Son yirmi yıldır uluslararası düzenin “esnek iki-kutupluluk” ya da “dengesiz çok-kutupluluk” temelinde değiştiği görülüyor. Buna göre uluslararası sistemde Amerika Birleşik Devletleri ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi iki ana başat aktörün yanında güç kapasitesi noktasında onları yakalama kabiliyetleri olmasa da en azından kendi bulundukları bölgelerde nüfus bölgeleri kurma ve güçlerini birleştirdikleri takdirde Amerika ve Çin karşısında alternatif bir blok oluşturma şansları olabilecek ülkeler var.
Bugün itibariyle ne Amerika ne de Çin, bırakın dünyanın genelini kendi arka bahçelerinde dahi istedikleri her şeyi yapabilecek güce sahipler. Çok-aktörlü, çok-merkezli yeni dünya düzeninde birçok ülke dış politikasının merkezine “stratejik otonomi”, “aktif-bağlantısızlık” ya da “çoklu-bağlantılılık” kavramlarını oturtmuş durumda. Çok-boyutlu ve çok-taraflı dış politika takip etmek artık her neyse bütün devletler için olmazsa olmaz. Bu açıdan bakıldığında Türkiye gibi orta ölçekli güç kapasitesine sahip olan bir ülkenin geleneksel anlamda kendini ait hissettiği Batı bloğunun yanında yeni dünyanın yükselen güçleriyle olan ilişkilerini daha ileri boyutlara taşımak istemesi oldukça anlaşılır bir durum.
Türkiye’nin stratejik tercihleri
Türkiye 1952’den beri NATO ittifakının bir üyesi ve 1960’lı yılların başından günümüze Avrupa Birliği’ne üye olmaya çalışıyor. Jeopolitik, stratejik, ekonomik ve siyasi bağlamlarda Türkiye’nin Batılı aktörlerle olan ilişkileri oldukça köklü ve kurumsal.
Bunun yanında son yıllarda “Küresel Batı” diye adlandırdığımız bloğun dünya siyasetindeki güç kaybına paralel olarak Türkiye’nin “Küresel Doğu” ve “Küresel Güney” diye adlandırılan ülkeler grubuyla daha yakın ve işlevsel ilişkiler kurmaya çalıştığını görüyoruz. Bunda değişen küresel güç dengelerinin yanı sıra Türkiye’nin jeopolitik, siyasi ve ekonomik çıkarlarının Küresel Batı bloğunun çıkar ve öncelikleriyle eskisi kadar uyuşmaması en önemli neden. Küresel Batı bloğu içinde yaşanan çatlaklar, özellikle de Trump’ın Amerikan başkanı olmasıyla birlikte, Küresel Batı ve onun kurumsal yapılarını Türkiye için sağlam bir çıpa olmaktan uzaklaştırıyor.
Her geçen gün derinleşen küresel istikrarsızlık ve çalkantılar Türkiye’nin stratejik yumurtalarını farklı sepetlere yerleştirme yönündeki politikalarını kalıcılaştırıyor. Bu bağlamda BRISCS + ve Şangay İşbirliği Örgütü gibi Küresel Doğu ve Küresel Güney ülkelerini bir araya getiren platformlar Türkiye için mutlaka sağlam ilişkiler kurulması gereken yapılar olarak beliriyor.
Rusya devrim, Çin evrim diyor
Bu arka plandan bakıldığında geçtiğimiz günlerde Cumhur İttifakı’nın küçük ortağı Milliyetçi Hareket Partisi’nin Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin dile getirdiği Türkiye’nin Rusya ve Çin’le bir ittifak kurması gerektiği fikri tartışılmaya değer. Eğer Sayın Bahçeli “ittifak” kavramından bu üç ülkenin her durum ve vaziyette ortak güvenlik tanımlamalarına sahip olmaları ve bunlardan herhangi birisine yapılan bir saldırının hepsine birden yapılmış gibi görülmesi gerektiğini kastetmişse, bunun mümkün olamayacağını söylemek yanlış olmaz.
Aralarındaki gelişen ilişkilere rağmen Rusya ve Çin’in bir ittifak kurduklarını iddia etmek bile oldukça zorken, Türkiye’nin böyle bir yapı içinde ittifakın üçüncü unsuru olarak görülmesi mümkün değil. Bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin ittifakın Rusya ve Çin’i tehdit ve risk olarak tanımlayan bütün strateji belgelerinin altında imzası olduğunu hatırlatmak gerekir.
Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan hegemonyası altında gelişen liberal dünya düzeninin temel norm ve yapı taşlarını yıkmaya ve yerine tamamen Batı-dışı bir düzen kurmaya çalıştığını biliyoruz. Çin ise mevcut düzeni tamamen yıkıp Amerika’nın küresel liderliğini ele geçirmek yerine mevcut yapının kendini kısıtlayıp sınırlandıran unsurlarını törpülemek ve cari düzeni kendi çıkarlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışıyor. Rusya “devrim” derken, Çin “evrim”den bahsediyor.
Batı blokunun Türkiye için anlamı
Türkiye’nin başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere eğer hâlâ varsa küresel Batı blokunun diğer aktörleriyle yaşamakta olduğu stratejik uyuşmazlık ve fikir ayrılıkları onu Batı’dan yüz çevirmeye itecek noktada değil.
NATO üyeliğinin önemi ve AB üyelik sürecinin bir devlet politikası olduğu daha önce üst düzey Türk karar alıcılar tarafından sıklıkla dile getirilmişti. NATO üyeliği sayesinde Türkiye hâlâ sahip olamadığı bazı askerî yeteneklere ulaşabildiği gibi Batılı aktörleri dengeleyebiliyor da.
İttifak, Türkiye’yi sadece NATO-dışı tehditlere karşı değil, Amerika ve diğer NATO üyelerine karşı da koruyor. NATO dışında kalmış bir Türkiye’nin Batılı aktörler tarafından tehdit olarak görülebilmesi hiç de imkânsız değil.
Bunun yanında Türkiye’nin küresel ticaretinde Batı blokunun sahip olduğu pay nerdeyse yüzde elli. Türkiye’ye yapılan doğrudan dış yatırımların neredeyse yüzde yetmişi hâlâ Batı kaynaklı. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu yüksek teknolojiye erişiminin hâlâ Batı üzerinden olması not edilmesi gereken bir diğer unsur.
Halbuki Türkiye’nin Rusya ve Çin’le olan ekonomik ilişkileri oldukça dengesiz. Hem Türkiye’nin bu iki ülkeyle olan ticaret hacmi az, hem de bu ilişkiler Türkiye’den ziyade Rusya ve Çin’e hizmet ediyor. Türkiye Rusya ve Çin’den dokuz birim mal alıyorsa bu ülkelere bir birim mal satıyor. Bu iki ülkenin Türkiye’deki doğrudan ekonomik yatırımlarıyla ülkemize gönderdikleri turistlerin yaptıkları harcamalar Türkiye’nin ticaret açığını kapatmasına yetmiyor.
Ayrıca ne Rusya ne de Çin’in Türkiye’yi Şangay İşbirliği Örgütü ve BRICS +’a tam üye yapma yönünde bir istekleri var. NATO’nun içinde kalıp Batı’yı zayıflatması Moskova ve Pekin’in Ankara’dan beklentileri arasında.
Stratejik yelkenler
Türkiye’nin stratejik yelkenlerini Batı’dan Rusya ve Çin’e çevirmesi siyasi değerler noktasında da pek olası görünmüyor. Her ne kadar Türkiye son yıllarda liberal demokrasi noktasında bazı sıkıntılar yaşıyor olsa da Rusya ve Çin’in benimseyip pratik ettiği siyasi değerlerle Türkiye’ninkiler arasındaki makas çok açık.
Türkiye’nin olası bir Türkiye-Rusya-Çin ittifakı içinde yer alması onun siyasi değerler noktasında illiberal otoriter rejimler arasında gösterilmesini ortaya çıkartır ki, böyle bir algının yerleşmesi Türkiye ile Batı arasındaki ilişkilerin dostluk ve rekabet zemininden düşmanlık zemine taşınmasını dahi doğurabilir.
Sayın Bahçeli’nin dile getirdiği Türkiye-Rusya-Çin ittifakı önerisi hiç şüphesiz Trump’ın Amerika’da ikinci kez başkan olmasıyla dünya genelinde takip etmeye çalıştığı perakendeci, büyük güçler arası rekabeti önceleyen, korumacı ticaret savaşlarını merkeze alan, aşırı İsrail yanlısı, dünyayı umursamaz ve zorlayıcı güç unsurlarının tek-taraflı empoze edici şekilde kullanılması üzerinden jeopolitik nüfus devşirmeyi önemseyen dış politika yaklaşımlarından etkilenmiş olabilir. Trump’ın politikalarının küresel düzeydeki istikrasızlık ve belirsizliği arttırması ve Amerika’nın itibar ve inandırıcılığını zedelemesi Amerika’ya güvenilemeyeceği ve Amerika’nın ipiyle kuyuya inilemeyeceği noktasındaki algıyı güçlendirmiş olabilir. Sayın Bahçeli’nin önerisi bu düşünüşü yansıtan bir çıkış olarak da değerlendirilebilir.
Türkiye’nin Suriye’nin geleceği ve İsrail’in Ortadoğu bölgesinde takip ettiği şiddet yanlısı yayılmacı politikaları karşısında hissettiği rahatsızlıkla Trump Amerikası’nın bu konularda Türkiye’yi anlamaktan ziyade İsrail’in çıkarlarını gözetiyor şeklindeki davranışları Sayın Bahçeli’yi bu çıkışı yapmaya sevk eden bir diğer unsur da olabilir. Bu da son derece anlaşılır bir durum olsa gerek. Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler Genel Kurul toplantıları ve Başkan Trump’la Beyaz Saray’da yapacağı ikili görüşmeler öncesi Türkiye’nin pazarlık gücünün yükseltilmesi ve stratejik manada alternatifsiz olmadığı algısının yaratılmaya çalışılması Sayın Bahçeli’yi bu öneriyi yapmaya sevk eden bir diğer neden olabilir.
Türkiye’nin jeopolitik güvenlik kültürü
Türkiye’nin jeopolitik güvenlik kültüründe büyük güçler arası denge kurmak ve sert ve yumuşak güç imkanları üzerinden bölgesel nüfus tesis etmeye çalışmak önemli unsurlardır. Bu açıdan bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’nin jeopolitik anlamda istikrarsızlaştırılması, çevrelenmesi ve bölgesel etki alanının azaltılmasına hizmet edebilecek tutum ve davranışlar içinde olduğu şeklindeki algının güçlenmesi bu tarz önerilerin gündeme gelmesinde etkili oluyor.
Türkiye’nin aralarında en başta Rusya ve Çin olmak üzere Küresel Doğu ve Küresel Güney’in önemli aktörleriyle ilişkilerini çok daha ileri bir boyuta taşımak istemesi içinde bulunduğumuz yeni dünya düzeninin ortaya çıkardığı bir sonuç. Bu yeni devirde uzun süreli, değişmez ortak çıkar ve değerlere dayanan bağlayıcı ittifak ilişkileri kurmak ya da mevcut olanları sürdürmeye çalışmak neredeyse imkansıza yakın bir çaba. Buna mukabil kısa vadeli, pragmatik, tematik, amaca yönelik, az-taraflı stratejik ortaklık ve iş birlikleri birçok ülkenin dış politika uygulamaları arasında dikkatleri çekiyor. Eğer bu analiz doğruysa Türkiye’nin bırakın mevcut NATO üyeliğini değişmez ve sarsılmaz görmesini, NATO’dan çıkıp NATO’nun kurucu değer ve felsefesiyle doğrudan çelişen stratejik oluşumlar içinde yer almayı isteyecek olması ikna edici görünmüyor.
Her çiçekten bal almaya çalışan orta ölçekli bir güç olarak Türkiye’nin stratejik yumurtalarını farklı stratejik sepetleri yerleştirmek, kendi öz imkanlarına yatırım yapmak, önemli küresel aktörlerle güvenli mesafeler dahlinde ilişkiler kurmak ve Ankara-merkezli stratejik-otonomi temelinde bir dış ve güvenlik politikası takip etmesi günümüzün çalkantılı ve belirsizliklerle dolu geçiş sürecinde yapılacak en doğru iş gibi görünüyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 25 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.