Türkiye’nin Afrika Boynuzu ve Kızıldeniz’de yön arayışı

Türkiye’nin yıllardan beri önemli bir aktör olmak için çaba sarf ettiği Kızıldeniz, Gazze savaşından zaten etkileniyordu. İran-İsrail savaşanın genişleme ihtimali bu bölgeyi kırılganlaştırdı. Türkiye’nin Kızıldeniz’de karşı karşıya olduğu riskler ve fırsatlar neler? Nebahat T. Yaşar yazdı.

Son zamanlarda Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu hakkında daha fazla şey duymaya başladıysanız, yalnız değilsiniz. Küresel güç rekabetinin Afrika ve Orta Doğu’nun sınır bölgelerine kaydığı bir dönemde, Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu giderek daha fazla jeopolitik ilgi çekiyor. Neden mi? Yakın zamandan başlayalım.

Gazze’de başlayan savaşın yalnızca Filistin topraklarıyla sınırlı kalmayacağını daha en başından biliyorduk. Ancak bu savaşın yankılarının, Kızıldeniz gibi küresel ticaretin kalbinde bu kadar derin hissedileceğini belki kimse bu kadar hızlı öngöremezdi. 2023’ün sonlarına doğru, Yemenli Husiler, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşılık olarak Kızıldeniz’deki ticari gemilerine drone, füze ve denizden saldırılar düzenlemeye başladılar. Amaç, İsrail’i ve ona destek veren ülkeleri bölgede ekonomik baskı altına almak ve Gazze’deki savaşın cephesini genişletmek.

Bu gelişmeler, Orta Doğu’daki yerel bir çatışmanın hızla uluslararası bir krize dönüşebileceğini bir kez daha gösterdi. Kızıldeniz’deki güvenlik tehdidi sadece askeri bir mesele değildi; küresel tedarik zincirini, enerji fiyatlarını ve ticari nakliye rotalarını doğrudan etkiledi. Bu saldırılar kısa sürede küresel tedarik zincirini ciddi şekilde vurdu. Süveyş Kanalı’ndaki günlük gemi trafiği tarihsel ortalamanın (72-75 gemi) yarısına (36-37 gemi) düşerek %60 azaldı. Konteyner taşımacılığı %90, genel gemi geçişleri ise %50-75 oranında geriledi. Bu düşüş, gemilerin Afrika kıtasını dolaşan alternatif rotalara yönelmesine, seyahat sürelerinin 10-15 gün uzamasına ve maliyetlerin katlanmasına yol açtı.

Tabi buna yanıt gecikmedi: ABD öncülüğünde çok uluslu bir deniz gücü oluşturuldu, İngiltere ve Fransa ise doğrudan Husi hedeflerine askeri müdahalelerde bulundu. Bölge için çok yeni bir gelişme değil elbette bu, son yirmi yıldır doğrudan Kızıldeniz’de olmasa da Somali açıkları, Aden Körfezi ve Bab el-Mandeb’inde çok sayıda NATO ve AB deniz gücü misyonu görev yaptı. Batılı aktörler de uzun yıllardır askeri olarak bu bölgedeler. ABD, 2000’lerin başından beri, Fransa, 1977’den bu yana Cibute’deki askeri üsleri üzerinden Afrika Boynuzunda kalıcı askeri varlık bulunduruyor. Ne değişti derseniz, son yıllarda ABD ve Avrupalı devletlerin bölgedeki askeri varlıkları gözlem, lojistik ve destek odaklı bir dönüşüm yaşarken, şimdi yeniden önleme, müdahale ve caydırıcılık gibi daha aktif askeri pozisyona geri döndüler.

Son gelişmelerle tablo daha da çetrefilli hale geldi. 13 Haziran 2025’te başlayan İran-İsrail savaşı, zaten kırılgan olan bu bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma riski taşıyor. İki gün sonra, yani 15 Haziran’da, Yemenli Husiler bu kez sadece deniz trafiğini değil, balistik füzelerle doğrudan İsrail’i hedef aldı. Üstelik bu kez saldırılar, açıkça İran’la koordineli şekilde yürütüldü. Husi sözcüsü Yahya Saree, saldırıların İran’la eşgüdüm içinde gerçekleştiğini açıkladı.

Peki bu ne anlama geliyor? Bu, daha organize ve doğrudan bir cephe genişlemesi ya da çokça konuşulduğu haliyle çok cepheli bir savaş riski anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle, savaşın seyrine göre, İsrail’in ya da müttefiklerinin vereceği askeri yanıtın Yemen, Kızıldeniz, hatta Hint Okyanusu’nun batı kıyılarına kadar uzanabileceği anlamına geliyor. Önümüzdeki günlerde buradaki askeri hareketlilik daha da artabilir.

Çin ne yapabilir?

Bu tabloya bir de Çin’i ekleyelim.  2017’de Cibuti’de ilk askeri üssünü açması ve “Kuşak ve Yol Girişimi” kapsamında bölge genelinde stratejik liman ve altyapılara büyük yatırımlar yapmaya başladı. Böylece bölgede bir ABD-Çin jeostratejik rekabeti de var. Yani bölge yalnızca Batı için değil, Çin için de vazgeçilmez bir stratejik bölge. Şu an için Pekin’in bölgedeki savaşa verdiği tepki riskten kaçınmaktan yana. Ama işler kontrolden çıkarsa ve çok cepheli çatışmalar derinleşirse, Çin’in Afrika Boynuzu’ndaki uzun vadeli askeri ve ekonomik planlarının ciddi biçimde sarsılması muhtemel.

Peki, ya Rusya?

Rusya da bölgede ve uzun vadeli varlığını bölgeye taşımaya oldukça kararlı. Rusya, özellikle Wagner’in bölgedeki faaliyetleriyle, silah kaçakçılığı ve savaş ekonomisi üzerine kurulu bağlarının savunma işbirlikleriyle içiçe geçtiği bir etki mimarisi örmekte. Sudan’da iç savaşa dahlinin yanısıra, Moskova aynı zamanda Etiyopya’ya deniz gücü kazandırmak amacıyla subay eğitimi ve lojistik destek sağlıyor. Bu, Rusya’nın Kızıldeniz’e açılma stratejisinin önemli bir ayağı. Diğer ayağı ise Port Sudan’daki deniz üssü. Şubat 2025’te imzalanan anlaşmayla, Rus donanmasına ait gemilerin —nükleer güçle çalışanlar dahil— burada 25 yıl süreyle konuşlandırılmasının önü açıldı. Yani bölge askeri olarak gitgide daha kalabalık bir hâl alıyor.

Üstelik yalnızca büyük güçler değil, bölgesel aktörler de uzun süredir bu alanda ciddi bir rekabet içinde. Suudi Arabistan, BAE, Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkeler, limanlara, askeri üslere, güvenlik iş birliklerine büyük yatırımlar yaparak bir yandan kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyor, diğer yandan birbirlerini dengelemeye uğraşıyor. Körfez krizinin sona ermesi tansiyonu düşürmüş olabilir ama rekabetin bitmediği ortada.

Türkiye bölgede ne yapıyor?

Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu bu kadar hareketliyken, Türkiye bu denklemin neresinde duruyor? Son yıllarda sadece Ankara’nın bu bölgeye yönelik ilgisi belirgin biçimde artmakla kalmadı, bölgede son yıllarda öne çıkan aktörlerden biri haline geldi. Başlangıçta Türkiye, bölgedeki varlığını daha çok insani yardım, kalkınma projeleri ve ticari yatırımlarla göstermekteydi. Ama 2010’ların ortasından itibaren bu angajmana güvenlik ve savunma iş birlikleri boyutu da bu sürece eklendi.

Somali bu dönüşümün merkezindeydi ve hala da öyle. Somali ordusunun Türkiye’de eğitilmesiyle başlayan süreç, askeri üslerin kurulmasına, danışmanlık ve savunma işbirliğine kadar genişledi. 2017’de Mogadişu’da kurulan TURKSOM Askeri Eğitim Üssü olarak bilinen Somali-Türkiye Görev Gücü Komutanlığı, Türkiye’nin Afrika’daki en büyük denizaşırı askeri varlığı olma özelliğini taşıyor.  2012 yılında başlayan askeri eğitim iş birliği çerçevesinde, bugüne kadar 6 bin Somali askerine eğitim verildi. Bu sayı, Somali ordusunun yaklaşık üçte birine karşılık geliyor.

Son birkaç yıldır ise Somali’deki askeri varlığı da dönüşüyor. Ne demek istiyorum? Hatırlamak gerekir ki, Türkiye’nin Somali’deki askeri varlığı esasen kara temelli ve eğitim, danışmanlık, ve üs yönetimi gibi muharebe dışı faaliyetler üzerinden yürütüyordu. Ancak son dönemde Türkiye’nin Somali’deki rolü, sadece eğitim ve danışmanlıkla sınırlı kalmayarak, doğrudan operasyonel kabiliyetleri de kapsayacak şekilde genişlemeye başladı. En dikkat çekici gelişmelerden biri, Türkiye’nin de ABD gibi Eş-Şebab’a karşı İHA operasyonlarına başlamasıydı. Ocak 2024’te Ankara ile Mogadişu arasında imzalanan 10 yıllık savunma anlaşmasıyla bu iş birliği yeni bir aşamaya taşındı. Anlaşma, Somali donanmasının yeniden yapılandırılması ve ülkenin karasularının güvenliğinin sağlanması gibi kritik başlıkları kapsıyor. Bu gelişme, Türkiye’nin kara temelli güvenlik yardımından deniz gücüne doğru stratejik bir geçişe işaret ediyor. Üstüne, Türk donanmasına ait gemiler Somali sularında refakat ve koruma görevlerine başladılar. Türkiye’nin Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi de Somali açıklarında doğal kaynaklarının tespiti ve ileride olası sondaj çalışmaları için sismik veri toplama görevini tamamladı.

Peki Somali dışında durum nasıl? Türkiye’nin Afrika Boynuzu genelinde güvenlik politikası, son yıllarda dikkat çekici biçimde evrildi. Kalıcı askeri üsler kurmak yerine daha esnek ve çok katmanlı güvenlik iş birliklerine yönelen Ankara, bu stratejiyle bölgedeki etkisini artırırken, aynı zamanda bölgesel krizler karşısında da katmanlı bir angajman stratejisi örmeye çalışıyor.

Mesela Etiyopya örneği. Etiyopya ile olan ilişkiler ise özellikle 2021-2022 Tigray çatışması sırasında öne çıktı. Türkiye bu dönemde Etiyopya’ya savaş uçakları ve İHA satışları gerçekleştirdi. Ancak bu silahların Amhara ve Oromia bölgelerindeki çatışmalarda sivil kayıplara yol açtığı yönündeki iddialar, Türkiye’nin bölgedeki askeri etkisinin etik sınırlarını da tartışmaya açtı.

Yine de bölge ülkelerinin Türk savunma sanayi ürünlerine ilgisi yüksek. Etiyopya ve Somali dışında, Cibuti de SIHA’lar, zırhlı araçlar ve mühimmatlarından satın aldı.

Sudan’a gelince… Türkiye burada daha temkinliydi. 2024’e kadar doğrudan taraf olmaktan kaçındı. İç savaşın patlak vermesinin hemen ardından savaşan taraflara arabuluculuk teklif etti, istihbarat diplomasisi yürüttü. Ama çatışma dengeleri Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) lehine değişmeye başladığında ve Mısır’la ilişkilerde pragmatik bir yakınlaşma zemini belirdiğinde, Ankara pozisyonunu gözden geçirdi. Ekim 2024’te Türkiye, SAF’a Bayraktar TB2 İHA’ları göndermeye başladı ve Mısır ve Türkiye’nin sağladığı askeri destekle SAF, başkent üzerinde kontrol sağlayabildi. Şimdi savaşın cephesi kaymış durumda ama netice itibariyle bu adım, Türkiye’nin 2019’dan sonra zayıflayan Sudan angajmanına yeni bir yön verdi.

Arabuluculuk atılımı

Son yıllarda Türkiye, yalnızca güvenlik ve savunma alanında değil, diplomatik düzlemde de bölgesel rolünü genişletmeye çalışıyor. 2024 biterken Somali ve Etiyopya arasında krizi bitiren Ankara Anlaşmasıyla bu çabasında önemli bir başarı elde etti. Bu başarının ardından Sudan ile BAE arasında da arabuluculuk teklif eden Ankara, bu anlamda önemli bir ilgi ve ivme yakalamışa benziyor.

Ancak burada söz konusu olan klasik anlamda, taraflar arasında sadece “barışı sağlamaya çalışan” bir arabuluculuk değil. Türkiye’nin arabuluculuk anlayışı, yalnızca diplomasiyi değil, askeri eğitim, savunma sanayi ve kurumsal kapasite aktarımını da kapsayan çok katmanlı bir dış politika stratejisinin parçası. Bu stratejiyle, yalnızca müzakere masasında değil, sahada da etkisini göstermeyi hedefliyor. Dolayısıyla Türkiye, çözüm süreçlerine yalnızca politik değil, teknik ve güvenlik boyutları üzerinden de müdahil olmaya çalışıyor.

Bu yeni çaba, bölgedeki önceki girişimlerdeki başarısızlıklardan edinilen bir deneyimleri de yansıtıyor. Türkiye’nin bölgedeki arabuluculuk girişimleri elbette yeni değil. Türkiye daha önce, Somalili taraflar arasında müzakereler yönetmiş, 2021 yılında Sudan-Etiyopya sınır anlaşmazlığı ve Nil Nehri üzerindeki su paylaşımı krizinde arabulucu rolüne talip olmuş ancak bu girişimlerden müspet sonuçlar elde edememişti.

Bugün ise Ankara’nın bölgede sonuç alabildiğini görüyoruz. Bu dönüşüm en net şekilde, Somali ile Etiyopya arasındaki diplomatik gerilimde kendini gösterdi. 2024 sonlarına doğru iki ülke arasında bir uzlaşı sağlanmasında Türkiye’nin başarı elde edebilmesi her iki taraf içinde önemli bir güvenlik partneri olmasının payı var.

Genişleyen etki, derinleşen sınamalar

Güvenlik iş birlikleri, arabuluculuk girişimleri, stratejik yakınlaşmalar Ankara’ya bölgede ciddi bir genişleme sağladı ama her yeni alan, beraberinde bazı sınamalar da getiriyor. Üstelik Ankara’nın stratejilerinin de bazı kör noktaları, beraberinde getirdiği kırılganlıkları var. Bir de önümüzdeki dönemde İran-İsrail savaşının bu bölgeye olası etkilerinin getireceği zorlu dinamikler olacak. Buna yeniden döneceğiz.

Somali’den başlayalım. Somali ile geliştirilen bu yakın güvenlik ortaklığının her yönüyle sorunsuz ilerlediğini söylemek güç. Türkiye tarafından eğitilen asker ve polis birliklerinin zaman zaman halk protestolarının bastırılmasında veya siyasi muhaliflere karşı kullanılması, Türkiye’nin destek politikalarının iç siyasi hesaplaşmalarda araçsallaştırıldığı yönünde eleştiriler doğuruyor.

Üstelik bu dinamik Somali’de güçleniyor. Hem Etiyopya ile müzakere edilen anlaşma hem de Somali imzalanan enerji anlaşmalarının ardından Somali’deki muhalif gruplardan, hükümet içindeki fraksiyonlara, Putland ve Somaliland’a kadar geniş çaplı bir Türkiye karşıtı eleştiri dalgası yaşanmıştı. Bunun jeopolitik yönü yadsınamaz ama sadece jeopolitiğe ve bölgesel rekabete indirgenmesi de akıllıca olmaz. Aksi takdirde, bu da Türkiye’nin pozisyonunu sadece “güçlü ortak” değil, zaman zaman “müdahil aktör” gibi gösterebiliyor.

Bir başka zorluk da şu:  Türkiye’nin hem güvenlik desteği verdiği aktörlerle hem de onların potansiyel rakipleriyle yakınlaşma çabası, Ankara’nın karşı karşıya olduğu en hassas diplomatik denge sorunlarından biri haline geliyor. Özellikle sahada var olan askeri angajmanlar ya da belli aktörlere yapılan savunma satışları, krizli dönemlerde avantaj olduğu kadar, diplomatik kas eksik kaldığı sürece, ters de tepebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgesel arabuluculuk ve iş birliği vizyonu, kağıt üstünde çok boyutlu ve etkili görünse de, pratikte oldukça hassas dengelere bağlı ve taraflar nezdinde güven inşa etmeye de dayanmak zorunda.

Bu kırılganlık, Türkiye’nin Mısır’la yeniden yakınlaşma sürecinde de kendini gösteriyor. Ankara ve Kahire yıllar süren diplomatik kopukluğun ardından yeniden diyalog kurarken, Afrika Boynuzu’nda birçok dosyada yan yana gelmeye başladı. Sudan’daki iç savaş, Somali’deki istikrarsızlık, deniz güvenliği ve Etiyopya’nın Somaliland açılımı gibi dosyalar, iki ülke arasında hem karşılıklı bağımlılık alanları yaratıyor hem de dikkatli yürütülmesi gereken bir zemin oluşturuyor.

Benzer şekilde, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerdeki normalleşme bölgedeki dengeleri etkiliyor. Mısır ile yakalanan ivme kadar olmasa da hem Suudi Arabistan ile hem de BAE ile bölgedeki rekabetin eski tonu yumuşamış durumda. Türkiye’nin eski rakipleriyle geliştirdiği bu yeni diplomasi dili, Afrika Boynuzundaki etkisini pekiştirmesi açısından kritik öneme sahip. Zira bölge, yalnızca ikili ilişkiler üzerinden değil, aynı zamanda çok taraflı güç dengeleri ve geçici ittifaklarla şekilleniyor. Türkiye’nin hem bölge ülkeleriyle hem de geleneksel rakipleriyle paralel ilişkiler yürütmesi, bu çok katmanlı dengeyi gözetme çabasının bir parçası.

Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Türkiye’nin aynı anda hem güvenlik desteği sağladığı aktörlerle hem de bu desteğin potansiyel rakipleriyle yakınlaşmaya çalışması, hassas bir diplomatik denge gerektiriyor. Bu nedenle Ankara’nın önümüzdeki dönemde atacağı adımlar, sadece mevcut nüfuzunu korumak değil, aynı zamanda kurumsallaşmamış ilişkileri sağlam temellere oturtmak açısından da belirleyici olacak.

Şimdi dönelim İran-İsrail savaşının bu bölgeye olası etkilerinin getireceği zorlu dinamiklere, yani başladığımız yere. Bu yazı boyunca altını çizdiğimiz tüm kırılganlıkların üstüne bir de bu savaşın yayılma potansiyelini koyarsak, bölgeyi daha da karmaşık bir tablo bekliyor olabilir. Çok cepheli bir çatışma ortamında, İsrail’in Yemen’deki Husileri doğrudan hedef alması ya da bu işi ABD başta olmak üzere müttefiklerinin üstlenmesi ihtimal dışı değil. Ayrıca başlayan operasyonel deniz misyonları da genişleyebilir. Her senaryoda Kızıldeniz havzasının daha da askeri yoğunlaşmaya sahne olacağına işaret ediyor. Yani bölge sadece istikrarsızlaşmakla kalmayacak; aynı zamanda çok daha kalabalık bir askeri denklemle karşı karşıya kalabilir.

Bir diğer önemli gelişme ise İran’ın gündeme getirdiği Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidi. Eğer bu tehdit somutlaşırsa, tansiyon Basra Körfezi’nde hızla yükselebilir. Böyle bir durumda, bölgenin önde gelen aktörleri –örneğin BAE, Suudi Arabistan ya da Katar– doğrudan ekonomik kayıplar ya da ABD üslerine yönelik misillemeler gibi tehditlerle karşı karşıya kalabilir Bu da dikkatlerini Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu’ndan çekip, Basra Körfezi çevresine yöneltmelerine yol açabilir. Bunun sonucu olarak, Sudan iç savaşından Somali’deki dengelere Etiyopya’nın bölgesel duruşuna kadar bölgede pek çok dinamiği şekillendirebilir.

Mesela Kızıldeniz’deki çok kutuplu askeri yığılma da Türkiye’nin manevra alanını daraltabilir. Ama Türkiye’nin Sudan’daki pozisyonu, BAE’nin bölgesel ilgisinin, kaynaklarının ya da kabiliyetlerinin aşınmasıyla güçlenebilir. Benzer şekilde tüm bu gerilimler ve riskler Kahire ve Ankara arasındaki yakınlaşmayı daha da arttırabilir. Fakat Yemen’deki Husiler ile Somali’de El-Şebab arasındaki örgütsel ve operasyonel yakınlaşma, Somali’yi de bir başka cepheye dönüştürebilir. Zaten el-Şebab’ın mevcut saldırıları, Ankara’nın Somali’ye yeni silah ve mühimmat sağlamasına neden oluyor, üstteki askeri personelin sayısında yakın zamanda artışa gidildi.

Sonuç olarak Ankara, Afrika Boynuzu ve Kızıldeniz hattında stratejik bir aktör olma yönündeki hamlelerini sürdürürken, yalnızca fırsatlarla değil, art arda gelen jeopolitik risklerle de karşı karşıya kalıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Nebahat Tanrıverdi Yaşar
Nebahat Tanrıverdi Yaşar
Nebahat Tanrıverdi Yaşar - Tunus, Libya ve Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkeleriyle ve Türkiye'nin Afrika ile ilişkileri üzerine çalışmalar yapan Nebahat Tanrıverdi Yaşar, Berlin ve Ankara merkezli serbest bir araştırmacıdır. 2015 yılından itibaren bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarına devam eden Tanrıverdi Yaşar, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde (ORSAM) araştırmacı (2010-2015), Berlin'deki Alman düşünce kuruluşu SWP’nin Uygulamalı Türkiye Araştırmaları Çalışmaları (CATS) Programında IPC-Stiftung Mercator misafir araştırmacı (2020-2021) ve CATS konuk araştırmacısı (2022-2023) olarak çok sayıda çalışmalar gerçekleştirmiştir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Türkiye’nin Afrika Boynuzu ve Kızıldeniz’de yön arayışı

Türkiye’nin yıllardan beri önemli bir aktör olmak için çaba sarf ettiği Kızıldeniz, Gazze savaşından zaten etkileniyordu. İran-İsrail savaşanın genişleme ihtimali bu bölgeyi kırılganlaştırdı. Türkiye’nin Kızıldeniz’de karşı karşıya olduğu riskler ve fırsatlar neler? Nebahat T. Yaşar yazdı.

Son zamanlarda Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu hakkında daha fazla şey duymaya başladıysanız, yalnız değilsiniz. Küresel güç rekabetinin Afrika ve Orta Doğu’nun sınır bölgelerine kaydığı bir dönemde, Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu giderek daha fazla jeopolitik ilgi çekiyor. Neden mi? Yakın zamandan başlayalım.

Gazze’de başlayan savaşın yalnızca Filistin topraklarıyla sınırlı kalmayacağını daha en başından biliyorduk. Ancak bu savaşın yankılarının, Kızıldeniz gibi küresel ticaretin kalbinde bu kadar derin hissedileceğini belki kimse bu kadar hızlı öngöremezdi. 2023’ün sonlarına doğru, Yemenli Husiler, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına karşılık olarak Kızıldeniz’deki ticari gemilerine drone, füze ve denizden saldırılar düzenlemeye başladılar. Amaç, İsrail’i ve ona destek veren ülkeleri bölgede ekonomik baskı altına almak ve Gazze’deki savaşın cephesini genişletmek.

Bu gelişmeler, Orta Doğu’daki yerel bir çatışmanın hızla uluslararası bir krize dönüşebileceğini bir kez daha gösterdi. Kızıldeniz’deki güvenlik tehdidi sadece askeri bir mesele değildi; küresel tedarik zincirini, enerji fiyatlarını ve ticari nakliye rotalarını doğrudan etkiledi. Bu saldırılar kısa sürede küresel tedarik zincirini ciddi şekilde vurdu. Süveyş Kanalı’ndaki günlük gemi trafiği tarihsel ortalamanın (72-75 gemi) yarısına (36-37 gemi) düşerek %60 azaldı. Konteyner taşımacılığı %90, genel gemi geçişleri ise %50-75 oranında geriledi. Bu düşüş, gemilerin Afrika kıtasını dolaşan alternatif rotalara yönelmesine, seyahat sürelerinin 10-15 gün uzamasına ve maliyetlerin katlanmasına yol açtı.

Tabi buna yanıt gecikmedi: ABD öncülüğünde çok uluslu bir deniz gücü oluşturuldu, İngiltere ve Fransa ise doğrudan Husi hedeflerine askeri müdahalelerde bulundu. Bölge için çok yeni bir gelişme değil elbette bu, son yirmi yıldır doğrudan Kızıldeniz’de olmasa da Somali açıkları, Aden Körfezi ve Bab el-Mandeb’inde çok sayıda NATO ve AB deniz gücü misyonu görev yaptı. Batılı aktörler de uzun yıllardır askeri olarak bu bölgedeler. ABD, 2000’lerin başından beri, Fransa, 1977’den bu yana Cibute’deki askeri üsleri üzerinden Afrika Boynuzunda kalıcı askeri varlık bulunduruyor. Ne değişti derseniz, son yıllarda ABD ve Avrupalı devletlerin bölgedeki askeri varlıkları gözlem, lojistik ve destek odaklı bir dönüşüm yaşarken, şimdi yeniden önleme, müdahale ve caydırıcılık gibi daha aktif askeri pozisyona geri döndüler.

Son gelişmelerle tablo daha da çetrefilli hale geldi. 13 Haziran 2025’te başlayan İran-İsrail savaşı, zaten kırılgan olan bu bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma riski taşıyor. İki gün sonra, yani 15 Haziran’da, Yemenli Husiler bu kez sadece deniz trafiğini değil, balistik füzelerle doğrudan İsrail’i hedef aldı. Üstelik bu kez saldırılar, açıkça İran’la koordineli şekilde yürütüldü. Husi sözcüsü Yahya Saree, saldırıların İran’la eşgüdüm içinde gerçekleştiğini açıkladı.

Peki bu ne anlama geliyor? Bu, daha organize ve doğrudan bir cephe genişlemesi ya da çokça konuşulduğu haliyle çok cepheli bir savaş riski anlamına geliyor. Başka bir ifadeyle, savaşın seyrine göre, İsrail’in ya da müttefiklerinin vereceği askeri yanıtın Yemen, Kızıldeniz, hatta Hint Okyanusu’nun batı kıyılarına kadar uzanabileceği anlamına geliyor. Önümüzdeki günlerde buradaki askeri hareketlilik daha da artabilir.

Çin ne yapabilir?

Bu tabloya bir de Çin’i ekleyelim.  2017’de Cibuti’de ilk askeri üssünü açması ve “Kuşak ve Yol Girişimi” kapsamında bölge genelinde stratejik liman ve altyapılara büyük yatırımlar yapmaya başladı. Böylece bölgede bir ABD-Çin jeostratejik rekabeti de var. Yani bölge yalnızca Batı için değil, Çin için de vazgeçilmez bir stratejik bölge. Şu an için Pekin’in bölgedeki savaşa verdiği tepki riskten kaçınmaktan yana. Ama işler kontrolden çıkarsa ve çok cepheli çatışmalar derinleşirse, Çin’in Afrika Boynuzu’ndaki uzun vadeli askeri ve ekonomik planlarının ciddi biçimde sarsılması muhtemel.

Peki, ya Rusya?

Rusya da bölgede ve uzun vadeli varlığını bölgeye taşımaya oldukça kararlı. Rusya, özellikle Wagner’in bölgedeki faaliyetleriyle, silah kaçakçılığı ve savaş ekonomisi üzerine kurulu bağlarının savunma işbirlikleriyle içiçe geçtiği bir etki mimarisi örmekte. Sudan’da iç savaşa dahlinin yanısıra, Moskova aynı zamanda Etiyopya’ya deniz gücü kazandırmak amacıyla subay eğitimi ve lojistik destek sağlıyor. Bu, Rusya’nın Kızıldeniz’e açılma stratejisinin önemli bir ayağı. Diğer ayağı ise Port Sudan’daki deniz üssü. Şubat 2025’te imzalanan anlaşmayla, Rus donanmasına ait gemilerin —nükleer güçle çalışanlar dahil— burada 25 yıl süreyle konuşlandırılmasının önü açıldı. Yani bölge askeri olarak gitgide daha kalabalık bir hâl alıyor.

Üstelik yalnızca büyük güçler değil, bölgesel aktörler de uzun süredir bu alanda ciddi bir rekabet içinde. Suudi Arabistan, BAE, Türkiye, Mısır ve İran gibi ülkeler, limanlara, askeri üslere, güvenlik iş birliklerine büyük yatırımlar yaparak bir yandan kendi nüfuz alanlarını genişletmeye çalışıyor, diğer yandan birbirlerini dengelemeye uğraşıyor. Körfez krizinin sona ermesi tansiyonu düşürmüş olabilir ama rekabetin bitmediği ortada.

Türkiye bölgede ne yapıyor?

Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu bu kadar hareketliyken, Türkiye bu denklemin neresinde duruyor? Son yıllarda sadece Ankara’nın bu bölgeye yönelik ilgisi belirgin biçimde artmakla kalmadı, bölgede son yıllarda öne çıkan aktörlerden biri haline geldi. Başlangıçta Türkiye, bölgedeki varlığını daha çok insani yardım, kalkınma projeleri ve ticari yatırımlarla göstermekteydi. Ama 2010’ların ortasından itibaren bu angajmana güvenlik ve savunma iş birlikleri boyutu da bu sürece eklendi.

Somali bu dönüşümün merkezindeydi ve hala da öyle. Somali ordusunun Türkiye’de eğitilmesiyle başlayan süreç, askeri üslerin kurulmasına, danışmanlık ve savunma işbirliğine kadar genişledi. 2017’de Mogadişu’da kurulan TURKSOM Askeri Eğitim Üssü olarak bilinen Somali-Türkiye Görev Gücü Komutanlığı, Türkiye’nin Afrika’daki en büyük denizaşırı askeri varlığı olma özelliğini taşıyor.  2012 yılında başlayan askeri eğitim iş birliği çerçevesinde, bugüne kadar 6 bin Somali askerine eğitim verildi. Bu sayı, Somali ordusunun yaklaşık üçte birine karşılık geliyor.

Son birkaç yıldır ise Somali’deki askeri varlığı da dönüşüyor. Ne demek istiyorum? Hatırlamak gerekir ki, Türkiye’nin Somali’deki askeri varlığı esasen kara temelli ve eğitim, danışmanlık, ve üs yönetimi gibi muharebe dışı faaliyetler üzerinden yürütüyordu. Ancak son dönemde Türkiye’nin Somali’deki rolü, sadece eğitim ve danışmanlıkla sınırlı kalmayarak, doğrudan operasyonel kabiliyetleri de kapsayacak şekilde genişlemeye başladı. En dikkat çekici gelişmelerden biri, Türkiye’nin de ABD gibi Eş-Şebab’a karşı İHA operasyonlarına başlamasıydı. Ocak 2024’te Ankara ile Mogadişu arasında imzalanan 10 yıllık savunma anlaşmasıyla bu iş birliği yeni bir aşamaya taşındı. Anlaşma, Somali donanmasının yeniden yapılandırılması ve ülkenin karasularının güvenliğinin sağlanması gibi kritik başlıkları kapsıyor. Bu gelişme, Türkiye’nin kara temelli güvenlik yardımından deniz gücüne doğru stratejik bir geçişe işaret ediyor. Üstüne, Türk donanmasına ait gemiler Somali sularında refakat ve koruma görevlerine başladılar. Türkiye’nin Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi de Somali açıklarında doğal kaynaklarının tespiti ve ileride olası sondaj çalışmaları için sismik veri toplama görevini tamamladı.

Peki Somali dışında durum nasıl? Türkiye’nin Afrika Boynuzu genelinde güvenlik politikası, son yıllarda dikkat çekici biçimde evrildi. Kalıcı askeri üsler kurmak yerine daha esnek ve çok katmanlı güvenlik iş birliklerine yönelen Ankara, bu stratejiyle bölgedeki etkisini artırırken, aynı zamanda bölgesel krizler karşısında da katmanlı bir angajman stratejisi örmeye çalışıyor.

Mesela Etiyopya örneği. Etiyopya ile olan ilişkiler ise özellikle 2021-2022 Tigray çatışması sırasında öne çıktı. Türkiye bu dönemde Etiyopya’ya savaş uçakları ve İHA satışları gerçekleştirdi. Ancak bu silahların Amhara ve Oromia bölgelerindeki çatışmalarda sivil kayıplara yol açtığı yönündeki iddialar, Türkiye’nin bölgedeki askeri etkisinin etik sınırlarını da tartışmaya açtı.

Yine de bölge ülkelerinin Türk savunma sanayi ürünlerine ilgisi yüksek. Etiyopya ve Somali dışında, Cibuti de SIHA’lar, zırhlı araçlar ve mühimmatlarından satın aldı.

Sudan’a gelince… Türkiye burada daha temkinliydi. 2024’e kadar doğrudan taraf olmaktan kaçındı. İç savaşın patlak vermesinin hemen ardından savaşan taraflara arabuluculuk teklif etti, istihbarat diplomasisi yürüttü. Ama çatışma dengeleri Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) lehine değişmeye başladığında ve Mısır’la ilişkilerde pragmatik bir yakınlaşma zemini belirdiğinde, Ankara pozisyonunu gözden geçirdi. Ekim 2024’te Türkiye, SAF’a Bayraktar TB2 İHA’ları göndermeye başladı ve Mısır ve Türkiye’nin sağladığı askeri destekle SAF, başkent üzerinde kontrol sağlayabildi. Şimdi savaşın cephesi kaymış durumda ama netice itibariyle bu adım, Türkiye’nin 2019’dan sonra zayıflayan Sudan angajmanına yeni bir yön verdi.

Arabuluculuk atılımı

Son yıllarda Türkiye, yalnızca güvenlik ve savunma alanında değil, diplomatik düzlemde de bölgesel rolünü genişletmeye çalışıyor. 2024 biterken Somali ve Etiyopya arasında krizi bitiren Ankara Anlaşmasıyla bu çabasında önemli bir başarı elde etti. Bu başarının ardından Sudan ile BAE arasında da arabuluculuk teklif eden Ankara, bu anlamda önemli bir ilgi ve ivme yakalamışa benziyor.

Ancak burada söz konusu olan klasik anlamda, taraflar arasında sadece “barışı sağlamaya çalışan” bir arabuluculuk değil. Türkiye’nin arabuluculuk anlayışı, yalnızca diplomasiyi değil, askeri eğitim, savunma sanayi ve kurumsal kapasite aktarımını da kapsayan çok katmanlı bir dış politika stratejisinin parçası. Bu stratejiyle, yalnızca müzakere masasında değil, sahada da etkisini göstermeyi hedefliyor. Dolayısıyla Türkiye, çözüm süreçlerine yalnızca politik değil, teknik ve güvenlik boyutları üzerinden de müdahil olmaya çalışıyor.

Bu yeni çaba, bölgedeki önceki girişimlerdeki başarısızlıklardan edinilen bir deneyimleri de yansıtıyor. Türkiye’nin bölgedeki arabuluculuk girişimleri elbette yeni değil. Türkiye daha önce, Somalili taraflar arasında müzakereler yönetmiş, 2021 yılında Sudan-Etiyopya sınır anlaşmazlığı ve Nil Nehri üzerindeki su paylaşımı krizinde arabulucu rolüne talip olmuş ancak bu girişimlerden müspet sonuçlar elde edememişti.

Bugün ise Ankara’nın bölgede sonuç alabildiğini görüyoruz. Bu dönüşüm en net şekilde, Somali ile Etiyopya arasındaki diplomatik gerilimde kendini gösterdi. 2024 sonlarına doğru iki ülke arasında bir uzlaşı sağlanmasında Türkiye’nin başarı elde edebilmesi her iki taraf içinde önemli bir güvenlik partneri olmasının payı var.

Genişleyen etki, derinleşen sınamalar

Güvenlik iş birlikleri, arabuluculuk girişimleri, stratejik yakınlaşmalar Ankara’ya bölgede ciddi bir genişleme sağladı ama her yeni alan, beraberinde bazı sınamalar da getiriyor. Üstelik Ankara’nın stratejilerinin de bazı kör noktaları, beraberinde getirdiği kırılganlıkları var. Bir de önümüzdeki dönemde İran-İsrail savaşının bu bölgeye olası etkilerinin getireceği zorlu dinamikler olacak. Buna yeniden döneceğiz.

Somali’den başlayalım. Somali ile geliştirilen bu yakın güvenlik ortaklığının her yönüyle sorunsuz ilerlediğini söylemek güç. Türkiye tarafından eğitilen asker ve polis birliklerinin zaman zaman halk protestolarının bastırılmasında veya siyasi muhaliflere karşı kullanılması, Türkiye’nin destek politikalarının iç siyasi hesaplaşmalarda araçsallaştırıldığı yönünde eleştiriler doğuruyor.

Üstelik bu dinamik Somali’de güçleniyor. Hem Etiyopya ile müzakere edilen anlaşma hem de Somali imzalanan enerji anlaşmalarının ardından Somali’deki muhalif gruplardan, hükümet içindeki fraksiyonlara, Putland ve Somaliland’a kadar geniş çaplı bir Türkiye karşıtı eleştiri dalgası yaşanmıştı. Bunun jeopolitik yönü yadsınamaz ama sadece jeopolitiğe ve bölgesel rekabete indirgenmesi de akıllıca olmaz. Aksi takdirde, bu da Türkiye’nin pozisyonunu sadece “güçlü ortak” değil, zaman zaman “müdahil aktör” gibi gösterebiliyor.

Bir başka zorluk da şu:  Türkiye’nin hem güvenlik desteği verdiği aktörlerle hem de onların potansiyel rakipleriyle yakınlaşma çabası, Ankara’nın karşı karşıya olduğu en hassas diplomatik denge sorunlarından biri haline geliyor. Özellikle sahada var olan askeri angajmanlar ya da belli aktörlere yapılan savunma satışları, krizli dönemlerde avantaj olduğu kadar, diplomatik kas eksik kaldığı sürece, ters de tepebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgesel arabuluculuk ve iş birliği vizyonu, kağıt üstünde çok boyutlu ve etkili görünse de, pratikte oldukça hassas dengelere bağlı ve taraflar nezdinde güven inşa etmeye de dayanmak zorunda.

Bu kırılganlık, Türkiye’nin Mısır’la yeniden yakınlaşma sürecinde de kendini gösteriyor. Ankara ve Kahire yıllar süren diplomatik kopukluğun ardından yeniden diyalog kurarken, Afrika Boynuzu’nda birçok dosyada yan yana gelmeye başladı. Sudan’daki iç savaş, Somali’deki istikrarsızlık, deniz güvenliği ve Etiyopya’nın Somaliland açılımı gibi dosyalar, iki ülke arasında hem karşılıklı bağımlılık alanları yaratıyor hem de dikkatli yürütülmesi gereken bir zemin oluşturuyor.

Benzer şekilde, Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerdeki normalleşme bölgedeki dengeleri etkiliyor. Mısır ile yakalanan ivme kadar olmasa da hem Suudi Arabistan ile hem de BAE ile bölgedeki rekabetin eski tonu yumuşamış durumda. Türkiye’nin eski rakipleriyle geliştirdiği bu yeni diplomasi dili, Afrika Boynuzundaki etkisini pekiştirmesi açısından kritik öneme sahip. Zira bölge, yalnızca ikili ilişkiler üzerinden değil, aynı zamanda çok taraflı güç dengeleri ve geçici ittifaklarla şekilleniyor. Türkiye’nin hem bölge ülkeleriyle hem de geleneksel rakipleriyle paralel ilişkiler yürütmesi, bu çok katmanlı dengeyi gözetme çabasının bir parçası.

Ancak bu o kadar da kolay olmayacaktır. Türkiye’nin aynı anda hem güvenlik desteği sağladığı aktörlerle hem de bu desteğin potansiyel rakipleriyle yakınlaşmaya çalışması, hassas bir diplomatik denge gerektiriyor. Bu nedenle Ankara’nın önümüzdeki dönemde atacağı adımlar, sadece mevcut nüfuzunu korumak değil, aynı zamanda kurumsallaşmamış ilişkileri sağlam temellere oturtmak açısından da belirleyici olacak.

Şimdi dönelim İran-İsrail savaşının bu bölgeye olası etkilerinin getireceği zorlu dinamiklere, yani başladığımız yere. Bu yazı boyunca altını çizdiğimiz tüm kırılganlıkların üstüne bir de bu savaşın yayılma potansiyelini koyarsak, bölgeyi daha da karmaşık bir tablo bekliyor olabilir. Çok cepheli bir çatışma ortamında, İsrail’in Yemen’deki Husileri doğrudan hedef alması ya da bu işi ABD başta olmak üzere müttefiklerinin üstlenmesi ihtimal dışı değil. Ayrıca başlayan operasyonel deniz misyonları da genişleyebilir. Her senaryoda Kızıldeniz havzasının daha da askeri yoğunlaşmaya sahne olacağına işaret ediyor. Yani bölge sadece istikrarsızlaşmakla kalmayacak; aynı zamanda çok daha kalabalık bir askeri denklemle karşı karşıya kalabilir.

Bir diğer önemli gelişme ise İran’ın gündeme getirdiği Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidi. Eğer bu tehdit somutlaşırsa, tansiyon Basra Körfezi’nde hızla yükselebilir. Böyle bir durumda, bölgenin önde gelen aktörleri –örneğin BAE, Suudi Arabistan ya da Katar– doğrudan ekonomik kayıplar ya da ABD üslerine yönelik misillemeler gibi tehditlerle karşı karşıya kalabilir Bu da dikkatlerini Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu’ndan çekip, Basra Körfezi çevresine yöneltmelerine yol açabilir. Bunun sonucu olarak, Sudan iç savaşından Somali’deki dengelere Etiyopya’nın bölgesel duruşuna kadar bölgede pek çok dinamiği şekillendirebilir.

Mesela Kızıldeniz’deki çok kutuplu askeri yığılma da Türkiye’nin manevra alanını daraltabilir. Ama Türkiye’nin Sudan’daki pozisyonu, BAE’nin bölgesel ilgisinin, kaynaklarının ya da kabiliyetlerinin aşınmasıyla güçlenebilir. Benzer şekilde tüm bu gerilimler ve riskler Kahire ve Ankara arasındaki yakınlaşmayı daha da arttırabilir. Fakat Yemen’deki Husiler ile Somali’de El-Şebab arasındaki örgütsel ve operasyonel yakınlaşma, Somali’yi de bir başka cepheye dönüştürebilir. Zaten el-Şebab’ın mevcut saldırıları, Ankara’nın Somali’ye yeni silah ve mühimmat sağlamasına neden oluyor, üstteki askeri personelin sayısında yakın zamanda artışa gidildi.

Sonuç olarak Ankara, Afrika Boynuzu ve Kızıldeniz hattında stratejik bir aktör olma yönündeki hamlelerini sürdürürken, yalnızca fırsatlarla değil, art arda gelen jeopolitik risklerle de karşı karşıya kalıyor.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

Nebahat Tanrıverdi Yaşar
Nebahat Tanrıverdi Yaşar
Nebahat Tanrıverdi Yaşar - Tunus, Libya ve Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkeleriyle ve Türkiye'nin Afrika ile ilişkileri üzerine çalışmalar yapan Nebahat Tanrıverdi Yaşar, Berlin ve Ankara merkezli serbest bir araştırmacıdır. 2015 yılından itibaren bağımsız araştırmacı olarak çalışmalarına devam eden Tanrıverdi Yaşar, Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde (ORSAM) araştırmacı (2010-2015), Berlin'deki Alman düşünce kuruluşu SWP’nin Uygulamalı Türkiye Araştırmaları Çalışmaları (CATS) Programında IPC-Stiftung Mercator misafir araştırmacı (2020-2021) ve CATS konuk araştırmacısı (2022-2023) olarak çok sayıda çalışmalar gerçekleştirmiştir.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x