Solingen: Bir gece yandı, 32 yıldır sönmedi

29 Mayıs 1993… O sabah uyandığımda annemi ve babamı oturma odasında endişeli ve tedirgin bir halde gördüm. Haberlerde Almanya’nın Solingen kentinde aralarında kadınların ve kız çocuklarının da bulunduğu beş Türk kökenli vatandaşımızın bir ırkçı kundaklama saldırısı sonucu hayatlarını kaybettiklerini öğrenmişlerdi. Henüz altı ay önce, 23 Kasım 1992 tarihinde Almanya’nın Mölln kentinde benzeri bir ırkçı saldırı yaşanmışken böyle bir kundaklamanın kısa bir süre sonra tekrarlanması hepimizi ziyadesiyle üzmüş ve korkutmuştu. Korku, kaygı, öfke, şaşkınlık ve hüzün gibi karışık duygular bir anda içimizi işgal etmişti. Mölln’deki ırkçı saldırı gibi, bu ırkçı saldırının da hedefi yine biz Türklerdik.

Bazı duyguların tarifi çok açık ve kolay gibi görünse de aynı zamanda ziyadesiyle güçtür. Bu kundaklama cinayetleri bende tarifi güç bir belirsizlik ve derin bir boşluk hissi yaratmıştı. O an olup bitenleri tekrar idrak etmeye çalışmıştım. Ortada yanarak can veren masum ve bihaber beş kurban vardı ve yegane suçları bulundukları ülkede yabancı olmaktı. Yabancı olmak mı, yoksa özellikle Türk olmak mı sorusunu o günlerden bu yana her ırkçı saldırı sonrasında ayrıca sorgularım Almanya’da doğup büyümüş ve ırkçılığa maruz kalmış biri olarak…

27 yaşında Gürsün İnce, 18 yaşında Hatice Genç, 12 yaşında Gülüstan Öztürk, 9 yaşında Hülya Genç ve sadece 4 yaşında Saime Genç. Hiçbir suçları yokken tanımadıkları ırkçı dazlakların nefreti sonucu gecenin bir saati derin uykularında hain bir saldırının kurbanı olmuşlardı. Gece uyumak için odalarına çekildiklerinde bir daha uyanamayacaklarını hiçbiri tahmin edememişti. Ne bir veda imkânı, ne bir son söz, ne de bir helallik. Yaşadığım o anki duygu boşluğunun içinde buna benzer fikirler yer alıyordu. Zira Mölln, Solingen, NSU cinayetleri, Hanau ve geçen sene yine Solingen… Açık ırkçı sebeplere dayanan bu saldırıların hedef kitlesi hep aynıdır. Solingen’de masumlar, ırkçılığın bedelini çok ağır bir şekilde cayır cayır yanarak canlarıyla ödemişlerdi. Gürsün ve Saime yangından kurtulmak için pencereden atlamışlardı. Kurtulamadılar onlar da.

Biz ise, olayın şahit ve muhatapları olarak o günlerde kendimize tedirginlikle şu soruları soruyorduk: Bundan sonra ne olacaktı? Sokakta, okul yolunda, iş yerlerinde, camilerde ve evlerimizde can güvenliğimizi kim sağlayacaktı? Sırada kim vardı? Ve belki en çok tedirgin eden düşünce ise bu kundaklamaların bir başlangıcın habercisi mi olmasıydı. Annem ve babam, orada bulunan tüm Türkler gibi ister istemez yaşadıkları ülkedeki gelecekleri, bilhassa evlatlarının geleceği ve güvencesi hususunda kaygılanmakta haklılardı. Bundan sonraki hayatımız bu topraklarda nasıl devam edecekti ve yaşadığımız mekanlarda güven içinde hayat sürdürebilecek miyiz sorusu hepimizin zihnini meşgul ediyordu. O günlerde annem ve babam biz çocuklarını bulundukları şartlarda nasıl koruyacaklarını düşünüyor, bundan sonra saldırıların hedefinde bizlerin de olabileceği korkusu ile kesin dönüş ihtimalleri üzerine kafa yoruyorlardı. Elbette dönemediler, birçoğu gibi. Ben de o tarihlerde henüz ortaokul çağında bir çocuk iken bütün bu korkuları tedirginlik içinde yaşadığımı çok iyi hatırlıyorum.

Irkçılığın gölgesinde birleşen Almanya

Olayların arasındaki bağlantıları iyi kurmak ve anlamak lazım. Solingen kundaklama cinayeti, müstakil bir aşırı sağcı şiddetinden ibaret bir hadise değil, aşırı sağcı nefretin bir sonucu ve zirvesi olarak nitelendirilmeli. Zira Solingen saldırısı, 1991 Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu/Batı Almanya’nın tekrar birleşmesi ardından medya ve siyasette mütemadiyen gündemde tutulan, duygusal olarak yüklü bir “mülteci sorunu” tartışması sonucunda meydana gelen bir kundaklamaydı. Irkçılığa zemin hazırlayan iki güçlü ağ ise hep medya ve siyaset olmuştur bu olaylarda. Onların kışkırtması sonucu bu tür saldırganlar cesaret ve cüret bulmuşlardır hep. Dün neyse bugün de aynısıdır.

Solingen kundaklama saldırısından birkaç gün sonra ırkçı tutumları ve söylemleriyle öncesinden bilinen 16 ila 23 yaşları arasında olan genç erkek failler yakalanmıştı. Uluslararası camia tarafından takip edilen ve toplam 127 duruşma gününden ibaret olan hukuki süreç toplam 18 ay sürdü. 13 Ekim 1995’te de bu dört ırkçı fail 10 ila 15 yıl arası hapis cezasına mahkum edilmişti. Yıllar geçti, bugün faillerin cezaevlerindeki mahkumiyetleri sona erdi, onlar cezalarını çektiler ve serbest bırakılarak normal hayatlarına geri döndüler ancak ölen suçsuz ve günahsız insanlar hayata geri dönemediler.

Irkçılığı bizzat nefsinde yaşamış biri olarak zihnimi meşgul eden şu iki soru hiç değişmedi: Neden ve niçin? Neden hep masum ve korumasız insanlar militan ırkçıların nefretinin kurbanı olmalı ve niçin saldırgan ırkçılar o dinmeyen nefretini hep masum insanlar üzerinden kusmalı? Zira daima o günahsızlardır ırkçıların nefretinin bedelini en ağır şekilde ödeyenler…

Solingen saldırısının kahramanı ve barış elçisi Mevlüde Genç annemizi de burada anmayı bir vazife biliyorum elbette. Evlatlarını ve torunlarını o kundaklamada yitirmiş olan merhume Mevlüde Genç annemiz olayların ardından sembolik bir isim haline gelmişti. Yaşamış olduğu acı ve eleme rağmen hep sevgi ve merhamet için mücadele eden iyilik numunesi olmuştu kendisi. Evlat acısıyla yanan iç dünyasına rağmen, intikam duygusu yerine affetmeyi seçen ve torun acısına rağmen insanları toplumsal barış içinde yaşamaya davet eden kalender bir insandı. Mevlüde Genç annemiz 30 Ekim 2022 yılında aramızdan ayrıldı ve hasretle özlediği sevdiklerine kavuştu.

O günlerden bugüne geriye dönüp baktığımda ve herhangi bir şeyin değişip değişmediğini kendime sorduğumda sadece şunu tespit etmekteyim. Almanya’da ırkçılık ve yabancılara karşı duyulan nefret günden güne artıyor, eksilmiyor. Eskiden saklı gizli, çekinerek yapılan ırkçılık artık açıktan, alenen ve çekinmeden yapılabiliyor. Bu durumu hayatın her alanında hatta seçim sonuçlarında dahi görebiliyoruz. Aşırı sağcı, göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi‘nin oy oranı Mart 2025’te yapılan anketlere göre yüzde 23,5’e çıktı. Bu artış sadece nicelik doğrultusunda değil nitelik doğrultusunda da kendini göstermekte. Doksanlı yıllarda dazlaklar diye tarif ettiğimiz saçları kazınmış, kahverengi çizmelerle gezen tehlikeli tiplerden ibaret olan o saldırgan ırkçı tayfasının bugün toplumun her yerinde varlık sürdürdüklerini görmekteyiz. Günümüzde onlar sadece sokaklarda değil aynı zamanda kurumlarda, okullarda, medyada ve politikada yerlerini bulmuş vaziyette. Nefret söylemleriyle toplumu bölme çabaları, dün neyse bugün de daha cüretkâr ve daha amansız bir şekilde devam etmekte. Nihayetinde bir zamanlar Almanya’yı işçi gücüyle, emekleri ve alın teriyle kalkındıran “misafir işçi” olarak adlandırılan Türkler tüm emeklerine rağmen hâlâ toplum tarafından kabul edilmemekteler. Gün geçmiyor ki Almanya’da doğrudan veya dolaylı bir ırkçı/ayrımcı olayı yaşanmasın.

32 yıl sonra: Hâlâ yanmakta olan bir yangın

Solingen saldırısı asla basit veya sıradan bir saldırı değildi. Solingen kundaklama faciasının sembolik bir niteliği vardır. Bu sebepten de bu cinayeti hatırlamak ve unutmamak, hatırlatmak ve unutturmamak bizim vecibemizdir. Tarihin tekerrür etmemesi ve ırkçı saldırıların son bulması için elimizden gelen mücadeleyi vermek mecburiyetindeyiz.

Solingen, ırkçılığın sembol şehri haline geldi. Toplum ve siyasette bu tür çirkin ve korkakça işlenen saldırıların tekerrür etmemesi için el birliği ile mücadele edileceği sözü verilmişti. Fakat geçen sene 2 Mayıs 2024 tarihinde yine Solingen’de benzeri bir kundaklama cinayeti daha yaşandı. Bu ikinci olay sonrası Solingen adı daha bir acı geliyor kulaklara. Geçen yıl Türk kökenli Bulgaristan vatandaşı olan dört kişi bir ırkçı saldırısına daha kurban gitmişti. Kundaklamada “aşırı sağ” şüphesi olmasına rağmen yetkili merciler tarafından önemli bilgi ve belgelerin gizlendiği ortaya çıktı sonrasında. Utanç verici manzaralar hiç bitmeyecekmiş gibi ve adeta ırkçılığın bitmemesi için kurumsal boyutta el birliği ile mücadele ediliyor gibi bir izlenim bırakıyor insanda.

Bugün Solingen saldırısından tam 32 yıl sonra geriye baktığımda şunu görmekteyim: Irkçılıkla mücadelede devlet ciddi adımlar atmadığı ve medya yabancılara karşı kışkırtıcı haberleri yaymaya devam ettiği müddetçe ırkçı saldırılar son bulmayacak. Hem ırkçılığın hem de ayrımcılığın günden güne arttığı Almanya’da ırkçılıkla mücadele eden insanların sesi daha çok ve daha gür çıkmalı. O ses ırkçılığı kökünden söküp atmaya yetmeyebilir belki, ama en azından yankısı ırkçılığa gölge düşürecek kadar güçlü olabilmeli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 29 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

Selma Öztürk Pınar
Selma Öztürk Pınar
SELMA ÖZTÜRK PINAR - Avukat, akademisyen ve yazar. Almanya’nın Hannover kentinde dünyaya geldi. Tüm öğrenimini orada tamamladı. Hukuk lisansını Hannover Leibniz Üniversitesi’nden aldı. 2013 yılında Ankara’ya yerleşti. 2013-2019 yılları arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversite’sinde Uluslararası Hukukta İnsan Hakları, İslam Hukuku ve Almanca Hukuk dersleri verdi. 2018 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne hakime adayı gösterildi. “Mukayeseli Hukukta İnsan Onuru” adlı tezini Tübingen Üniversitesi’nde yazdı. Halihazırda Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi, evli ve anne…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Solingen: Bir gece yandı, 32 yıldır sönmedi

29 Mayıs 1993… O sabah uyandığımda annemi ve babamı oturma odasında endişeli ve tedirgin bir halde gördüm. Haberlerde Almanya’nın Solingen kentinde aralarında kadınların ve kız çocuklarının da bulunduğu beş Türk kökenli vatandaşımızın bir ırkçı kundaklama saldırısı sonucu hayatlarını kaybettiklerini öğrenmişlerdi. Henüz altı ay önce, 23 Kasım 1992 tarihinde Almanya’nın Mölln kentinde benzeri bir ırkçı saldırı yaşanmışken böyle bir kundaklamanın kısa bir süre sonra tekrarlanması hepimizi ziyadesiyle üzmüş ve korkutmuştu. Korku, kaygı, öfke, şaşkınlık ve hüzün gibi karışık duygular bir anda içimizi işgal etmişti. Mölln’deki ırkçı saldırı gibi, bu ırkçı saldırının da hedefi yine biz Türklerdik.

Bazı duyguların tarifi çok açık ve kolay gibi görünse de aynı zamanda ziyadesiyle güçtür. Bu kundaklama cinayetleri bende tarifi güç bir belirsizlik ve derin bir boşluk hissi yaratmıştı. O an olup bitenleri tekrar idrak etmeye çalışmıştım. Ortada yanarak can veren masum ve bihaber beş kurban vardı ve yegane suçları bulundukları ülkede yabancı olmaktı. Yabancı olmak mı, yoksa özellikle Türk olmak mı sorusunu o günlerden bu yana her ırkçı saldırı sonrasında ayrıca sorgularım Almanya’da doğup büyümüş ve ırkçılığa maruz kalmış biri olarak…

27 yaşında Gürsün İnce, 18 yaşında Hatice Genç, 12 yaşında Gülüstan Öztürk, 9 yaşında Hülya Genç ve sadece 4 yaşında Saime Genç. Hiçbir suçları yokken tanımadıkları ırkçı dazlakların nefreti sonucu gecenin bir saati derin uykularında hain bir saldırının kurbanı olmuşlardı. Gece uyumak için odalarına çekildiklerinde bir daha uyanamayacaklarını hiçbiri tahmin edememişti. Ne bir veda imkânı, ne bir son söz, ne de bir helallik. Yaşadığım o anki duygu boşluğunun içinde buna benzer fikirler yer alıyordu. Zira Mölln, Solingen, NSU cinayetleri, Hanau ve geçen sene yine Solingen… Açık ırkçı sebeplere dayanan bu saldırıların hedef kitlesi hep aynıdır. Solingen’de masumlar, ırkçılığın bedelini çok ağır bir şekilde cayır cayır yanarak canlarıyla ödemişlerdi. Gürsün ve Saime yangından kurtulmak için pencereden atlamışlardı. Kurtulamadılar onlar da.

Biz ise, olayın şahit ve muhatapları olarak o günlerde kendimize tedirginlikle şu soruları soruyorduk: Bundan sonra ne olacaktı? Sokakta, okul yolunda, iş yerlerinde, camilerde ve evlerimizde can güvenliğimizi kim sağlayacaktı? Sırada kim vardı? Ve belki en çok tedirgin eden düşünce ise bu kundaklamaların bir başlangıcın habercisi mi olmasıydı. Annem ve babam, orada bulunan tüm Türkler gibi ister istemez yaşadıkları ülkedeki gelecekleri, bilhassa evlatlarının geleceği ve güvencesi hususunda kaygılanmakta haklılardı. Bundan sonraki hayatımız bu topraklarda nasıl devam edecekti ve yaşadığımız mekanlarda güven içinde hayat sürdürebilecek miyiz sorusu hepimizin zihnini meşgul ediyordu. O günlerde annem ve babam biz çocuklarını bulundukları şartlarda nasıl koruyacaklarını düşünüyor, bundan sonra saldırıların hedefinde bizlerin de olabileceği korkusu ile kesin dönüş ihtimalleri üzerine kafa yoruyorlardı. Elbette dönemediler, birçoğu gibi. Ben de o tarihlerde henüz ortaokul çağında bir çocuk iken bütün bu korkuları tedirginlik içinde yaşadığımı çok iyi hatırlıyorum.

Irkçılığın gölgesinde birleşen Almanya

Olayların arasındaki bağlantıları iyi kurmak ve anlamak lazım. Solingen kundaklama cinayeti, müstakil bir aşırı sağcı şiddetinden ibaret bir hadise değil, aşırı sağcı nefretin bir sonucu ve zirvesi olarak nitelendirilmeli. Zira Solingen saldırısı, 1991 Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu/Batı Almanya’nın tekrar birleşmesi ardından medya ve siyasette mütemadiyen gündemde tutulan, duygusal olarak yüklü bir “mülteci sorunu” tartışması sonucunda meydana gelen bir kundaklamaydı. Irkçılığa zemin hazırlayan iki güçlü ağ ise hep medya ve siyaset olmuştur bu olaylarda. Onların kışkırtması sonucu bu tür saldırganlar cesaret ve cüret bulmuşlardır hep. Dün neyse bugün de aynısıdır.

Solingen kundaklama saldırısından birkaç gün sonra ırkçı tutumları ve söylemleriyle öncesinden bilinen 16 ila 23 yaşları arasında olan genç erkek failler yakalanmıştı. Uluslararası camia tarafından takip edilen ve toplam 127 duruşma gününden ibaret olan hukuki süreç toplam 18 ay sürdü. 13 Ekim 1995’te de bu dört ırkçı fail 10 ila 15 yıl arası hapis cezasına mahkum edilmişti. Yıllar geçti, bugün faillerin cezaevlerindeki mahkumiyetleri sona erdi, onlar cezalarını çektiler ve serbest bırakılarak normal hayatlarına geri döndüler ancak ölen suçsuz ve günahsız insanlar hayata geri dönemediler.

Irkçılığı bizzat nefsinde yaşamış biri olarak zihnimi meşgul eden şu iki soru hiç değişmedi: Neden ve niçin? Neden hep masum ve korumasız insanlar militan ırkçıların nefretinin kurbanı olmalı ve niçin saldırgan ırkçılar o dinmeyen nefretini hep masum insanlar üzerinden kusmalı? Zira daima o günahsızlardır ırkçıların nefretinin bedelini en ağır şekilde ödeyenler…

Solingen saldırısının kahramanı ve barış elçisi Mevlüde Genç annemizi de burada anmayı bir vazife biliyorum elbette. Evlatlarını ve torunlarını o kundaklamada yitirmiş olan merhume Mevlüde Genç annemiz olayların ardından sembolik bir isim haline gelmişti. Yaşamış olduğu acı ve eleme rağmen hep sevgi ve merhamet için mücadele eden iyilik numunesi olmuştu kendisi. Evlat acısıyla yanan iç dünyasına rağmen, intikam duygusu yerine affetmeyi seçen ve torun acısına rağmen insanları toplumsal barış içinde yaşamaya davet eden kalender bir insandı. Mevlüde Genç annemiz 30 Ekim 2022 yılında aramızdan ayrıldı ve hasretle özlediği sevdiklerine kavuştu.

O günlerden bugüne geriye dönüp baktığımda ve herhangi bir şeyin değişip değişmediğini kendime sorduğumda sadece şunu tespit etmekteyim. Almanya’da ırkçılık ve yabancılara karşı duyulan nefret günden güne artıyor, eksilmiyor. Eskiden saklı gizli, çekinerek yapılan ırkçılık artık açıktan, alenen ve çekinmeden yapılabiliyor. Bu durumu hayatın her alanında hatta seçim sonuçlarında dahi görebiliyoruz. Aşırı sağcı, göçmen karşıtı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi‘nin oy oranı Mart 2025’te yapılan anketlere göre yüzde 23,5’e çıktı. Bu artış sadece nicelik doğrultusunda değil nitelik doğrultusunda da kendini göstermekte. Doksanlı yıllarda dazlaklar diye tarif ettiğimiz saçları kazınmış, kahverengi çizmelerle gezen tehlikeli tiplerden ibaret olan o saldırgan ırkçı tayfasının bugün toplumun her yerinde varlık sürdürdüklerini görmekteyiz. Günümüzde onlar sadece sokaklarda değil aynı zamanda kurumlarda, okullarda, medyada ve politikada yerlerini bulmuş vaziyette. Nefret söylemleriyle toplumu bölme çabaları, dün neyse bugün de daha cüretkâr ve daha amansız bir şekilde devam etmekte. Nihayetinde bir zamanlar Almanya’yı işçi gücüyle, emekleri ve alın teriyle kalkındıran “misafir işçi” olarak adlandırılan Türkler tüm emeklerine rağmen hâlâ toplum tarafından kabul edilmemekteler. Gün geçmiyor ki Almanya’da doğrudan veya dolaylı bir ırkçı/ayrımcı olayı yaşanmasın.

32 yıl sonra: Hâlâ yanmakta olan bir yangın

Solingen saldırısı asla basit veya sıradan bir saldırı değildi. Solingen kundaklama faciasının sembolik bir niteliği vardır. Bu sebepten de bu cinayeti hatırlamak ve unutmamak, hatırlatmak ve unutturmamak bizim vecibemizdir. Tarihin tekerrür etmemesi ve ırkçı saldırıların son bulması için elimizden gelen mücadeleyi vermek mecburiyetindeyiz.

Solingen, ırkçılığın sembol şehri haline geldi. Toplum ve siyasette bu tür çirkin ve korkakça işlenen saldırıların tekerrür etmemesi için el birliği ile mücadele edileceği sözü verilmişti. Fakat geçen sene 2 Mayıs 2024 tarihinde yine Solingen’de benzeri bir kundaklama cinayeti daha yaşandı. Bu ikinci olay sonrası Solingen adı daha bir acı geliyor kulaklara. Geçen yıl Türk kökenli Bulgaristan vatandaşı olan dört kişi bir ırkçı saldırısına daha kurban gitmişti. Kundaklamada “aşırı sağ” şüphesi olmasına rağmen yetkili merciler tarafından önemli bilgi ve belgelerin gizlendiği ortaya çıktı sonrasında. Utanç verici manzaralar hiç bitmeyecekmiş gibi ve adeta ırkçılığın bitmemesi için kurumsal boyutta el birliği ile mücadele ediliyor gibi bir izlenim bırakıyor insanda.

Bugün Solingen saldırısından tam 32 yıl sonra geriye baktığımda şunu görmekteyim: Irkçılıkla mücadelede devlet ciddi adımlar atmadığı ve medya yabancılara karşı kışkırtıcı haberleri yaymaya devam ettiği müddetçe ırkçı saldırılar son bulmayacak. Hem ırkçılığın hem de ayrımcılığın günden güne arttığı Almanya’da ırkçılıkla mücadele eden insanların sesi daha çok ve daha gür çıkmalı. O ses ırkçılığı kökünden söküp atmaya yetmeyebilir belki, ama en azından yankısı ırkçılığa gölge düşürecek kadar güçlü olabilmeli.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 29 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

Selma Öztürk Pınar
Selma Öztürk Pınar
SELMA ÖZTÜRK PINAR - Avukat, akademisyen ve yazar. Almanya’nın Hannover kentinde dünyaya geldi. Tüm öğrenimini orada tamamladı. Hukuk lisansını Hannover Leibniz Üniversitesi’nden aldı. 2013 yılında Ankara’ya yerleşti. 2013-2019 yılları arasında Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversite’sinde Uluslararası Hukukta İnsan Hakları, İslam Hukuku ve Almanca Hukuk dersleri verdi. 2018 yılında Türkiye Cumhuriyeti tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne hakime adayı gösterildi. “Mukayeseli Hukukta İnsan Onuru” adlı tezini Tübingen Üniversitesi’nde yazdı. Halihazırda Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu üyesi, evli ve anne…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x