İsrail’in Filistin saldırıları Rusya-Ukrayna Savaşı’nı uluslararası kamuoyunun gündeminden düşürdü. Gerçi savaşın uzamasının ve Rusya-Ukrayna hattında uzun zamandır mevcut durumu büyük ölçüde değiştiren önemli bir gelişmenin olmamasının da bunda etkisi büyük.
Bununla birlikte son günlerde bu yöndeki sessizliği bozan önemli gelişmeler oldu. Bunlardan en önemlisi şüphesiz 15-16 Haziran’da İsviçre’de yüze yakın ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen Ukrayna Barış Konferansı’ydı.
Bu toplantının en önemli özelliği ise krizin taraflarından biri olan Rusya’nın davet edilmemiş olmasıydı. Böyle bir durumda akla ister istemez “Rusya’sız barış olur mu?” sorusu geliyor.
Ukrayna Barış Konferansı’na farklı bakışlar
Son yıllarda Rusya ile Ukrayna arasında barışın tesisi için birçok ülke arabuluculuğu üstlendi. Bu yöndeki en yoğun çabayı şüphesiz Türkiye sarf etti. Hatta Rus yetkililer Mart 2022’de İstanbul’da Ukrayna ile anlaşmaya varıldığını, ancak daha sonra ABD’nin baskısıyla Ukrayna’nın anlaşmaktan vazgeçtiğini dile getiriyorlar.
İstanbul zirvesinden sonra en çok ses getiren toplantı, belki de İsviçre’deki konferans oldu. Konferansın baş organizatörü, bugüne kadar “tarafsızlığıyla” ön plana çıkan ev sahibi İsviçre’ydi. Fransa, İngiltere, Almanya, Kanada gibi ülkeler en üst seviyede temsil edildiler, Ukrayna da toplantının organizasyonunda önemli rol oynadı. İşin ilginç tarafı, daha açılış konuşmasında İsviçre Cumhurbaşkanı Viola Amherd, “Barış sürecinin Rusya’sız düşünülemeyeceğini” dile getirerek zirvenin anlamsızlığını en baştan ortaya koydu. Muhtemelen Batılı liderler başta bir taraftan kendi aralarında konuyla ilgili bir mutabakata varmayı düşündüler, diğer taraftan ise hangi ülkelerin konferansa katılacağını ve kimin destek vereceğini ölçmeye çalıştılar.
Diğer taraftan Rus yetkililer davet edilmeleri halinde de buna olumsuz cevap vermiş olacaklarını ve bu zirvenin Rusya’ya baskı kurma çabasından başka bir şey olmadığını dile getirdiler. Konferans sonrasında yayımlanan ortak bildiride, Birleşmiş Milletler Antlaşması’na atıfla “toprak bütünlüğü ve egemenliğe saygının Ukrayna’da kalıcı barışın sağlanması için temel oluşturacağı” belirtildi, nükleer ve gıda güvenliğinin sağlanması ve esir takasının gerçekleştirilmesi konularına vurgu yapıldı.
Konferans sonrasında Rus yetkililer bu zirvenin başarısız olduğunu, Ukrayna ve Batı’nın barışa dair bir planlarının dahi olmadığını ileri sürerken Ukraynalı yetkililerse zirvenin kendileri açısından önemli olduğunu, katılımcıların önemli bir kısmının Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunduğunun altını çizdiler. Batılı ülkelerin öne çıkan görüşüyse, bir zirve daha yapılması ve bu kez zirveye Rusya’nın da davet edilmesi gerektiği yönündeydi.
BRICS ülkeleri zirvedeki Truva atı mıydı?
Zirveden gerçekten de somut bir sonuç çıkmadı, açıkçası çıkması da beklenmiyordu. Kaldı ki zirve öncesi birkaç önemli gelişme de zirvenin başarısız olmasında önemli rol oynadı.
Batı’nın tüm isteğine rağmen uluslararası arenanın etkin oyuncularından Çin, zirveye katılmayı reddetti. Bu husus Avrupa’yı hayal kırıklığına uğratırken Rusya’nın elini şüphesiz güçlendirdi. Çin, bu süreçte genel olarak açıkça Rusya’nın yanında yer almasa da karşısında da değil. Çin’in görünüşteki tarafsızlığı ile Rusya’ya “gizli desteği”, Moskova açısından önemli. Yine Çin’in katılmaması, muhtemelen ABD’nin de en üst seviyede temsil edilmemesine yol açtı. Kaldı ki zirveye katılan ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris de toplantının ikinci gününe kalmadan İsviçre’yi terk etti.
Yine ortak bildiriyi imzalama sürecinde Hindistan, Brezilya, Güney Afrika gibi BRICS üyelerinin çekimser kalması da BRICS ülkelerinin kendi aralarında dayanışma içerisinde olduğunu, Rusya’yı kolladıklarını gösterdi.
Barış Konferansı öncesi Putin’in hamlesi
Zirveden somut bir sonuç çıkmamasını sağlayan ikinci bir faktör ise zirve öncesi Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in kendi barış planını açıklayarak zirve katılımcılarından önce davranması ve zirvede alınacak kararların kendisini pek ilgilendirmediği, Rusya’nın kendi planlarının olduğu mesajını vermiş olmasıydı. Yani Putin kendilerinin davet edilmediği zirveden rol çalmayı, tüm gözleri kendi barış önerisine döndürmeyi başardı.
Putin’in barışın sağlanması için ileri sürdüğü şartlar aslında yeni değil: Kırım dahil Rusya’ya katılan yeni bölgelerin Rusya toprakları olarak tanınması, Rusya’ya uygulanan yaptırımların kaldırılması, Ukrayna’nın silahsızlaştırılması ve tarafsızlığını ilan etmesi. Kremlin’in konuyla ilgili belki de tek yeni eklemesi, Ukrayna’da yapılması gereken devlet başkanlığı seçimlerinin yapılmamasından dolayı Volodimir Zelenskiy’in artık devlet başkanlığının yasal olmadığını ileri sürmesi ve görüşmelerin ancak parlamento (Rada) yetkilileriyle yapılabileceğini açıklamasıydı.
Putin’in bu açıklamasını Zelenskiy, “güvenilmemesi gereken bir ültimatom” olarak nitelendirdi ve belirtilen şartlar yerine getirildiği takdirde dahi Rusya’nın saldırmaya devam edeceğini söyledi.
Rusya ikinci zirveye katılır mı?
Gerek Putin’in gerekse de Ukrayna ve Batılı liderlerin açıklamalarına bakıldığında Rusya’nın katılımıyla yeni bir zirvenin (konferansın) yapılması pek mümkün görünmüyor.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni, Rusya’nın, Ukrayna’nın şartlarını (Rusya’nın 2014 öncesi sınırlarına çekilmesi) kabul etmemesi durumunda teslim olmaya zorlanacağını belirtse de Rusya’ya bu şartları kabul ettirecek gücü açıklamadı.
İsviçreli yetkililer yeni zirve için hazırlıkların başladığını ve muhtemel zirvenin de Suudi Arabistan’da ABD’deki seçimler öncesinde gerçekleşebileceğini dile getirdiler. Ancak Kremlin böyle bir zirveye katılır mı yoksa ABD’deki seçim sonuçlarını beklemeyi mi tercih eder? Bu soruların yanıtları belirsiz. Kaldı ki Rus yetkililerin somut sonuç alınmayacak zirvelere, hatta ikili görüşmelere dahi katılmadıkları bilinir.
Rusya bugün Avrupa Birliği (AB) ülkelerini ABD’ye bağımlı hâle gelmekle suçlasa da Ukrayna’da barışın yüze yakın ülkenin katılımıyla değil de Rusya ile ABD arasında yapılacak (belki de yapılmakta olan) görüşmelerin neticesinde mümkün olabileceğini söylemek gerekir.
Yaptırımlarla yaşamayı alışan Rusya
Gelinen aşamada Rusya’nın Batı’nın “barış şartları”nı kabul etmesi için de bir sebep yok. Zira insani ve maddi kayıplar vermesine rağmen Rusya mevcut sınırlarını korumayı hatta gittikçe genişletmeyi de başarıyor. Bu savaş Rusya’ya pahalıya mal olmasına rağmen Rus ekonomisi büyük sorunlarla karşı karşıya değil. Çok çocuklu aileler, Ukrayna’ya gönderilen askerlerin aileleri ve diğer sosyal sınıflar için ise ek ödemeler artırılıyor. Dolayısıyla Batı’nın Rusya’yı içeriden (halkın tepkisine bağlı olarak), ekonomi açıdan ve cephede dize getirme planları ya da ümitleri işe yaramadı.
Yaptırımların da Rus ekonomisine önemli zararı olmasına rağmen (ki, Putin barış şartı olarak tüm yaptırımların kaldırılmasını da istiyor) Kremlin mümkün olduğu alanlarda kendi üretimini arttırarak diğer alanlarda ise yaptırımları bir şekilde aşarak (Batılı şirketler de Rus pazarında bir şekilde varlığını devam ettirmenin yolunu buluyorlar) aynen İran ve diğer ülkeler gibi yaptırımlarla yaşamayı da alıştı.
Batılı kaynakların açıklamasına göre son iki ayda Rusya’nın AB ülkelerine ABD’den daha fazla doğalgaz ihraç etmiş olması da Rusya’ya yeni bir ümit vermiş olmalı. Dolayısıyla gelinen noktada Rusya’dan geri adım atmasını beklemek yanlış olur.
Geri adımı kim atacak?
Peki aynı şeyi Ukrayna ve kendisine destek veren Batı için söylenebilir mi?
Ukrayna da şüphesiz 2,5 yıllık savaştan, yüzbinlerce insan kaybı ve maddi zarardan sonra geri adım atmak istemiyor. Ancak maddi ve insan gücü gittikçe azalıyor. Ukrayna bu bağlamda artık tamamen Batı’ya bağlı hâle geldi.
2,5 yıldır Ukrayna’ya önemli miktarlarda para ve askerî teçhizat gönderen Batı, bir sonuç alamayan Kiev’e destek vermeye devam edecek mi? AB ülkelerinde aşırı sağ güçlerinin etkisinin artması, AB vatandaşlarının ülkelerindeki ekonomik durumun sebeplerinden birinin Ukrayna ve Ukraynalılara destek olduğunu düşünmesi ve en önemlisi de bu desteğin daha ne kadar devam edilmesi gerektiğinin meçhul olması Batı’nın desteğinin devam edip etmeyeceği ile ilgili birtakım sorular ortaya çıkarıyor.
Avrupa ile ABD arasındaki fark
Diğer taraftan Ukrayna Savaşı bir kez daha Avrupa’nın lider ülkelerinin, kendi kıtalarının dışında kalan bölge ve ülkeleri iyi tanımadıklarını gösterdi. Nitekim Avrupalı yetkililer Çin’in zirveye katılmamasını hayal kırıklığı olarak nitelendiriyor, Rusya’nın diz çökmesini bekliyor ve Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetlerini hâlâ “demokratik değerlerle” kazanabileceklerini düşünüyorlar. Bundan dolayı AB yalnızca Ukrayna konusunda değil son yıllarda tüm Avrasya coğrafyasında büyük hayal kırıklıkları yaşıyor ve bu bölgelerde etkisini kaybediyor.
Batı’nın diğer tarafını oluşturan ABD ise tam tersine, bir krizden birçok kâr elde etmeyi başarıyor. Ukrayna konusu da bu bağlamda bir istisna değil. Rusya-AB iş birliğine son veren ABD, kendinden gittikçe bağımsız hareket eden AB’yi yine kendine bağladı, AB ülkelerine askerî ve yeraltı kaynakları ihracatını arttırdı, elindeki önemli kozlarından biri olan NATO’ya yeniden hayat verdi. ABD’nin bu krizden elde ettiği çıkarlar bunlarla da sınırlı değil. Dolayısıyla ABD, Ukrayna krizinin şu ana kadarki en kârlı çıkan ülke olarak karşımıza çıkıyor.
ABD, iki Slav kardeşin kavgasından yeterince yararlandığına (ki Kremlin’in Slav Birliği ve Ortodoks Birliği de artık hayal oldu), Rusya’nın da pes etmeye niyeti olmadığına göre tarafların (Rusya ve ABD) seçimler sonrasında anlaşmaya varması da sürpriz olmayacaktır. Aksi takdirde ise bölge, uzun yıllar boyunca çatışma alanı olarak kalacaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Haziran 2024’te yayımlanmıştır.