2020 yılında %3,7 olarak öngörülen Sahraaltı Afrika’nın ekonomik büyümesi, 2021 yılında sürpriz bir şekilde tahminlerin ötesine geçerek %4,5’e ulaştı. Ancak kıta ülkelerinin bu büyümeye yanıt verme potansiyellerini yakaladığı bir dönemde patlak veren ve küresel manada bir ekonomik şoku tetikleyen Rusya’nın Ukrayna’nı işgali, söz konusu olumlu tabloyu tehlikeye attı. Artan petrol ve gıda fiyatları emtia ithal eden ülkelerin dış ve mali dengelerini zorlarken, Sahraaltı Afrika bölgesinde gıda güvenliği endişelerini de beraberinde getirdi.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin yanı sıra, Covid-19 salgının sosyal ve ekonomik sonuçları, iklim değişikliğinin olumsuz yansımaları, özellikle Sahel ve Afrika Boynuzu gibi bölgelerde artan güvenlik riskleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin para politikalarında yaşanan sıkılaştırma gibi durumlar da, bölge ülkelerinin ekonomi politikalarındaki zorluklardan bazılarını teşkil ediyor. Bu nedenle, ekonomik faaliyetlerin %3,8 oranında artmasının beklendiği Sahraaltı Afrika’nın büyüme ivmesinde bu yıl gözle görülür bir zayıflama yaşandı. Her ne kadar bölgenin ekonomik büyümesinin 2003 yılında orta vadede %4’e çıkacağı tahmin edilse de, bu hız salgından ötürü kaybedilen iktisadi zemini telafi etmek için yeterli görünmüyor.
Afrika Kalkınma Bankası (AfDB) tarafından 2022 Afrika Ekonomik Görünümü’nün (African Economic Outlook 2022) teması “Afrika’da İklim Direncini ve Adil Enerji Geçisini Desteklemek” olarak belirlendi. Bu durum, kıtadaki yaşam ve geçim kaynakları için büyüyen bir tehdidin altını çiziyor. Nitekim iklim değişikliği günümüzde Afrika ülkelerinin kalkınmasının önündeki varoluşsal bir zorluk olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal ve ekonomik kalkınmayı sağlarken iklim adaptasyonunu ve sera gazı emisyonlarının azaltılmasını ele alan politikalar bulmak, Afrika ülkeleri için ekonomik gelecek adına başa çıkılması gereken en zorlu konular arasında.
Ukrayna savaşının Afrika’da bırakacağı kalıcı izler
Afrika Ekonomik Görünümü, Covid-19 salgınının ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin on yıl kadar uzun bir süre için olmasa da birkaç yıl boyunca kalıcı bir iz bırakabileceğini açıkça ortaya koyuyor.
Bu esnada, 2021 yılında yaklaşık 30 milyon insan aşırı yoksulluğa itildi ve aynı yıl salgın nedeniyle 22 milyon insan işini kaybetti. Benzer bir trendin 2022 yılının ikinci yarısında ve 2023 yılında da devam etmesinin beklenmesi kıta ülkeleri için tehlikenin boyutlarını gözler önüne seriyor.
Üstelik Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden kaynaklanan ekonomik aksaklıkların da 2022 yılında Afrika’da 1,8 milyon insanı aşırı yoksulluğa itebileceği düşünülüyor.
Bütün bu olumsuz tabloya gıda tedariki ve güvenliği konusunda ortaya çıkan tehditlerin de eklenmesi, Afrika ülkelerinin ekonomi konusunda yoğun mesai harcamaları ve acil önlemler almaları gerektiğinin sinyallerini veriyor.
Afrika’nın sunduğu ekonomik fırsatlar
Afrika’nın içinde bulunduğu güncel ekonomik koşullar olumsuz bir tablo ortaya koysa da, kıta ülkelerinin sahip olduğu potansiyel ve yatırımcılar için fırsatların mevcudiyeti kıtanın ekonomik geleceği adına ümit verici.
21. yüzyılda elde edilen iktisadi veriler kıta ülkelerinin ekonomik geleceği konusunda belirgin bir tahmin yapmayı zorlaştırsa da, Afrika’nın sahip olduğu potansiyel bu coğrafyada yer alan ülkelerin gelecekte ekonomik ve siyasi bir katma değer sağlayacakları konusunda iyimser bir bakış açısı sunuyor.
Dünya ortalamasının çok üzerinde genç nüfus oranı
Bahsi geçen potansiyelin ilk sırasında dünyanın diğer bölgelerine kıyasla kıta ülkelerinin nüfusunun hızla artması ve bu artışın genç nüfus oranını olumlu manada etkilemesi bulunuyor.
Birleşmiş Milletler örneğinde olduğu gibi uluslararası kurumların projeksiyonlarında Afrika’nın nüfusunun 2050 yılına kadar iki katına çıkacağı, 2100 yılında ise dünyadaki her üç kişiden birinin bu kıtadan olacağı tahmin ediliyor.
Ortaya konulan bu tahmin, hâlihazırda dünya ortalamasının çok üzerinde bir genç nüfus oranına sahip olan Sahraaltı Afrika’nın yüzyılın sonunda dünya üzerindeki genç nüfusun neredeyse yarısına ev sahipliği yapacağı anlamına geliyor.
Zengin yer altı kaynakları
Afrika’nın bir başka önemli potansiyeli ise kıta ülkelerinin sahip oldukları zengin yer altı kaynakları.
Afrika’da bulunan değerli madenler, küresel sanayinin ve diğer farklı endüstrilerin kıta ülkelerine odaklanmalarına yol açıyor. Zira bu coğrafya, dünyadaki altının neredeyse yarısına ve yeryüzünde bulunan tüm minerallerin yaklaşık üçte birine ev sahipliği yapıyor.
Nitekim, 2019 yılı istatistiklerine göre, Afrika’da 406 milyar dolar değerinde ortalama 1 milyar ton mineral üretildi. Birleşmiş Milletler’e göre Afrika ülkeleri dünya maden rezervlerinin yaklaşık %30’una, petrolünün %12’sine ve doğal gazın %8’ine sahip.
Tarıma elverişli coğrafya
Afrika’nın oldukça kıymetli fakat gözden kaçırılan bir diğer potansiyeli ise kıta ülkelerinin tarım açısından son derece elverişli olmaları.
Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre, dünyadaki 1 milyar 396 milyon hektar ekilebilir tarzım arazisinin 226 milyon hektarı Afrika’da. Diğer bir ifadeyle, yeryüzünde bulunan ekilebilir tarım arazilerinin %16’sı Afrika kıtasında yer alıyor.
Ayrıca kıta imkanları göz önünde bulundurulduğunda tarım için yeterli iş gücü ve sulama imkanlarının da mevcudiyetinden bahsedilebilir.
Ne var ki, ekilebilir olduğu halde hiç ekilmeyen tarıma elverişli arazilerin %60’ı da Afrika’da.
Yukarıda değinilen üç potansiyelin (insan gücü, doğal kaynaklar ve tarım) doğru üretim ve sanayi politikalarıyla birleştirildiğinde, kıta genelinde ortaya konulabilecek potansiyelin ekonomik getirilerinin Afrika toplumlarının refah seviyesini arttırabileceği aşikar.
Bunun yanı sıra, söz konusu durum, küresel üretimin önemli bir bölümünün de Afrika’ya kayması ihtimalini ortaya çıkarabilir.
Mevzubahis potansiyelin ortaya çıkması ise, ancak kıta ülkelerinin potansiyellerini keşfedip değerlendirirken İngiliz araştırmacı gazeteci Tom Burgis’in “kaynak laneti” adını verdiği yolsuzluk, kara para aklama gibi olumsuz koşullardan kaçınabilmeleriyle mümkün olacak.
Uluslararası aktörlerin Afrika’da rekabet etme biçimi
Afrika’nın mevcut potansiyeli bölgesel ya da küresel siyasette söz sahibi olmak isteyen kıta dışı aktörlerin ilgisini bu coğrafyaya çekiyor. Bu doğrultuda, uluslararası siyasetin devlerinin kıtadaki yatırımları da Afrika ülkelerinin siyasi ve ticari kültürünü kaçınılmaz olarak derinden etkiliyor.
Söz konusu etki genellikle pazarlık masasına oturulurken gündeme getirilen “sine qua non” yani olmazsa olmaz önkoşullarla alakalı.
Örneğin, Batılılar kıta ülkeleriyle dış yardım, ticaret veya yatırım ilişkisi kurarken insan hakları, demokrasi, şeffaflık, iyi yönetişim vb. konu dışı birçok meseleyi birer müzakere unsuru haline getirebiliyor. Dolayısıyla Batılı aktörlerden dış yardım ya da yatırım almak isteyen ortalama bir Afrika ülkesinden sözgelimi “kötü işleyen bir demokrasinin iyileştirilmesi”, “zayıf insan hakları sicilinin güçlendirilmesi”, “yolsuzlukla mücadelenin arttırılması” ya da “devletin vatandaşına daha fazla hesap vermesi” gibi hususlarda aşama kaydetmesi beklenebilir.
Bakış açısına göre müspet ya da menfi olarak değerlendirilebilecek bu tavır, kıta ülkelerinin siyasi ve ticari pratiklerini ister istemez değişime zorluyor.
Çin’in Afrika’ya yaklaşımı
Son dönemde Afrika’da adından sıkça söz ettiren Çin Halk Cumhuriyeti ise kıta ülkeleriyle kurduğu ekonomik ilişkilerde Batılılara kıyasla farklı bir yöntem benimsiyor.
“Siyaset ile ticaretin birbirinden ayrılması” gerektiğini ifade eden Pekin yönetimi, “ulusların iç işlerine karışmak” olarak nitelendirdiği önkoşulları “egemenlik haklarına saldırı” olarak yorumluyor.
Çin’in bu yaklaşımı, 2002 yılında sona eren iç savaşın ardından çeşitli yatırımlar için ihtiyaç duyduğu finansmanı elde etme noktasında Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkilileriyle anlaşamayan Angola örneğinde olduğu gibi birçok Afrika ülkesinin ekonomik olarak yüzlerini başta Pekin olmak üzere Batı dışı alternatiflere dönmelerine yol açtı.
Batılılardan ya da Doğululardan, yani kıta dışından gelen yatırımların en önemli açmazını ise Angolalı iktisatçı Regina Santos oldukça vurucu bir cümleyle açıklıyor: “Yabancılar geldiklerinde altyapıyı getiriyorlar; ancak yerel insanların aynı şeyi yapma kapasitesini getirmiyorlar.”
Literatürde Çin’in Afrika’daki faaliyetlerinin muhtevasına ilişkin çeşitli yazarlar tarafından dillendirilen iki farklı görüşe rastlamak mümkün. Bir görüşe göre Pekin yönetiminin Afrika’nın doğal kaynaklarını sömürdüğü, ülkelerini borçlandırdığı ve otoriter yönetimleri desteklediği iddia ediliyor.
Bu iddiaları reddeden diğer bir görüş ise yalnızca ticari ilişkilere odaklanan Çin yatırımlarının eşit ilişki kurduğu Afrikalı devletleri çeşitli açılardan kalkındırdığı ve toplumları refaha eriştirdiğini ileri sürüyor. Çoğu zaman sübjektif argümanlardan beslenen bu karşıt görüşler bir kenara bırakılacak olursa, Pekin yönetiminin Afrika’daki varlığının uluslararası aktörlerin kıtada faaliyet gösterme biçimini somut bir şekilde dönüştürdüğünü söylemek mümkün.
Bu kapsamda ilk olarak, Çin’in “ticari” ilişki kurarken “siyasi” önkoşullara başvurulmamasına dair prensibinin Afrika ülkeleri tarafından ilgiyle karşılanması, başlangıçta Pekin yönetiminin tavrını sert bir şekilde eleştiren Batılı aktörlerin de zamanla bu yöndeki yaklaşımlarını yumuşatmalarına neden oldu. Örneğin, Çin’in Afrika’daki nüfuzunun zirve yaptığı Barack Obama ve Donald Trump dönemlerinde Beyaz Saray tarafından yayımlanan resmî belgeler incelendiğinde bu durum açık bir şekilde görülebilir.
İkinci olarak, Çin’in Afrika’daki varlığını arttırması küresel rekabette alan kaybetmek istemeyen diğer aktörlerin de kıta ülkeleriyle daha fazla ilgilenmelerine yol açıyor. Bu durum bir yandan kıta ülkelerinin ilişki içerisine girebilecekleri alternatif aktörlerin sayısını arttırırken, diğer yandan ise Afrika’yı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi küresel nüfuz mücadelesinin yan etkilerine açık bir hale getirme riskini taşıyor.
Trump’ın ulusal güvenlik danışmanı John Bolton’ın kıta ülkelerini Afrika’nın istikrarının altını oyduklarını iddia ettiği Çin ve Rusya’dan uzak durmaya çağırması veya Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Covid-19 salgını sırasında Afrika’ya yardım ulaştırmakta zorlanan Batı’nın kıtada kaybettiği nüfuzun Pekin ve Moskova tarafından kolaylıkla doldurulabileceğine işaret etmesi bu duruma verilebilecek örneklerden.
Üçüncü olarak ise, 2000 yılından bu yana düzenlenen Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC), Pekin yönetiminin kıta ülkeleriyle olan ilişkilerinin kurumsallaşmasında önemli rol oynuyor. Bahsi geçen forumun ticari ilişkilere yansıyan başarısı, ilerleyen süreçte ABD, Hindistan, Güney Kore, Rusya, Türkiye vb. ülkelerin de Afrika’daki devletlerle çeşitli zirveler düzenlemeleri için kayda değer bir emsal teşkil ediyor.
Afrika’da Türkiye: Orta Güç’ün dış politik meydan okuması
Bu noktada, Türkiye’nin Afrika denkleminin neresinde bulunduğu sorusu sorulmalı. Türkiye’nin bölgesel ve küresel vizyonunu genişlettiği bir ortamda, kıta ülkeleri de Ankara yönetimi için önemli bir odak noktası haline geldi.
Afrika’nın küresel önemi, kullanılmaya geniş kaynaklar, büyüyen demografi, hızlı kentleşme ve buna eşlik eden orta sınıfın büyümesi nedeniyle artıyor. Böylece, kıta ülkeleri yalnızca hammadde açısından zengin bir coğrafyayı değil, aynı zamanda her geçen gün büyüyen bir pazarı da temsil ediyor.
Türkiye ise Afrika’da yükselen güç konumunda bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Her ne kadar Türkiye-Afrika ilişkileri tarihsel açıdan köklü bir geçmişe sahip olsa da, konjonktürel gelişmeler ve farklı dış politik öncelikler nedeniyle 21. yüzyıla gelene kadar Ankara yönetimi ile kıta ülkelerinin büyük bir çoğunluğu arasındaki münasebetler oldukça sınırlı kalmıştı.
Türkiye’nin Afrika’ya “yeniden” açılma niyeti, ilk olarak Dışişleri Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanan Afrika Açılımı Eylem Planı’yla ilan edildi. Fakat “Afrika Yılı” olarak belirlenen 2005 öncesine kadar Ankara yönetiminin kıta ülkeleriyle ilişkileri bugünkü halinden hayli uzak bir noktada kalmıştı.
Günümüzde Afrika, Türkiye’nin dış politika aktivizminin en görünür olduğu ve görece en fazla başarı sağladığı coğrafyalardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Ankara yönetiminin kıta ülkeleriyle ilişkileri tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi Türkiye-Afrika zirvelerinin gerçekleştirilmesiyle kurumsallaşıyor. Türk dış politikasında Afrika’ya verilen önemin artması, Ankara yönetiminin kültürel, ekonomik ve askerî ilişkilerini çeşitlendirme arzusunu da yansıtıyor. Türkiye’nin bu yöndeki çabaları, aynı zamanda Ankara’nın kendisini bölgesel ve küresel bir aktör olarak konumlandırma arayışının da bir parçası niteliğinde.
Türkiye-Afrika ilişkilerinin mevcut dinamiğini artık klasikleşmiş hale gelen “uluslararası rekabet anlatısına” endekslemek özellikle Batılı düşünce kuruluşları ve akademik çevreleri tarafından oldukça yaygın olarak benimseniyor. Bu anlatıya göre, Türkiye Afrika’da ABD, Fransa, Büyük Britanya ve Avrupa Birliği gibi geleneksel aktörler ile Çin ve Rusya gibi yükselen güçlere karşı alternatif oluşturan bölgesel ve orta büyüklükte bir güç olarak sahneye çıkıyor. Bu perspektiften bakıldığında Ankara yönetimi bahsi geçen geleneksel aktörlere ve yükselen güçlere karşı sınırlı bir kapasiteye sahipmiş gibi görünse de, Türkiye’nin kıtadaki nüfuz alanlarının bu anlatının çok ötesine geçtiği -veya ötesine geçebilecek bir kapasitenin bulunduğu- de bir gerçek.
Üçlü mekanizma
Türkiye’yi Afrika’da görünür kılan unsurlar “üçlü mekanizma” adıyla kavramsallaştırılabilir. Bu mekanizma hükümet, özel sektör ve STK’ların son 20 yıldır kıtada yürüttüğü faaliyetlerin sonucunda ortaya çıkan, birbirinden bağımsızmış gibi görünseler de aslında koordinasyon içerisinde hareket eden unsurların toplamından oluşuyor.
Türk hükümeti devletin gücü nispetinde kurduğu siyasi ve diplomatik ilişkileri çeşitli araç ve unsurlarla kıta geneline yaymaya çalışıyor. Bu doğrultuda, 44 ülkeye ulaşan Afrika’daki büyükelçilikler, Türk Hava Yolları’nın kıtada 61 noktaya uçması, 25 milyar doların üzerine çıkan karşılıklı ticaret hacmi, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA), Türkiye Maarif Vakfı ve Yurtdışı Türkler ve Akraba Gruplar Başkanlığı (YTB) gibi devlet kurumlarının yumuşak güç faaliyetleri dikkate değer.
Diğer taraftan, ticaretin belkemiğini oluşturan özel sektör temsilcileri de 2005 yılı öncesinde ağırlıklı olarak Kuzey Afrika ülkeleriyle sınırlı olan kapasitelerini zamanla Sahraaltı Afrika’nın çeşitli ülkelerine yaymış durumda. Bu kapsamda, Türk firmalarının özellikle liman ve havaalanı işletmeleri gibi ticaret hacmi geniş faaliyetleri yüklenmesi önemli.
Türkiye menşeli inşaat firmalarının da Tanzanya ve Senegal gibi ülkelerde gerçekleştirdikleri yüksek maliyetli projelerle isimlerini duyurmaya başladıkları biliniyor.
Üçlü mekanizmanın son halkasını oluşturan STK’lar ise insani yardım, sağlık, su sorunu, eğitim gibi kıtanın bazı bölgelerinde acil çözüm bekleyen sorunlara imkanları çerçevesinde müdahale etmeye çalışıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 22 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.