Ege Denizinde ve özellikle Doğu Akdeniz’de çeşitli egemenlik anlaşmazlıkları yaşayan Türkiye ve Yunanistan bu sorunları çözmek için zaman zaman diplomatik çabalar yürütseler de henüz adil ve kalıcı bir çözüm bulabilmiş değiller. Üstelik şimdi bu sorunlara bir de Deniz Mekânsal Planlama (DMP) sorunu eklendi.
Avrupa Birliği (AB), çevresel sürdürülebilirlik hedefleri doğrultusunda 2014 yılında yürürlüğe koyduğu Deniz Mekânsal Planlama Direktifi ile üye devletlere kıyı ve deniz alanlarını planlama yükümlülüğü getirmişti. Söz konusu alanların yalnızca ekonomik ve sosyal işlevleriyle değil, aynı zamanda ekosistem temelli bir yaklaşımla ele alınması öngörülmüştü.
Ekosistem temelli yaklaşım, deniz ve kıyı alanlarının kullanımında doğal süreçlerin, biyolojik çeşitliliğin ve ekolojik bütünlüğün korunmasını esas alıyor. Böylece, insan faaliyetlerinin deniz ekosistemleri üzerindeki olumsuz etkilerinin en aza indirilmesi ve deniz kaynaklarının uzun vadeli sürdürülebilirliği hedefleniyor.
Ancak ekosistemi korumak amacıyla teknik bir düzenleme olarak öne çıkan Deniz Mekânsal Planlama direktifi, zaman içinde jeopolitik etkiler doğurabilecek stratejik bir araca dönüştü. Özellikle deniz yetki alanlarının tartışmalı olduğu bölgelerde, Deniz Mekânsal Planlama süreçleri siyasi anlamlar kazanmaya başladı.
Deniz Mekânsal Planlama süreçlerinin kazandığı siyasal anlamları tartışmaya başlamadan önce, Ege Denizi söz konusu olduğunda akla ilk gelen kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi terimlerin anlamını hatırlamakta fayda var.
Kıta sahanlığı, bir devletin kara parçasının deniz altındaki doğal uzantısını oluşturuyor ve bu alan üzerindeki araştırma ve kaynak kullanımı haklarını kapsıyor. Genellikle 12 mil olarak kabul ediliyor. Ancak Ege Denizi gibi dar alanlarda ya da adaların çevresinde hakkaniyet ilkesi çerçevesinde uluslararası hukukta farklı düzenlemelere gidiliyor.
Münhasır Ekonomik Bölge ise kıyı devletine, karasularının ötesine uzanan deniz alanlarında, deniz yatağı ile su kolonundaki canlı ve cansız kaynakları araştırma, işletme ve yönetme hakkı tanıyan bir yetki alanı.
İşte Deniz Mekânsal Planlama için Yunanistan ve Türkiye’nin eş zamanlı olarak kamuoyuna sunduğu haritalar, taraflar arasında karasuları ve Münhasır Ekonomik Bölge üzerinden uzun süredir devam eden deniz yetki alanı uyuşmazlıklarını teknik bir gündem başlığı olmaktan çıkararak yeniden jeopolitik bir gerilim alanına taşıdı.
Türkiye’nin Deniz Mekânsal Planlama haritası
Türkiye, Ankara Üniversitesi Deniz Hukuku Ulusal Araştırma Merkezi (DEHUKAM) koordinasyonunda ve ilgili kamu kurumlarıyla iş birliği içerisinde hazırladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası ile bu alanda ilk kez kurumsal ve akademik zemine dayanan bir model geliştirdi.
Hazırlanan harita, Ege ve Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığı ile muhtemel Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlarını, uluslararası deniz hukukunda sıkça başvurulan “ortay hat” prensibi temelinde belirlendi. Ortay hat, karşılıklı kıyıları bulunan devletler arasında eşit uzaklık esasına göre çizilen sınır hattını ifade ediyor ve genellikle deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında kullanılıyor. Bu bağlamda, haritadaki sınırlandırmalar da uluslararası deniz hukukunun temel ilkeleri olan hakkaniyet ve karşılıklılık esaslarına dayanıyor.
Lakin Yunanistan’ın Deniz Mekânsal Planlaması özellikle Türkiye kıyılarına son derece yakın konumda bulunan Meis Adası gibi adalara 12 millik tam yetki alanı tanıması ve Münhasır Ekonomik Bölge ve kıta sahanlığı sınırlarını bu doğrultuda belirlemesi dolayısıyla Türkiye’yi küçücük bir alana hapsetmeye çalışması nedeniyle Ankara’nın sert tepkisine neden oldu.
Yunanistan sınırları zorluyor
Yunanistan kendi Deniz Mekânsal Planlama haritasını kamuoyuna “jeopolitik değil, teknik bir zorunluluk” iddiasıyla sundu. Ancak haritanın içeriği ve bölgesel bağlam göz önüne alındığında bu söylemin inandırıcılıktan uzak olduğu aşikâr. Zira söz konusu harita yalnızca bir çevresel planlama aracı değil; aynı zamanda deniz yetki alanları üzerinden sürdürülen egemenlik mücadelesinin yeni bir tezahürü niteliğinde.
İyon Denizi’nde karasularını 12 deniz miline çıkaran Yunanistan, Doğu Akdeniz’de ise İtalya ve Mısır’la yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmalarını temel alarak sınırlarını genişletmeyi hedefliyor. Bu girişim, Türkiye’nin kıta sahanlığı ile potansiyel Münhasır Ekonomik Bölge alanlarını doğrudan ihlal ediyor ve bu nedenle çevresel değil, siyasi ve jeopolitik bir anlam taşıyor.
Yunanistan’ın yayınladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası, 1997 tarihli Sevilla Haritası’nda dile getirilen maksimalist tezleri yeniden canlandırıyor ve uluslararası hukukla bağdaşmayan iddialarını meşrulaştırmaya çalışıyor. Sevilla Haritası, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) deniz yetki alanı iddialarını esas alarak, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını büyük ölçüde dışlayan ve tek taraflı talepleri yansıtan bir sınırlandırma modeli sunuyor. Bu nedenle, harita Türkiye tarafından uzun süredir hukuki ve siyasi açıdan reddediliyor.
Atina’nın aynı minvalde hazırladığı Deniz Mekânsal Planlama haritası ise Yunan adalarına tanınan orantısız deniz yetkileriyle dikkat çekiyor. Antalya’nın Kaş ilçesinin tam karşısındaki Meis Adası gibi ana karaya yalnızca 1,5 deniz mili uzaklıktaki küçük adalara tam kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge yetkisi tanınması, deniz sınırlandırmalarında geçerli olan orantılılık ve hakkaniyet ilkelerine açıkça aykırı. Bu yaklaşım, Uluslararası Adalet Divanı’nın daha önceki kararlarıyla da çelişiyor. Zira Divan, ada devletlerinin deniz yetki alanlarının belirlenmesinde her zaman ana karayla eşit haklara sahip olamayacağını defalarca vurgulamıştı.
Komşu devletlerle ikili müzakereler yerine, tek taraflı çizimlere ve bölgesel gerçeklikle uyuşmayan sınırlandırmalara dayalı bu tarz harita çalışmaları, uluslararası toplum nezdinde ciddi meşruiyet sorunları doğuruyor.
Türkiye açısından bu harita, sadece bir çevre planı değil, aynı zamanda egemenlik haklarını hedef alan siyasi bir girişim olarak görülmeli. Eğer Yunanistan’ın haritası uluslararası düzeyde kabul görürse, Türkiye’nin Ege’deki yetki alanları daralabilir, açık denizlere çıkışı sınırlanabilir ve enerji kaynaklarına erişimi ciddi biçimde kısıtlanabilir. Bu nedenle Deniz Mekânsal Planlama haritası üzerinden yürütülen tartışma, bölgesel istikrarı tehdit eden ve Türkiye’nin ulusal güvenliği ile denizlerdeki haklarını doğrudan ilgilendiren bir konu olarak ciddiyetle ele alınmalı.
“Mavi Vatan” vizyonunda Deniz Mekânsal Planlama’nın yeri
Ankara, bu gelişmeleri Yunanistan’ın maksimalist deniz yetki anlayışının son örneği olarak değerlendirdi. Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Yunanistan’ın ilan ettiği haritanın hiçbir hukuki geçerliliği bulunmadığı ve uluslararası deniz hukukuyla bağdaşmadığı vurgulandı.
Açıklamada ayrıca, Türkiye’nin kendi Deniz Mekânsal Planlama haritasını UNESCO ve Birleşmiş Milletler’in ilgili organlarına sunacağı belirtilerek, Ankara’nın bu süreci sadece savunma refleksiyle değil, aynı zamanda diplomatik bir karşı hamle ile yürütmekte olduğu gösterildi.
Bu noktada haritalar üzerinden şekillenen krizin, yalnızca deniz yetki alanı mücadelesi olarak okunması yetersiz. Deniz Mekânsal Planlama haritaları, tarafların bölgesel güç projeksiyonlarını, hukuki argümanlarını ve diplomatik hamle kabiliyetlerini eş zamanlı olarak sahaya yansıttıkları çok katmanlı bir çatışma zemini hâline geldi. Özellikle Türkiye açısından bu süreç, yalnızca deniz sınırlarını koruma değil, aynı zamanda “Mavi Vatan” konsepti çerçevesinde sürdürülebilir deniz politikalarını uluslararası sistemin meşru zeminine taşıma çabasını da temsil ediyor.
“Mavi Vatan”, Türkiye’nin karasuları, kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi egemenlik haklarını savunmaya yönelik stratejik bir vizyon olarak ortaya çıktı. Bu doktrin, hem Türkiye’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerini koruma iradesini hem de deniz gücünü artırma yönündeki bütüncül politikalarını ifade ediyor. Mavi Vatan vizyonu denizlerin yalnızca güvenlik ya da enerji kaynakları açısından değil, aynı zamanda ekonomik büyüme, çevresel sürdürülebilirlik ve uluslararası hukuk temelinde egemenlik haklarının korunması açısından stratejik bir değer taşıdığını kabul eden bir anlayışı temsil ediyor. Deniz Mekânsal Planlama haritası ise bu anlayışın uygulanabilirliğini destekleyen bir hamle olarak öne çıkıyor. Söz konusu harita, teknik bir belge olmasının ötesinde, Türkiye’nin AB üyesi olmaksızın da bölgesel deniz hukukuna yön verebilecek normatif kapasiteye sahip olduğunu kanıtlamaya yönelik stratejik bir irade beyanı niteliği taşıyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin Deniz Mekânsal Planlama süreci, yalnızca dış politika veya güvenlik perspektifiyle değil; aynı zamanda uluslararası çevre hukuku, kaynak yönetimi ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri açısından da çok boyutlu bir ulusal kapasite inşasını temsil ediyor.

Süreci nasıl okumalıyız?
Yunanistan’ın yaklaşımı, sadece coğrafi ve hukuki mantıktan değil, aynı zamanda iyi komşuluk ilişkilerinden ve diplomatik sağduyudan da uzak. Yunanistan’ın söz konusu haritalar üzerinden uluslararası meşruiyet devşirme çabası, çevre politikaları ve teknik yükümlülükler kisvesi altında, Türkiye’nin denizlerdeki haklarını tartışmalı hale getirmeye dönük siyasi bir manevra olarak değerlendirilmeli.
Bu çerçevede Türkiye’nin deniz yetki alanlarına dair politikası, salt savunmacı reflekslerle sınırlı kalmamalı; aksine çok boyutlu, stratejik ve yapıcı bir dış politika vizyonuyla desteklenmeli. Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT), Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) gibi çok taraflı platformlarda etkin diplomatik görünürlük sağlayarak Yunanistan’ın çelişkili ve hukuk dışı tutumlarını inkişaf etmeli. Ancak bu süreçte yalnızca haklılık argümanına yaslanmak yeterli değil. Zira uluslararası sistemdeki çifte standartlı yaklaşımlar ve blok dayanışmaları, Türkiye’nin tezlerinin haklılığını zaman zaman gölgeliyor. Bu nedenle Türkiye, veriye dayalı, hukuki normlara yaslanan ve aynı zamanda çevresel sürdürülebilirliği de içeren bir dış politika çerçevesi oluşturmalı.
Deniz Mekânsal Planlama konusu, Türkiye-Yunanistan arasında uzun süredir devam eden deniz yetki alanı tartışmalarının basit bir devamı değil. Bu mesele, Ege ve Doğu Akdeniz’de kimin norm koyucu, kimin oyun kurucu olacağına dair daha derin ve çok katmanlı bir jeopolitik mücadelenin güncel tezahürü.
Bu noktada Türkiye’nin “Mavi Vatan” vizyonu, yalnızca askeri ya da güvenlik eksenli bir doktrin olarak değil, aynı zamanda uluslararası hukukla uyumlu, bilimsel temellere dayanan sürdürülebilir bir deniz yönetişimi modeli olarak yeniden tanımlanmalı. Bu vizyonun uluslararası kamuoyunda kabul görmesi için teknik uzmanlıkla desteklenen, akademik ve diplomatik çevrelerle iş birliği içinde geliştirilen bir dış politika yaklaşımı şart. DEHUKAM koordinasyonunda hazırlanan ve kamu, akademi ve özel sektörün katkılarıyla oluşturulan Türkiye’nin kendi Deniz Mekânsal Planlama haritası, bu bağlamda önemli bir adım. Ancak bu haritanın uluslararası etki yaratabilmesi için gerekli tanıtım, meşruiyet ve kabul görme süreçleri titizlikle yürütülmeli.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 30 Nisan 2025’te yayımlanmıştır.