Trump dönemi dış politikasının temel sorusu: Ne alıyoruz?

Trump’ın dış politikası, uzun vadeli ittifaklardan çok pazarlık temelli anlaşmaları tercih ediyor. Bu tercihin ABD’ye faturası ne olabilir? Trump, ABD dış politikasındaki bu dönüşümün sebebi mi sonucu mu? Mazlum Özkan yazdı.

Trump’ın ikinci döneminde ABD’nin dış politika vizyonu güven temelli ittifaklardan pazarlık temelli anlaşmalara kayıyor. Bu değişim yalnızca diplomatik dengeleri değil, Amerika’nın küresel liderliğini de tehdit ediyor.

2025’in başında dünya iki paralel gelişmeyle sarsıldı: Ukrayna’daki savaş üçüncü yılına girerken Donald Trump yeniden ABD Başkanı oldu. Bu sadece bir lider değişimi değil, bir yön değişimiydi. Trump’ın gelişi, istikrarlı ortaklıkların yerini çıkar odaklı pazarlıklara bıraktığını açıkça ortaya koydu.

Trump’ın dış politikası, uzun vadeli ittifaklardan çok pazarlık temelli anlaşmaları tercih ediyor. Güven bir değer değil, bir pazarlık aracı. “Amerika’nın çıkarı ne?” sorusu, artık tüm kararların temelini oluşturuyor. Bu yaklaşım, ABD’yi yalnızca müttefiklerinden değil, kurucusu olduğu uluslararası düzenden de uzaklaştırıyor.

Söz ve güven: Eski düzenin temelleri

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin gücü sadece askerî kapasitesinden değil, verdiği sözleri tutan bir aktör olarak inşa ettiği güvenden geliyordu. NATO’dan Marshall Planı’na kadar pek çok girişim, güven üzerine kuruldu. ABD, bu sayede yalnızca bir süper güç değil, aynı zamanda uluslararası düzenin ana taşıyıcısı haline geldi. Bu anlayışın zemininde ise, savaş sonrası dönemde şekillenen ortak liderlik ve liberal düzen vizyonu yer alıyordu.

Trump’ın liderliğinde bu anlayış tersine dönüyor. Diplomasi, artık güven inşa etme değil; pazarlık yapma aracı. Müttefikler ortak değil, alıcı. Taahhütler yerine “al-ver” mantığı geçerli. Trump açıkça soruyor: “Ne alıyoruz?” Bu soru geçmişte de vardı ama dış politikanın merkezine ilk kez bu kadar sert biçimde yerleşiyor.

Ukrayna krizi: Güvencelerin çöktüğü yer

Bu kırılmanın en net örneği Ukrayna’da yaşanıyor. 1994’te imzalanan Budapeşte Mutabakatı kapsamında, Ukrayna nükleer cephaneliğinden feragat etti ve karşılığında ABD, Birleşik Krallık ve Rusya’dan toprak bütünlüğüne ve güvenliğine dair garanti aldı. Ancak 2022’de Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, bu garantilerin kâğıt üzerinde kaldığı ve sahada hiçbir caydırıcılık üretmediği ortaya çıktı.

Biden döneminde ABD, Ukrayna’ya tutarlı ve kararlı bir destek politikası izledi: askerî yardımları sürdürdü, güvenlik taahhütlerine bağlı kaldı ve ittifak temelli diplomasiyi güçlendirdi. Bu yaklaşım, dış politikada süreklilik ve istikrar mesajı verirken; Trump’ın dönüşüyle gelen koşullu ve pazarlıkçı tonla keskin bir tezat oluşturdu.

Trump’ın göreve dönüşüyle bu ton hızla değişti. Verilen yardımları açıkça sorguladı. NATO içinde, savunma harcama hedeflerini karşılamayan üye devletlerin savunulup savunulmaması gerektiğini sorguladı.

2025 Şubat’ında yapılan gergin bir toplantıda Trump, Ukrayna’nın elinde pazarlık gücü olmadığını ve ‘tüm kartların Rusya’da olduğunu’ tekrar tekrar vurguladı. Bu söylem, Kiev’e karşı daha sert bir tutum benimsemesini ve Moskova ile doğrudan pazarlık yapma arzusunu gerekçelendirmek için kullandığı temel çerçeveyi oluşturdu.

Ardından, Ukrayna ile bir “nadir mineraller” anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, geçmiş yardımların karşılığı gibi sunuldu. Ama içinde güvenlik garantisi yoktu. Kâğıt üzerinde işbirliği, gerçekte bir tahsilattı.

ABD geri çekilirken Avrupa devreye giriyor

Trump’ın dış politikadaki tavrı, Avrupa’yı Ukrayna konusunda liderlik rolünü üstlenmeye itti. Mayıs ayında Avrupa ülkeleri ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy, Washington’un pasif kaldığı bir ortamda 30 günlük ateşkes çağrısı yaptı. Ardından gelen gelişmeler, barış arayışlarının artık çok kutuplu bir zemine kaydığını gösterdi. 2 Haziran’da İstanbul’da yapılan ikinci barış görüşmesinde, Rusya ve Ukrayna heyetleri yalnızca bir saat görüştü, ancak 12 bin askerin cenazelerinin karşılıklı iadesi ve ağır yaralı esirlerin değişimi konusunda mutabakata vardı. Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı bu görüşme, Türkiye’nin diplomatik arabuluculuk iddiasını yeniden sahneye taşıdı.

Ancak görüşmelerin atmosferi umut vermekten uzaktı. Bu atmosferin en önemli nedeni, görüşmeden bir gün önce Ukrayna’nın Rusya’nın stratejik hava üslerine düzenlediği kapsamlı drone saldırısıydı. Onlarca askerî uçak vuruldu. Rusya’nın itibarı sarsıldı.

Bir zamanlar ABD öncülüğünde yürütülecek böyle bir süreç artık onun yokluğunda şekilleniyor. Bu sadece sembolik bir dışlanma değil. Avrupa, gönüllü olarak değil, zorunluluktan doğan bir liderlik boşluğunu dolduruyor. Trump’ın öngörülemez tutumu ve çekilme tehditleri, Amerikan liderliğini istikrarsız gösterdi. Buna karşılık, Avrupa başkentleri giderek daha fazla özerk hareket etmeye başladı: diplomatik koordinasyon sağlıyorlar, alternatif savunma stratejileri üzerine düşünüyorlar ve Moskova ile arka kapı temasları kuruyorlar.

Verilen mesaj çok net: İstikrarlı ABD liderliğine dayalı savaş sonrası düzen çözülüyor. Washington güven yerine işlem temelli taahhütler üzerine dış politika kurarsa, bir zamanlar inşa ettiği ittifaklara karşı bile anlamını yitirme riski taşıyor.

ABD’nin tereddütü, Avrupa’yı harekete geçmeye zorlarken; Rusya bu boşluğu stratejik kazanca çevirmeye çalışıyor.

Trump: Dönüşümün nedeni mi, yüzü mü?

Donald Trump bu sürecin merkezinde yer alıyor olabilir, ama onu yalnızca kişisel bir sapma olarak görmek meseleyi sığlaştırır. Gerçekte Trump, Amerikan dış politikasında uzun süredir biriken kırılmaların yüzeye çıkmış halidir.
Bu kırılma, sadece bir lider tercihi değil; ABD’nin liberal hegemonyacı çizgiden uzaklaşarak, post-hegemonik bir dış politika evresine girmesinin göstergesidir. Bu evre, kurumsal sorumluluklardan ziyade işlem temelli ilişkileri, güven yerine pazarlığı ve küresel liderlik yerine ulusal öncelikleri merkeze alır.

Irak ve Afganistan savaşlarının yarattığı yorgunluk, yaptırımların sınırlı etkisi ve küreselleşmeye yönelik içeriden gelen tepki, özellikle Cumhuriyetçi çevrelerde dış yardımı ve uluslararası taahhütleri sorgulayan bir eğilimi besledi. Bu zihniyet, Soğuk Savaş sonrası dönemde liberal düzene duyulan güvenin zayıflamasıyla birlikte adım adım güç kazandı.

Trump’ın “Önce Amerika” söylemi bu eğilimi başlatmadı; yalnızca onun açık bir politik programa dönüşmesini sağladı. Yıllardır Washington’da kimi çevrelerde dile getirilen — ama hiçbir zaman dış politikanın merkezine oturmayan — düşünceyi ana akım haline getirdi: ABD’nin küresel liderliği artık koşulsuz bir sorumluluk değil, pazarlıklı bir maliyet-hesap ilişkisi olarak tanımlanmalı.

Bu yaklaşımın etkisi yalnızca retorik düzeyde kalmadı. ABD’nin uluslararası taahhütleri daralmaya başladı; müttefiklerle kurulan ilişkilerde güven yerine karşılık beklentisi öne çıktı. Daha önce “sorumluluk” olarak görülen alanlar artık “maliyet kalemi” olarak değerlendiriliyor. Ve bu dönüşüm, Amerika’nın onlarca yıl boyunca inşa ettiği küresel güvenilirliğin zeminini derinden sarsıyor.

Bir ülkenin güvenilirliği sorgulandığında, müttefikler yeni yollar aramaya başlar; boşluk doğduğunda rakipler o boşluğu doldurur. Ukrayna’daki savaş da tam olarak bu dönüşüm anının sahnesidir. Sahada yalnızca askerî güç değil, stratejik güven de test ediliyor.

Trump’ın dış politika yaklaşımı kısa vadede manşetler yaratabilir; ama uzun vadede Amerika’nın en önemli kaynağını — yani güvene dayalı liderlik kapasitesini — aşındırıyor.

Sonuç: Güvenin kaybı, düzenin çöküşü

Elbette, Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası düzen kusursuz değildi. Ancak bu model, ortak güvenlik, karşılıklı sorumluluk ve kriz anlarında istikrarlı liderlik gibi temel ilkelere dayanıyordu. Onlarca yıl boyunca dünya siyasetinde bir denge unsuru işlevi gördü. Bugün ise bu çerçeve dış tehditlerden değil, doğrudan Washington’un aldığı kararlar nedeniyle çatırdıyor.

Artık ABD’ye yönelen en büyük tehdit ne Moskova ne de Pekin. Asıl tehdit, ABD’nin bir zamanlar kendisini farklı kılan, güvene dayalı kurulmuş liderlik anlayışını kısa vadeli kazançlar uğruna terk etmesidir.

Ve güven, bir kez pazarlık konusu haline geldiğinde yalnızca kaybedilmez. Onun üzerine inşa edilen düzenin dağılması da kaçınılmaz hale gelir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Mazlum Özkan
Mazlum Özkan
Mazlum Özkan, Hollanda’daki Groningen Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora adayıdır. Araştırmalarını SCOOP programı ile Sosyal Bilim Kuramı ve Yöntembilimi Üniversitelerarası Merkezi (ICS) bünyesinde yürütmektedir. Doktora çalışması, İran’daki çağdaş protesto hareketlerinin neden sıklıkla başarısızlıkla sonuçlandığını ve bu hareketlerin otoriter rejim koşullarında karşılaştığı yapısal ve siyasal engelleri incelemektedir.Özkan, yüksek lisans eğitimini 2021 yılında Tahran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. Yüksek lisans öncesinde, 2019 yılında Tahran Üniversitesi’ne bağlı Dehkhoda Uluslararası Fars Dili Eğitim Merkezi’nde ileri düzey Farsça eğitimi almıştır. Hem yüksek lisans hem de dil eğitimini, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’nın YLSY burs programı kapsamında İran’da sürdürmüştür. Araştırma alanları arasında toplumsal hareketler, protesto dinamikleri, Ortadoğu siyaseti, küresel güçlerin bölgesel etkileri ve özellikle İran’daki siyasi-toplumsal dönüşümler yer almaktadır.İngilizce ve Farsçayı ileri düzeyde, Rusça ve Hollandacayı ise orta düzeyde bilmektedir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Trump dönemi dış politikasının temel sorusu: Ne alıyoruz?

Trump’ın dış politikası, uzun vadeli ittifaklardan çok pazarlık temelli anlaşmaları tercih ediyor. Bu tercihin ABD’ye faturası ne olabilir? Trump, ABD dış politikasındaki bu dönüşümün sebebi mi sonucu mu? Mazlum Özkan yazdı.

Trump’ın ikinci döneminde ABD’nin dış politika vizyonu güven temelli ittifaklardan pazarlık temelli anlaşmalara kayıyor. Bu değişim yalnızca diplomatik dengeleri değil, Amerika’nın küresel liderliğini de tehdit ediyor.

2025’in başında dünya iki paralel gelişmeyle sarsıldı: Ukrayna’daki savaş üçüncü yılına girerken Donald Trump yeniden ABD Başkanı oldu. Bu sadece bir lider değişimi değil, bir yön değişimiydi. Trump’ın gelişi, istikrarlı ortaklıkların yerini çıkar odaklı pazarlıklara bıraktığını açıkça ortaya koydu.

Trump’ın dış politikası, uzun vadeli ittifaklardan çok pazarlık temelli anlaşmaları tercih ediyor. Güven bir değer değil, bir pazarlık aracı. “Amerika’nın çıkarı ne?” sorusu, artık tüm kararların temelini oluşturuyor. Bu yaklaşım, ABD’yi yalnızca müttefiklerinden değil, kurucusu olduğu uluslararası düzenden de uzaklaştırıyor.

Söz ve güven: Eski düzenin temelleri

Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin gücü sadece askerî kapasitesinden değil, verdiği sözleri tutan bir aktör olarak inşa ettiği güvenden geliyordu. NATO’dan Marshall Planı’na kadar pek çok girişim, güven üzerine kuruldu. ABD, bu sayede yalnızca bir süper güç değil, aynı zamanda uluslararası düzenin ana taşıyıcısı haline geldi. Bu anlayışın zemininde ise, savaş sonrası dönemde şekillenen ortak liderlik ve liberal düzen vizyonu yer alıyordu.

Trump’ın liderliğinde bu anlayış tersine dönüyor. Diplomasi, artık güven inşa etme değil; pazarlık yapma aracı. Müttefikler ortak değil, alıcı. Taahhütler yerine “al-ver” mantığı geçerli. Trump açıkça soruyor: “Ne alıyoruz?” Bu soru geçmişte de vardı ama dış politikanın merkezine ilk kez bu kadar sert biçimde yerleşiyor.

Ukrayna krizi: Güvencelerin çöktüğü yer

Bu kırılmanın en net örneği Ukrayna’da yaşanıyor. 1994’te imzalanan Budapeşte Mutabakatı kapsamında, Ukrayna nükleer cephaneliğinden feragat etti ve karşılığında ABD, Birleşik Krallık ve Rusya’dan toprak bütünlüğüne ve güvenliğine dair garanti aldı. Ancak 2022’de Rusya Ukrayna’yı işgal ettiğinde, bu garantilerin kâğıt üzerinde kaldığı ve sahada hiçbir caydırıcılık üretmediği ortaya çıktı.

Biden döneminde ABD, Ukrayna’ya tutarlı ve kararlı bir destek politikası izledi: askerî yardımları sürdürdü, güvenlik taahhütlerine bağlı kaldı ve ittifak temelli diplomasiyi güçlendirdi. Bu yaklaşım, dış politikada süreklilik ve istikrar mesajı verirken; Trump’ın dönüşüyle gelen koşullu ve pazarlıkçı tonla keskin bir tezat oluşturdu.

Trump’ın göreve dönüşüyle bu ton hızla değişti. Verilen yardımları açıkça sorguladı. NATO içinde, savunma harcama hedeflerini karşılamayan üye devletlerin savunulup savunulmaması gerektiğini sorguladı.

2025 Şubat’ında yapılan gergin bir toplantıda Trump, Ukrayna’nın elinde pazarlık gücü olmadığını ve ‘tüm kartların Rusya’da olduğunu’ tekrar tekrar vurguladı. Bu söylem, Kiev’e karşı daha sert bir tutum benimsemesini ve Moskova ile doğrudan pazarlık yapma arzusunu gerekçelendirmek için kullandığı temel çerçeveyi oluşturdu.

Ardından, Ukrayna ile bir “nadir mineraller” anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, geçmiş yardımların karşılığı gibi sunuldu. Ama içinde güvenlik garantisi yoktu. Kâğıt üzerinde işbirliği, gerçekte bir tahsilattı.

ABD geri çekilirken Avrupa devreye giriyor

Trump’ın dış politikadaki tavrı, Avrupa’yı Ukrayna konusunda liderlik rolünü üstlenmeye itti. Mayıs ayında Avrupa ülkeleri ve Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenskiy, Washington’un pasif kaldığı bir ortamda 30 günlük ateşkes çağrısı yaptı. Ardından gelen gelişmeler, barış arayışlarının artık çok kutuplu bir zemine kaydığını gösterdi. 2 Haziran’da İstanbul’da yapılan ikinci barış görüşmesinde, Rusya ve Ukrayna heyetleri yalnızca bir saat görüştü, ancak 12 bin askerin cenazelerinin karşılıklı iadesi ve ağır yaralı esirlerin değişimi konusunda mutabakata vardı. Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı bu görüşme, Türkiye’nin diplomatik arabuluculuk iddiasını yeniden sahneye taşıdı.

Ancak görüşmelerin atmosferi umut vermekten uzaktı. Bu atmosferin en önemli nedeni, görüşmeden bir gün önce Ukrayna’nın Rusya’nın stratejik hava üslerine düzenlediği kapsamlı drone saldırısıydı. Onlarca askerî uçak vuruldu. Rusya’nın itibarı sarsıldı.

Bir zamanlar ABD öncülüğünde yürütülecek böyle bir süreç artık onun yokluğunda şekilleniyor. Bu sadece sembolik bir dışlanma değil. Avrupa, gönüllü olarak değil, zorunluluktan doğan bir liderlik boşluğunu dolduruyor. Trump’ın öngörülemez tutumu ve çekilme tehditleri, Amerikan liderliğini istikrarsız gösterdi. Buna karşılık, Avrupa başkentleri giderek daha fazla özerk hareket etmeye başladı: diplomatik koordinasyon sağlıyorlar, alternatif savunma stratejileri üzerine düşünüyorlar ve Moskova ile arka kapı temasları kuruyorlar.

Verilen mesaj çok net: İstikrarlı ABD liderliğine dayalı savaş sonrası düzen çözülüyor. Washington güven yerine işlem temelli taahhütler üzerine dış politika kurarsa, bir zamanlar inşa ettiği ittifaklara karşı bile anlamını yitirme riski taşıyor.

ABD’nin tereddütü, Avrupa’yı harekete geçmeye zorlarken; Rusya bu boşluğu stratejik kazanca çevirmeye çalışıyor.

Trump: Dönüşümün nedeni mi, yüzü mü?

Donald Trump bu sürecin merkezinde yer alıyor olabilir, ama onu yalnızca kişisel bir sapma olarak görmek meseleyi sığlaştırır. Gerçekte Trump, Amerikan dış politikasında uzun süredir biriken kırılmaların yüzeye çıkmış halidir.
Bu kırılma, sadece bir lider tercihi değil; ABD’nin liberal hegemonyacı çizgiden uzaklaşarak, post-hegemonik bir dış politika evresine girmesinin göstergesidir. Bu evre, kurumsal sorumluluklardan ziyade işlem temelli ilişkileri, güven yerine pazarlığı ve küresel liderlik yerine ulusal öncelikleri merkeze alır.

Irak ve Afganistan savaşlarının yarattığı yorgunluk, yaptırımların sınırlı etkisi ve küreselleşmeye yönelik içeriden gelen tepki, özellikle Cumhuriyetçi çevrelerde dış yardımı ve uluslararası taahhütleri sorgulayan bir eğilimi besledi. Bu zihniyet, Soğuk Savaş sonrası dönemde liberal düzene duyulan güvenin zayıflamasıyla birlikte adım adım güç kazandı.

Trump’ın “Önce Amerika” söylemi bu eğilimi başlatmadı; yalnızca onun açık bir politik programa dönüşmesini sağladı. Yıllardır Washington’da kimi çevrelerde dile getirilen — ama hiçbir zaman dış politikanın merkezine oturmayan — düşünceyi ana akım haline getirdi: ABD’nin küresel liderliği artık koşulsuz bir sorumluluk değil, pazarlıklı bir maliyet-hesap ilişkisi olarak tanımlanmalı.

Bu yaklaşımın etkisi yalnızca retorik düzeyde kalmadı. ABD’nin uluslararası taahhütleri daralmaya başladı; müttefiklerle kurulan ilişkilerde güven yerine karşılık beklentisi öne çıktı. Daha önce “sorumluluk” olarak görülen alanlar artık “maliyet kalemi” olarak değerlendiriliyor. Ve bu dönüşüm, Amerika’nın onlarca yıl boyunca inşa ettiği küresel güvenilirliğin zeminini derinden sarsıyor.

Bir ülkenin güvenilirliği sorgulandığında, müttefikler yeni yollar aramaya başlar; boşluk doğduğunda rakipler o boşluğu doldurur. Ukrayna’daki savaş da tam olarak bu dönüşüm anının sahnesidir. Sahada yalnızca askerî güç değil, stratejik güven de test ediliyor.

Trump’ın dış politika yaklaşımı kısa vadede manşetler yaratabilir; ama uzun vadede Amerika’nın en önemli kaynağını — yani güvene dayalı liderlik kapasitesini — aşındırıyor.

Sonuç: Güvenin kaybı, düzenin çöküşü

Elbette, Soğuk Savaş sonrası kurulan uluslararası düzen kusursuz değildi. Ancak bu model, ortak güvenlik, karşılıklı sorumluluk ve kriz anlarında istikrarlı liderlik gibi temel ilkelere dayanıyordu. Onlarca yıl boyunca dünya siyasetinde bir denge unsuru işlevi gördü. Bugün ise bu çerçeve dış tehditlerden değil, doğrudan Washington’un aldığı kararlar nedeniyle çatırdıyor.

Artık ABD’ye yönelen en büyük tehdit ne Moskova ne de Pekin. Asıl tehdit, ABD’nin bir zamanlar kendisini farklı kılan, güvene dayalı kurulmuş liderlik anlayışını kısa vadeli kazançlar uğruna terk etmesidir.

Ve güven, bir kez pazarlık konusu haline geldiğinde yalnızca kaybedilmez. Onun üzerine inşa edilen düzenin dağılması da kaçınılmaz hale gelir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Mazlum Özkan
Mazlum Özkan
Mazlum Özkan, Hollanda’daki Groningen Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktora adayıdır. Araştırmalarını SCOOP programı ile Sosyal Bilim Kuramı ve Yöntembilimi Üniversitelerarası Merkezi (ICS) bünyesinde yürütmektedir. Doktora çalışması, İran’daki çağdaş protesto hareketlerinin neden sıklıkla başarısızlıkla sonuçlandığını ve bu hareketlerin otoriter rejim koşullarında karşılaştığı yapısal ve siyasal engelleri incelemektedir.Özkan, yüksek lisans eğitimini 2021 yılında Tahran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. Yüksek lisans öncesinde, 2019 yılında Tahran Üniversitesi’ne bağlı Dehkhoda Uluslararası Fars Dili Eğitim Merkezi’nde ileri düzey Farsça eğitimi almıştır. Hem yüksek lisans hem de dil eğitimini, Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’nın YLSY burs programı kapsamında İran’da sürdürmüştür. Araştırma alanları arasında toplumsal hareketler, protesto dinamikleri, Ortadoğu siyaseti, küresel güçlerin bölgesel etkileri ve özellikle İran’daki siyasi-toplumsal dönüşümler yer almaktadır.İngilizce ve Farsçayı ileri düzeyde, Rusça ve Hollandacayı ise orta düzeyde bilmektedir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x