesiz bir darbe aldığını anlatıyor.[2] Amerikan vatandaşı I. Athenagoras’ın İstanbul’daki Fener Rum Patrikliğinin başına gelmesiyle birlikte Amerika Sovyetlere karşı önemli bir cephe kazanmıştı.
Ocak 1947’de Athenagoras, Başkan Harry Truman ve birkaç önemli Yunan yetkiliyle özel, kayıt dışı bir toplantı yaptı. Üç hafta sonra Athenagoras, Truman’a Gerçek Haç’tan bir parça verdi ve bu, Athenagoras’ın Truman’ın başını öptüğü ünlü bir fotoğrafın ortaya çıkmasına yol açtı.
Alexander Kıtroeff, The Greek Orthodox Church In Amerıca adlı eserinde
Patrik olmadan önce Heybeliada Ruhban Okulu’nda eğitim alan Athenagoras’ın daha sonra da Korfu ve Amerika metropolitliği görevlerinde bulunduğunu anlatıyor. Aynı esere göre, Mart 1942’de, dönemin Başpiskoposu Athenagoras, CIA’in öncüsü olan OSS’nin bir ajanıyla görüştü. Athenagoras ajana, “Üç piskoposum, üç yüz rahibim ve geniş ve yaygın bir teşkilatım var. Emrim altındaki herkes sizin emrinizdedir. İstediğiniz her türlü hizmet için onlara komuta edebilirsiniz. Hiçbir soru sorulmayacak ve talimatlarınız sadakatle yerine getirilecektir,” dedi.
Bir ay sonra, 56 yaşındaki Başpiskopos Athenagoras, ABD Ordusu’na kaydolmaya çalıştı. Reddedildi, ancak OSS ile yakın çalışmaya devam etti. Görevlerinden biri, ABD ordusuna hizmet edebilecek uygun Yunan asıllı Amerikalıları belirlemekti. Athenagoras’ın emriyle, Yunan Başpiskoposluğu’nun piskoposları ve rahipleri OSS’nin de şaşırmasına neden olacak biçimde kısa sürede yaklaşık yüz bin isim topladı. Bu durum, OSS başkanı William Donovan’ın dikkatini çekti ve Başpiskopos ile doğrudan iletişime geçti. Mayıs 1942’de Athenagoras, Donovan’a şöyle yazdı: “Çok şey borçlu olduğum ABD için pek bir şey yaptığımı sanmıyorum. Yine de evrensel özgürlük ve adalet ve gelecek olan Yeni Gün için savaşan sevgili ülkemiz için her türlü görevi yerine getirmeye ve mümkün olan her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım.”
Athenagoras, 1943’te İngilizce konuşulan bir ilahiyat okulu açma planlarını açıkladı. Bu okulun temel amacı yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil, Avrupa’da da hizmet verecek rahipler yetiştirmekti. Athenagoras, bu planının özündeki siyasi amaçları şöyle tanımladı:
“İlahiyat okulunda eğitim gören rahipler ülkelerine döndüklerinde, Amerika’daki kilise ile Avrupa’daki Ortodoks kilisesi arasında iyi niyet ve anlayışın güçlenmesine yardımcı olacaklar. Genel olarak, savaş sonrası sorunlarla ilgilenen Amerikalılar, Rusya, Yunanistan, Suriye ve diğer ülkelerdeki Ortodoks Kiliselerinin savaş sonrası rehabilitasyon çalışmalarında büyük bir etkiye sahip olacağının farkında değiller. Amacımız, geleceğin rahiplerini yalnızca demokratik ilkelerle eğitmek değil, aynı zamanda onları gerçek demokrasinin sadece lafta kalmaktan çok daha fazlasından oluştuğuna ikna etmektir.”
Sonuçta, ilahiyat okulu fikri hiçbir zaman hayata geçmedi, ancak bu durum Athenagoras’ın Başpiskopos olarak rolünü Amerikan siyasi idealleri yararına kullanma konusundaki yaratıcı yaklaşımını gösteriyor. Truman’ın “dini içerikli Soğuk Savaş söylemi” – inanan ulusların inanmayanlara (komünistlere) karşı mücadelesi – Patrikhane’yi Batı bloğunun ideolojik kalesi yaptı.
Böylece Patrikhane, yalnızca İstanbul’daki dini bir merkez değil, aynı zamanda Washington’un Sovyet Ortodoksluğuna karşı yumuşak gücü oldu. ABD yönetimleri, kiliseyi Soğuk Savaş silahı olarak gördü. Truman’dan sonra gelen Başkan Eisenhower da aynı çizgiyi sürdürdü. Sovyetler açısından, ABD’nin Fener Patrikhanesi’ni desteklemesi bir tür “dini Soğuk Savaş” açılımıydı.
Dini Soğuk Savaş sonrası rekabet
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, yalnızca uluslararası sistemin iki kutuplu yapısını değil, aynı zamanda dinsel otoritelerin jeopolitik konumlarını da kökten dönüştürdü. Bu dönemde Moskova Patrikhanesi ve İstanbul Fener Rum Patrikhanesi dünya Ortodoksluğu üzerinde liderlik iddiasıyla öne çıktı.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan yeni bağımsız devletler, millî kimlik inşasında kilise otoritesine büyük önem atfetti. Bu devletler, Moskova’nın tarihsel hegemonyasına karşı daha tarafsız ve Batı destekli İstanbul Patrikhanesi’ne yöneldi. ABD ve AB, Moskova’nın Ortodoks dünyasında artan nüfuzunu sınırlamak için İstanbul’u destekledi.
İstanbul Patrikhanesi, hiyerarşide primus inter pares (eşitler arasında birinci) konumunda. Moskova Patrikhanesi ise sayısal üstünlüğe dayanarak kendisini “Üçüncü Roma” olarak görüyor. Her iki patrikhane de tarihsel meşruiyet, ulusal kimlik ve uluslararası destek unsurlarını kullanarak Ortodoks dünyasının birincil otoritesi olmaya çalışıyor.
Rusya-Ukrayna Savaşının canlandırdığı rekabet
Putin döneminde, özellikle Ukrayna Turuncu Devrimi’nden sonra Rusya, Batı’nın cazibesine karşı Rus kimliğini yeniden inşa etme ihtiyacı duydu. Rus Ortodoks kilisesi, bu ulusal markalaşmanın önemli bir bileşeni oldu. Rusya, eski Sovyetler Birliğinin alanı içinde etki kazanmanın bir yolu olarak Rus Ortodoks Kilisesinin yumuşak gücünden faydalanabileceğini yeniden hatırladı.
Rusya’yı bir kez daha büyük bir güç haline getirme özlemine ulaşmak için, Rus seçkinleri, büyük güç statüsünün üç sütun üzerine inşa edilmesi gerektiğini düşündüler: “Askeri (nükleer) yetenek; ekonomik güç (yani, büyük enerji kaynakları ve uygun pazar gücü); ve ülkenin ötesinde çekici olabilecek açık bir ideolojinin varlığı (yumuşak güç).
Rus Ortodoks Kilisesine bu stratejinin üçüncü ayağı olarak günümüz Rusya’sında özel ve ayrıcalıklı bir yer veriliyor. Rus Ortodoks Kilisesi, Kremlin tarafından birçok korumaya sahip. Rus Ortodoks Kilisesi’nin fiilen devlet destekli bir “vaaz verme yetkisi” var. Dmitry Medvedev’in başkanlığında, “2008 Ulusal Güvenlik Stratejisi’ belgesiyle yabancı kültürlerin ve dinlerin “maneviyatı” olumsuz etkileme tehdidine değiniliyordu. Burada maneviyat ile kastedilenin Ortodoks inançlar olduğu açık. Moskova Patriği Kiril “kültürel ve manevi çekirdeği” Kutsal Rusya kavramı ile doldurmaya çalışıyor.
Kutsal Rusya
Kutsal Rusya, “uzaktaki bölgelerdeki” dağınık cemaat yapısı ve “yakın yurtdışındaki” “kanonik toprakları” içerecek şekilde Moskova Ortodoks Kilisenin dolayısıyla da Rusya’nın hegemonik bir çevre inşa etme aracı. “Kutsal Rus” üç faktör tarafından birleştirilen bir diasporadan oluşur: Ortodoks Hıristiyan inancı, Rus dili ve ortak bir tarihsel bellek. İşte Ukrayna tam da bu çevrenin merkezinde yer alır çünkü bu üç faktörü de içeriyor.
Putin, 2013 yılında Ortodoksluğun Ukrayna ve Rusya’yı ortak dini bağlar yoluyla birleştirdiğini öne sürmüş, “Rus halkları” arasında paylaşılan bir tarih ve inançtan bahsetmişti. Putin, Rusların ve Ukraynalıların ortak kültürleri ve tarihleri nedeniyle ‘tek halk’ olduklarını iddia ediyor. Bu yorum Putin’in Rusya’nın sınırlarının ulusal sınırlarla değil, daha çok tarihi ve kültürel sınırlarla tanımlandığını gösteriyor.
Üstelik, Rusya-Ukrayna Savaşı, bütün bunlara yeni bir boyut daha getiriyor ve Soğuk Dini Savaş dönemindeki ABD-Rusya rekabetindekini din unsurunu da geri getiriyor.
Ukrayna’nın kopuşu
İstanbul Patriği, 5 Ocak 2019’da Ukrayna Ortodoks Kilisesi’ne “otosefali” (bağımsızlık) verdiğinde, Rus Ortodoks Kilisesi’nden ayrılmayı resmileştirmiş oldu. Moskova Ortodoks Kilisesi’ne böyle bir darbe, Kremlin’in dini jeopolitiğini de etkisiz kıldı. Bu yüzden Moskova Ortodoks Kilisesi’nin otosefali verme kararına yanıt olarak İstanbul Patrikliği ile bağlarını kesme kararı aldı ve diğer Ortodoks patrikhanelerine de bağlarını koparmaları için baskı uygulamaya başladı.
Çünkü Kiev Ortodoks Kilisesinin bağımsızlığı aynı zamanda Kiev’in de bağımsızlığı demekti. Oysa Rusya için Kiev bir toprak parçasından çok daha fazla. Rus Patriği Kiril’in 2018’de söylediği “Kiev’i ülkemizden ayırmak mümkün değil çünkü tarihimiz burada başladı. Rus Ortodoks Kilisesi, Rusların ve Ukraynalıların ortak ulusal bilincini korumaktadır,” sözleri Rusya’nın Ukrayna’ya nasıl baktığını da gözler önüne seriyor.
Ukrayna Ortodoks Kilisesinin bağımsızlık çıkışı aslında Rusya için hem üçüncü Roma’nın düşüşü hem de imparatorluğun yeniden dirilme hayallerinin sonu niteliğindeydi. Ya bu başkaldırıyı boğacak ya da dönülmez bir geleceğe doğru imparatorluk hayallerine son verecekti. Rusya, Ukrayna’yı işgal ederek boğmayı tercih etti. Ancak beklediğinin aksine diğer Ortodoks Kiliselerden destek yerine başkaldırı sesleri yükselmeye başladı ve Rusya bu yumuşak gücünü de kaybetme riski ile yüz yüze kaldı.
Rus Ortodoks Kilisesi medya ve eğitim kurumlarıyla birlikte, Rusya’nın ideolojik yayılımın geniş kapsamlı bir aracı olarak işlev görüyor ve etno-milliyetçi projeye aktif bir katkıda bulunuyor. Bu konuda Rusya hükümetiyle iş birliği yapıyor.
Bu işbirliği Rusya’nın uluslararası ilişkilerinde de ona yön veren bir yumuşak güç olarak işlev görüyor. Rus Ortodoks Kilisesi tarafından desteklenen “Rus Dünyası” projesinin mimarları, Rusları etnik köken veya vatandaşlık gözetmeksizin Rus dili ve kültürünün taşıyıcıları olarak görüyor. Rusya’nın elinden bu kartı almak ya da sınırlamak Rusları dış politikada da etkisizleştirecek nitelikte.
Ukrayna bu konudaki savaşın ilk işaret fişeği oldu. Rusya’nın 24 Şubat 2022’de başlattığı Ukrayna işgali, yalnızca siyasi ve askeri dengeleri değil, dini kurumların ve özellikle Moskova Patrikhanesi’nin güç ilişkilerini de köklü biçimde dönüştürdü. Ortodoks dünyasının uzun süredir devam eden kurumsal ve teolojik gerilimleri, savaşın etkisiyle daha görünür hale geldi; Moskova Patrikhanesi’nin hem Rusya içindeki konumu hem de dışarıdaki nüfuzu yeniden tanımlandı. Din-devlet ilişkileri bağlamında Moskova Patrikhanesi, özellikle Putin döneminde Rusya’nın “sivilizasyonal” (medeniyet temelli) kimliğinin taşıyıcısı haline geldi.
Bu gelişmeler, Moskova Patrikhanesi’nin Ukrayna’daki tarihsel nüfuzunu dramatik biçimde azalttı. Ukraynalı inananların önemli bir kısmı artık kendilerini Ukrayna Ortodoks Kilisesi çatısı altında tanımlıyor. Bu da Moskova Patrikhanesi’nin uzun vadeli kimlik ve aidiyet bağlarını çözüyor.
En son Hollanda Ortodoks kilisesi Rus kilisesinden ayrıldı ve İstanbul’a bağlandığını duyurdu.[3] İskenderiye Patrikhanesi de (tüm Afrika kıtasında etkilidir) Ukrayna’nın bağımsızlığını tanıyanların kervanına katıldı. İstanbul Rum Patriği Bartolomeos’un Trump ile Beyaz Saray’daki görüşmesinde Heybeliada Ruhban Okulu, Ukrayna krizi ve Fener Rum Patrikhanesi’nin ‘ekümenik’ iddiasının korunmasına yönelik çabaların konuşulduğu dile getirilmişti. Erdoğan’da Trump ile görüşmesinde “Heybeliada Okulu ile ilgili üzerimize ne düşerse biz onu zaten yapmaya hazırız. Dönünce de Sayın Bartholomeos ile bu konuyu görüşme fırsatı bulacağım” dedi.
Anladık ki aslında Ortodoksluk üzerinde teopolitik bir istihbarat savaşı yapılıyor. Bu savaş soğuk savaşla birlikte başlamış ve henüz tamamlanmamıştı. Trump’ın İstanbul Rum Patriği Bartolomeos ağırlaması ve Heybeliada Ruhban Okulu açma talebi Athenagoras’un İlahiyat Okulu fikrini hatırlattı.
Amerika dini kurumlar üzerinden toplumları yönetme becerisini İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok iyi geliştiren ülkelerin başında geliyor. İstanbul’un Ekümenik olması ve güçlendirilmesi Rusya’ya karşı hem doğu Avrupa hem de Suriye gibi Ortadoğu’da Ortodoks dünya üzerinde önemli bir erişim ağına sahip olmasına imkân sağlayacak ve Rusya’yı çevreleyecektir. Kim bilir böylece Antakya, Bulgar ve Sırp Ortodoks kiliseleri de Moskova’dan bağımsızlığını kazanma imkânı bulabilirler.
Sonuç olarak Amerika dün Komünizmle mücadele de nasıl dini bir kaldıraç olarak kullandıysa bugün de Putin’in Rus kimliğine karşı dini ve Ortodoks kimliği bir karşı mücadele kaldıracı olarak devreye sokmuş gözüküyor. Her zaman söylediğim bir söz var, din sadece bir inanç değil aynı zamanda bir güvenlik meselesidir. Bu yüzden dini soğuk savaş hiç bitmeyecek gibi…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 1 Ekim 2025’te yayımlanmıştır.
[1] Jonathan P. Herzog, The Spiritual-Industrial Complex: America’s Religious Battle Against Communism in the Early Cold War (New York: Oxford University Press, 2011), 21.
[2] CIA-RDP78-01617A004700010028-9.