24 Şubat 2025 itibariyle Rusya’nın Kırım’ı işgalinin on birinci ve Ukrayna’nın genelini işgal etmek amacıyla başlattığı ‘askerî operasyonun’ üçüncü yılı doldu. Bu aşamada yaşanan siyasi ve diplomatik gelişmeler, Rusya ve Ukrayna arasındaki savaşın nasıl devam ettirileceğinden ziyade nasıl sonuçlanacağına ya da kalıcı barışın hangi şartlarda sağlanacağına ilişkin yeni ve küresel düzeyde bir gündem yarattı.
Son üç yılda gelişen, AB ve ABD’nin Rusya karşısında Ukrayna’yı koşulsuz ve sınırsız bir biçimde destekleyeceğine olan inanç, ABD’de Trump’ın iktidara gelişiyle birlikte çöktü. Geçtiğimiz iki yılda, AB’nin stratejik pusulasını Rusya ile mücadele odaklı biçimde geliştirdiğine ve NATO’nun da stratejik konseptini Ukrayna’yı destekleyen ve Rusya’yı ötekileştiren bir içeriğe kavuşturduğuna şahit olmuştuk. ABD ve AB, askerî ve insani yardımlarla, Ukrayna’yı sonuna kadar destekleyeceklerini açıklamışlardı. Ukrayna’nın işgal altındaki topraklarının tamamı özgürleştirilene kadar savaşılacağı da her zeminde kararlı bir biçimde dile getirilmekteydi. Zaman zaman Ukrayna dahil farklı aktörlerce geliştirilen bir seri alternatif barış planı söz konusu olsa da bu süreçler genelde Rusya’nın masada olmadığı bir ortamda ve Rusya karşıtı bir çerçevede ilerlemekteydi.
ABD’de yeniden iktidar koltuğuna oturan Trump’ın tam da savaşın yıldönümüne denk gelen bir dönemde, Putin ile yaptığı telefon konuşması ve Başkan Yardımcısı JD Vance’ın Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma, bu sürecin seyrini bir anda değiştirdi.
ABD’nin Ukrayna ve Avrupalı aktörler olmadan ‘barışı’, Rusya ile ikili olarak müzakere edeceğine dair işaretler, üç yıllık mücadeleyi neredeyse bir anda gündemin dışına attı ve kalıcı ve güçlü Batılı dayanışma/ittifak algısını geçersiz kıldı. Şimdi neredeyse tüm dünya, ABD’nin Vaşington odaklı, tek taraflı ve Avrupalı müttefiklerden izole yeni bir dünya düzeni kurmayı mı tercih ettiği sorusuna cevap arıyor. Bunun bir de ABD-Rusya ya da Trump-Putin uzlaşısı çerçevesinde gelişmesi ihtimali, 2008 Rusya-Gürcistan Savaşı sonrası şekillendirilmeye çalışılan ‘Rusya karşıtı ve Avrupa-Atlantik odaklı küresel düzenin köküne kibrit suyu mu dökülüyor?’ sorusuyla akılları meşgul ediyor.
Üçüncü yılın sonunda sahada genel durum
Hatırlanacağı üzere 2022 Şubat’ında, yani savaşın başlangıcında, Rusya Ukrayna’yı nerdeyse tüm sınır hattı boyunca işgale girişmişti. Bunun başarılı olamayacağının anlaşılmasıyla askerî harekât, Ukrayna-Rusya sınırının doğu hattında, Dinyeper Nehri’nin oluşturduğu doğal hattın doğusunda ve ağırlıklı olarak Kırım-Donetsk bölgesinde bir cephede sıkıştı.
Bugün için Ukrayna topraklarının yüzde 18’ine denk gelen yaklaşık 110 bin kilometrekarelik alan Rusya’nın işgali altında bulunuyor. Ukrayna kuvvetleri 2022’den bugüne yaklaşık olarak 42 bin kilometrekarelik toprağı geri almayı başardı. Savaşın son yılında, oluşan cephe hattında, Rus kuvvetlerinin özellikle Donetsk bölgesinde yer yer 30-40 kilometrelik ilerlemeler sağladığı görülse de bunun belirleyici ve kalıcı olduğu söylenemez. Diğer yandan Ukrayna birlikleri de kuzeyde Kursk’un batısında yaklaşık 1200 kilometrekarelik, 90’ın üzerinde köyü içeren bir alanı işgal ediyor. Rusya’nın bu alandan yaklaşık 200 bin kişilik nüfusu boşalttığı biliniyor.
Cephe hattında savaşan asker sayısına ve kayıplara ilişkin elimizde sağlıklı veriler bulunmuyor. Kayıpların yüzbinleri bulduğu iddia ediliyor. Savaşın yeni teknolojilerin yoğun biçimde kullanıldığı, şehirlerin ve kritik altyapı unsurlarının doğrudan hedef alındığı bir tür topyekûn hibrit savaşa dönüştüğü söylenebilir.
Tarafların geldiği nokta
Sonuçları açısından bakıldığında, üç yıllık savaşın iki taraf açısından da büyük insan, kaynak ve hepsinden önemlisi moral kaybına yol açtığı belirtilmelidir.
Rusya’nın büyük güç söyleminin uğradığı erozyon ise özellikle vurgulanabilir. Diğer yandan, Putin’in ekonomik ve siyasi zorluklara, karşı karşıya kaldığı darbe girişimine ve Batı’nın izolasyonuna rağmen Mart 2024’te yapılan seçimlerden başarıyla çıkarak koltuğunu koruduğu görülüyor. Hatta son birkaç haftanın gelişmeleri dikkate alındığında beklentilerini elde etme konusunda zamanı doğru biçimde kullandığı ve istediklerini almaya yakın olduğunu iddia edenler dahi bulunuyor. Suriye’de yaşanan gelişmeler karşısında Moskova’nın belirleyici rol oynayamaması ve hatta askerî varlığını bölgeden çekmek zorunda kalması ise Rusya’nın küresel aktör olma iddiasında bir gerilemeye, ödenen ağır bedele işaret ediyor. Buna Kafkasya’da yaşanan gelişmeler karşısında ikincil bir rol oynanmak durumunda kalınması da eklenebilir. Kısacası, Ukrayna savaşı Moskova’yı küresel denklemde zayıflatsa da Ukrayna hattında hâlâ ısrarla direnen bir güç olarak karşımıza çıkartıyor.
Ukrayna ise üç yıldır büyük özveri ile yürüttüğü mücadelede, Batılı desteğin zaman zaman aksamasının da yarattığı güçlüklerin etkisiyle zorlu bir sürece hapsolmuş durumda. Moskova’nın Ukrayna’nın çeşitli şehirlerine ve kritik altyapı unsurlarına yönelik saldırıları, savaşı sivil alanları da içerecek biçimde boyutlandırmış vaziyette. Büyük asker kayıplarına rağmen sahaya yeni rezervler sürme konusunda sorun yaşanmasa da savaşın uzaması ve başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklere sirayet eden yorgunluk, moral bozukluğu ve bıkkınlık en büyük sınırlılık olarak karşımıza çıkıyor.
Trump ve değişen dengeler
Bu denge durumunda değişikliğe işaret eden önemli gelişme, Trump’ın 20 Ocak’ta yemin ederek yeniden başkanlık koltuğuna oturması oldu.
Trump’ın gerek seçim kampanyasında gerekse seçim sonrasında Ukrayna Savaşı’nın “asla olmaması gerektiği” ve bunu “düzelteceği” ya da bitireceği yönünde yaptığı açıklamalar akıllarda büyük soru işaretleri yaratmıştı. Nitekim 12 Şubat’ta Putin ile yaptığı ve bir saati aşan telefon konuşması, ABD ve Rusya Federasyonu arasında neredeyse üç yıldır kapalı olan iletişim kanallarının, hem de en üst düzeyde, açılması anlamına geldi. Her iki liderin Ortadoğu’daki gelişmeler de dahil çeşitli konuları değerlendikleri belirtilse de konuşmanın odağında ‘Ukrayna krizinin çözümü için görüşmelere başlanması’ konusunun yer aldığının açıklanması uluslararası gündemde bomba etkisi yaptı. Hatta ikilinin kısa vadede yüz yüze görüşeceklerinin açıklanması ise hem Ukrayna’da hem de Avrupalı başkentlerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Trump’ın Ukrayna’nın sahip olduğu nadir toprak minerallerini Joe Biden yönetimi tarafından Kiev’e verilen desteğin ‘tazmini’ ve gelecekteki yardımların karşılığı olarak talep etmesi ise Ukrayna konusunda tamamen farklı bir seviyeye geçilmesi anlamına geliyor. Zelenski tarafından bir tür sömürge anlaşması olarak nitelenen bu öneri hemen reddedildi. Zelenski, Münih’te yaptığı açıklamada, anlaşmayı bu haliyle imzalamasının mümkün olmadığını söyledi. Zelenski’nin beklentisi, anlaşma karşılığında Rusya’nın olası saldırılarını caydıracak kalıcı güvenlik garantilerinin verilmesi. Trump’ın Savunma Bakanı Pete Hegseth’in ‘Ukrayna’nın NATO üyeliği gerçekçi değil’ ve ‘Kiev’in Rusya’dan topraklarının tamamını geri alma ihtimali söz konusu değil’ şeklindeki açıklamaları ise Zelenski’nin bu konudaki hassasiyetinin sebeplerini açıkça ortaya koyan açıklamalar olarak görülebilir.
Ukrayna, havacılık, savunma ve nükleer gibi endüstrilerde kullanılan kritik mineraller bakımından belki de Çin’den sonra en büyük rezervlere sahip. Trump yönetimi, Çin’e bağımlılığı azaltmak için bunlara istediği gibi erişmeyi hedefliyor. Bunun Trump tarafından gündeme getiriliş şekli ise Ukrayna açısından büyük bir hayal kırıklığı.
18 Şubat Riyad görüşmesi
Yeni Amerikan yönetiminin Ukrayna meselesini kendi yöntemiyle çözme konusunda ısrarcı olacağının, bunu Rusya ile ikili görüşmelerle yürüteceğinin ve vitesi daha da büyüteceğinin işareti ise 18 Şubat’ta Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da gerçekleştirilen toplantı oldu.
Riyad’da gerçekleştirilen toplantı, Putin’in yaklaşık üç yıl önce, Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı işgalini başlatmasından bu yana iki ülkenin üst düzey yetkilileri arasında yapılan ilk yüz yüze görüşme olma özelliğini taşıyor. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Waltz, Ukrayna özel Temsilcisi Steven Witkoff, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve Putin’in dış politika danışmanı Yuri Uşakov ile bir araya geldiler.
Ukrayna ve Batılı başkentlerin sert eleştirilerine rağmen ikili görüşmeler formatında yapılan bu toplantıyı ABD Dışişleri Bakanı Rubio, “uzun ve zorlu bir yolculuğun ilk adımı” olarak nitelendirdi. Görüşmeler neticesinde Rusya ve ABD ilişkilerinde düzeltme/normalleşmenin sağlanarak her iki başkentte de büyükelçiliklere personel atamaları yapılacağı, Rusya ve ABD ekonomik ve diplomatik ilişkilerinde iyileştirmelere gidileceği ve Ukrayna’da kalıcı barışı tesis etmek üzere yüksek düzeyli bir müzakere ekibi oluşturulacağı açıklandı. Bunun Ukrayna ve Batılı müttefikler olmadan yürütülmesi ise Batılı dayanışmanın sonu olarak değerlendiriliyor.
Batılı dayanışmanın sonu mu?
Trump’ın aykırı açıklamaları ile sosyal medya mesajlarının Avrupalı müttefikleri uzun süredir rahatsız ettiği malum. Bu açıklamaları Trump’ın tarzına yoran Batılı müttefikler açısından uyarıcı etki yaratan gelişme, ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’ın Güvenlik Konferansı için geldiği Münih’te yaptığı konuşma oldu.
Başkan Yardımcısının, konferansın ana teması olan Ukrayna-Rusya Savaşı’nın nasıl sona erdirileceği, Avrupa güvenliğine ilişkin olarak Amerikan yönetiminin yaklaşımı ve Rusya karşısında Batılı demokrasilerin işbirliği, dayanışma ve ittifakının devam edeceği yönünde bir konuşma yapması bekleniyordu ama Vance yarım saat süren konuşmasının tamamında Avrupa Birliği’ne ve Avrupalı müttefiklere yüklendi, Avrupa’ya yönelik asıl tehdidin Rusya’dan Çin’den değil, kendi içerisinden geldiğini öne sürdü. Romanya’yı seçimleri iptal ettiği, İsveç’i Kuran-ı Kerim’i yakanları yargıladığı, İngiltere’yi dinî özgürlüklere saygı göstermediği için eleştirdi, Almanya seçimlerinin seyrine de değindi. Avrupa’da ifade özgürlüğü ve demokrasi konusunda gerilemesinden dem vurarak Avrupalı müttefiklere adeta bir tür ‘demokrasi dersi’ verdi.
Vance konuşmasında, Trump yönetiminin Avrupa güvenliğine olan bağlılığını teyit etse de, Avrupa’nın Trans-Atlantik savunmasına yaptığı katkıyı artırmasının gerektiğini söyleyerek Ukrayna ve Rusya arasında ‘makul bir çözüm’ bulunması gerektiğini, bunun bir ‘demokrasiyi savunma’ girişimi olduğunu belirtti.
Bu konuda ABD’nin Ukrayna ve Rusya Özel Temsilcisi Keith Kellogg’un yaptığı “Beyaz Saray ‘Trump zamanı’ ile çalışıyor ve Başkan anlaşmanın yakın bir gelecekte hazır olmasını bekliyor” açıklaması hatırlandığında, Kellogg’un Münih Güvenlik Konferansı’nda da belirttiği üzere Vaşington yönetimi Ukrayna’da çözüm için “Altı aydan değil, günler ve haftalardan bahsediyor.”
Kellogg bu bağlamda ABD’nin barış sürecini nasıl yürüteceğini de açıklamış durumda. ABD bir yandan Rusya ile konuşurken diğer yandan Ukrayna ve Avrupalı müttefiklerle konuşacak. Bu, ikili bir yol izlenmesi ve Rusya karşısında Batılı dayanışmasının sonu anlamına geliyor.
Avrupalı müttefiklerin yaşadığı hayal kırıklığı
Ukrayna konusu, geçtiğimiz son iki yılda, Batılı ittifakın Avrupa-Atlantik güvenliğine bakışında bütüncül bir bakışı açısı ve dayanışma söyleminin doğmasını sağlamıştı. Üçüncü yılın sonunda süreç, Rusya’nın teslimiyetini sağlamak yerine yeni bir Avrupa-Atlantik ayrışmasını yaratmış gibi görünüyor.
Avrupalı müttefikler, ABD ve Avrupa’nın artık aynı değerleri paylaşmadığını, bunun sonucu olarak da ortak hedeflerin kaybolduğunu dile getirmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan neredeyse 75 yıl sonra, Avrupa’nın ABD’den kopmak zorunda kalacağı değerlendiriliyor. Bu değerlendirmeler Avrupa’nın AB şemsiyesi altında temel değerlere dayanarak kendi yolunu bulup bulamayacağına, Avrupa güvenlik mimarisinin ABD olmadan Avrupalı aktörlerce tanımlanıp tanımlanamayacağına ilişkin soruları gündeme taşıyor.
Nitekim, Zelenski’nin Münih’te yaptığı konuşmada, Avrupalı müttefikleri Rusya savaşının ve tehdidinin değişen doğası hakkında ve Avrupalı aktörlerin konuyu farklı biçimde ve güvenlik odaklı olarak ele almaya başlamaları için zamanın gelip de geçtiği yönünde uyarması dikkati çekti. Bu uyarılar Avrupa-Atlantik denkleminde yeni bir kırılmanın yaşanacağını belirtilmesi bağlamında önemli.
Avrupa’nın lideri kim olacak?
Ancak Avrupa’ya bu dönüşümde, karşı karşıya kalınan Avrupa içi gelişmelerin ışığında, kimin ve nasıl liderlik yapacağı belirsiz.
Büyük krizler büyük liderleri ortaya çıkarır’ söylemi bu sefer işlemeyebilir. Nitekim Trump’ın müzakerelerde, dolayısıyla barış sürecinde Avrupalı aktörleri ve hatta Kiev’i dışarıda tutma ihtimali ya da eğilimi Avrupalı unsurları harekete geçirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “Ukrayna ve AB olmadan inandırıcı ve başarılı müzakereler ve kalıcı barış olmaz” söylemini esas alarak Avrupalı aktörleri Münih Güvenlik Konferansı’nın hemen sonrasında Paris’te bir toplantıya davet etti. Elysée’den yapılan açıklamada, “Görüşmeler daha sonra Avrupa’da barış ve güvenlikle ilgilenen tüm ortakları bir araya getirmek amacıyla başka formatlarda da devam edebilir,” denilse de sürecin ne şekilde evrileceği belirsiz.
Bir Avrupa Ordusu kurmak fikri ise şimdilik uzun soluklu bir fikir olarak bekliyor ve kısa vadede gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Diğer yandan bu ordunun NATO’nun kabiliyet ve imkanları olmadan Rusya karşısında caydırıcı olması pek de mümkün değil. Özellikle NATO’nun iki büyük üyesi durumundaki ABD ve Türkiye’nin Avrupa denkleminde yer alıp almayacağı konusunun belirsizliği akılda tutulursa. Nitekim Ukrayna sınırının uzunluğu, Rusya’nın konvansiyel askerî gücü dikkate alındığında nasıl bir caydırıcılık söz konusu olabilir? Avrupalılar barış misyonu dahilinde askerî yetenek geliştirebilir mi? Rusya bu konuya nasıl yaklaşır? Şimdilik çoklu bilinmezler.
Rusya/Putin ne düşünüyor?
Savaş, Rusya açısından can kayıpları ve mali yük anlamına geliyor. Moskova, gayrisafi yurt içi hasılasının yüzde 8’ini askerî harcamalara ayırmak durumda ve uzun süredir bir tür savaş ekonomisini yürütüyor.
Rusya’nın Karadeniz ve Akdeniz’deki askerî varlığı, Ortadoğu’daki siyasi etkinliği ve uluslararası ortamdaki ağırlığı en azından etkisizliğe dönüşmüş halde. Moskova’nın işgal başlamadan önceki dönemde ve hemen sonrasında dile getirilen hedefleri arasında Ukrayna konusunu doğrudan ABD ile müzakere etmek, Kırım dahil olmak üzere işgal altındaki toprakların statüsünün Kiev tarafından kabul edilmesi, Ukrayna’nın NATO üyeliği hedefinden vazgeçerek tarafsız statüde adeta bir tür tampon bölgeye dönüşmesi ve iktidarın değişerek farklı bir rejimin tesis edilmesi gibi başlıklar yer almaktaydı. Putin’in hedefi, Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisini öncelikli olarak Amerikan yönetimi ile yürütülecek ikili müzakerelerle şekillendirmekti. Beklenti ise Sovyetlerin çöküşü sonrası düzeni yeniden ele alarak çok kutuplu bir dünya düzeni tesis etmek ve bu düzende Rusya’nın büyük güç olarak yer almasını sağlamaktı. Bu hedefler ve beklentiler, Moskova’nın arzuları ile yetenek/kapasitesi arasındaki büyük farklıklar nedeniyle karşılanmadı. Sonuç ise Ukrayna savaşı oldu.
Şimdi aradan geçen üç yılın sonunda, Trump, Putin için bu fırsat alanını yeniden açmış gibi duruyor. ABD-Rusya müzakerelerinin nasıl evrileceği ve masaya hangi başlıkların geleceği henüz belirsiz olsa da Moskova’nın bu fırsat alanını değerlendireceğini ve Batılı ittifakta açılan deliği genişletmeye çalışacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Sonuç Moskova’nın beklentilerini karşılar mı bilinmez ama ABD’nin de Moskova’ya son üç yılın faturasını kesmek isteyeceğini akılda tutmak gerekir. Sonuçta Trump’ın kalıcı barış anlaşmasının mimarı olarak 9 Mayıs’ta Moskova’da Kızıl Meydan’da Putin ile bir fotoğraf verip vermeyeceğini hep birlikte göreceğiz.
Avrupa, ABD ve Rusya denkleminde Türkiye
Türkiye, savaşın başından itibaren, coğrafi konumunun yanı sıra hem Batılı müttefikler hem de Rusya ve Ukrayna ile kurduğu siyasi, ticari, ekonomik, güvenlik bağ ve ilişkileri nedeniyle mücadelenin odağında yer aldı.
NATO üyesi Batılı aktör kimliği ise izlenen politikalarda belirleyiciydi. Karadeniz, enerji ve gıda güvenliği gibi konuların yanı sıra Türkiye-Ukrayna ve Türkiye-Rusya ilişkilerini doğrudan etkileyen her türlü gelişme karşısında Ankara’nın tepkisi Moskova’nın kınanması, Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğinin vurgulanması oldu. Rusya ile ilişkiler ise denge içinde gözetildi.
Ankara’nın Batılı müttefikleriyle uyumlu tavrına rağmen AB ülkeleri ve ABD tarafından Rusya’ya yönelik olarak uygulamaya konulan ekonomik/ticari yaptırımlara katılmadığını belirtmekte fayda var. Bu durum, Türkiye’nin Rusya ile birçok alanda derinleşen ilişkilerini dikkate alan, bölgesel dinamikleri ve ulusal çıkarlarını gözeten stratejisinin bir yansımasıdır. Ülkenin karşı karşıya bulunduğu ekonomik zorluklar ile artan enerji talebi de zorlayıcı unsurlardır. Sonuçta üç yıllık dönemde, Ankara’nın Rusya ve Ukrayna ile Batılı müttefikleri arasında bir denge kurmayı başardığı söylenebilir. Bu dengenin yaşanan son gelişmeler dikkate alındığında daha da anlamlı olduğu söylenebilir.
Zelenski’nin son bir ayda yaşanan gelişmeler ve özellikle Trump’ın açıklamaları sonrasında ortaya çıkan belirsizlik ortamında, tam da Rusya-ABD arasında Riyad’da yapılan görüşmeler sırasında gerçekleştirdiği Ankara ziyareti dikkat çekicidir. Ziyaret vesilesiyle yapılan ortak basın açıklamasında, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’ın Rusya-Ukrayna arasında süratli bir anlaşmaya varılması konusundaki yaklaşımının Türkiye’nin son üç yıldır uyguladığı aktif diplomasiyle örtüştüğünü kaydetmesi önemlidir. Erdoğan, yaptığı açıklamada, Rusya ile Ukrayna arasında yürütülecek ve Amerika’nın da yer alacağı muhtemel görüşmelere Ankara’nın ev sahibi olmasını ideal bir durum olarak niteleyerek Ankara’nın yeni dengeleri yakından takip ettiğinin işaretini verdi.
Ankara’nın barış sürecine ilişkin yaklaşımı ise Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın değerlendirmesiyle ‘aşamalı bir süreç yürütmek’ üzerine kurulu. Buradaki aşamaların ilki, taraflar arasında acil bir ateşkes anlaşması imzalanması ve sonrasında da uzun vadeli stratejik öncelikleri içerecek biçimde kalıcı bir barış planının imzalanması. Fidan’ın Ankara’nın sadece ABD’nin arabuluculuğuyla bu sürecin doğru biçimde yönetilemeyeceğini değerlendirmesi ise Ankara’yı Avrupalı aktörlere yaklaştıran bir mesaj. Ankara’nın Ukrayna’nın güvenlik garantileri konusundaki beklentilerine cevap olacak bir ‘garantörler grubunun’ oluşturulması ve Türkiye’nin de bunun parçası olması konusuna sıcak baktığı, 2022’de yapılan ancak sonuç alınamayan barış görüşmeleri sırasında yapılan açıklamalarda belirtilmişti. Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan, Zelenski’ye Türkiye’nin Ukrayna’nın NATO’ya katılımını desteklediğini Temmuz 2023’teki görüşmelerinde açıkça ve güçlü ifadelerle dile getirmişti. Bu farklı değerlendirmeler ışığında Ankara’nın Ukrayna konusunu, gerek ABD gerekse Avrupalı müttefiklerle örtüşen ve çatışan söylem, çıkar ve öncelikler bağlamında, diğer güvenlik konularını da dikkate alacak biçimde müzakere edeceğini gösteriyor.
Oluşan yeni denklemde, Ankara’nın Avrupa-Atlantik ayrımlaşmasında ne tarafa yakın duracağı konusu önem arz ediyor. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, özellikle eski ve büyük bir NATO üyesi olarak, Avrupa-Atlantik güvenlik mimarisinin parçası oldu. Son dönemde hem ABD hem de Avrupalı müttefiklerle yaşanan anlaşmazlıklar malum. Ankara’nın çıkar algısı zaman zaman her iki tarafla da farklılaştı, ortak çıkarlar tanımlanamadı. Bu farklılaşmada dönem dönem Ankara’nın NATO içindeki rolü ve Batılı bir aktör olarak konumu dahi tartışıldı. Son dönemde Ukrayna ve Karadeniz özelinde yaşanan gelişmeler ile Suriye odaklı olarak Ortadoğu’daki gelişmeler, Ankara-Batı ilişkilerini daha da karmaşık bir hale getirmiş durumda. Ankara’nın Vaşington ile Gazze ve İsrail konularında da zorlu bir anlaşmazlık sürecinin içinde olduğu da görülüyor.
Sonuçta Türkiye’nin Avrupalı kimliğinin yeniden tanımlanmasını da gerektirebilecek yeni bir dönem giriyoruz. Ankara’nın eli, içinde bulunduğumuz şartlar dikkate alındığında sanki daha bir güçlü. Önümüzdeki günlerde artan bir diplomasi trafiği karşımıza çıkacak gibi görünüyor.
Geleceğe bakmak
Her ne kadar Amerikalılar hızlı bir takvimle ilerlemek isteseler de Ukrayna’da kalıcı barışın elde edilmesi karmaşık ve zorlu süreçleri gerektiriyor.
Ukrayna’nın güvenlik beklentilerini karşılamak şartıyla imzalanacak bir acil ateşkes ancak uzun soluklu barış müzakerelerinin başlangıcı olabilir. Ukrayna yönetiminin Moskova’nın beklentilerine, hem de katılmadığı bir müzakere süreci sonrasında rıza göstermesi mümkün değil.
Diğer taraftan mücadelenin devamı için içerideki moral ve dayanışmanın korunması kadar Batılı müttefiklerin maddi ve manevi desteği hâlâ hayati önem sahip. Fakat Avrupalı aktörlerin tek başlarına bunu gerçekleştirmeleri mümkün değil. Geçtiğimiz yıldönümünde yaptığım ‘son dönemde Batılı ittifaktan çatlak sesler geliyor ve ittifakın kırılganlığı göze batıyor’ değerlendirmesi artık aşikâr.
Savaşın uzamasının yarattığı göçmen sorunu, Avrupa’da artan milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve popülizm ise Avrupa’nın kalıcı sorunlarına dönüştü. Trump’lı bir Amerika’nın yarattığı belirsizlikler ise daha şimdiden işin tuzu biberi.
Kısacası, Ukrayna’nın kazanması ve Rusya’nın kaybetmesi artık mümkün görünmüyor. Savaşın Rusya’nın istediği şekilde sonuçlanmasının maliyeti ise sadece Ukrayna için değil Batı için de çok ağır ve bu da istenmeyen senaryo. Ne olacak, bilemiyoruz ama Avrupa zorlu bir döneme giriyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.