Dünya neyin şafağında?

Dünyanın içinden geçtiği ara dönem bitince gerçekten “yeni” başlayacak mı? Siyasette yeni dönemi belirleyecek üç global trend ne? ABD-Çin rekabeti tüm dünyayı nasıl dönüştürüyor? Popülizmi aşmanın yolu ne? Bu yeni dönemde Türkiye’yi bekleyen tehlike nedir?

“Bir dönem kapanıyor” tespiti global siyasetin yaygın kanaatlerinden birine dönüşüyor.

ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger, 2018 yılında Financial Times’ta ABD Başkanı Donald Trump gibi aktörlerin tarihin belli zaman dilimlerinde gelen ve bir dönemin bitişini temsil eden figürler olduğunu belirtiyordu. Eğer bu tez isabetliyse, o zaman nasıl bir döneme giriyoruz?

Bu soruya Fransa’nın bir önceki Washington Büyükelçisi Gerard Araud’un Libya bağlamında yaşanan gelişmelere de atıfla sosyal medyadaki paylaşımı kısmi bir cevap niteliğindeydi. Her analojinin yaşadığı doğal kısıtların akılda tutulması kaydıyla, Araud, o paylaşımda önümüzdeki dönemin uluslararası ilişkilerini anlamak için 1815 – 1914 arası döneme yakından bakılmasını salık veriyordu. Yani emperyal döneme, büyük güçler rekabetinin uluslararası siyasetin temelini oluşturduğu yüzyıllık kesite…. Bu, geleceği geçmiş üzerinden okuma, 21. yüzyılın kodlarını 19. yüzyılın siyasetinde arama yaklaşımı son dönemlerde epey revaçta olan bir trendi temsil ediyor.

Bir dönemin sona erdiğini salık veren ve yeni bir döneme adım attığımızı öngören bu her iki bakış açısının da isabetliliği tartışılabilir, küresel siyasette yaşananlara dair nüansları ıskaladıkları da iddia edilebilir.

Fakat şu artık açık ki, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk on yıllarına damgasını vuran beklentilerin, gelecek projeksiyonlarının ve siyaset okumalarının sınırlarına geliyoruz. Bu da bir dönemin kapanmakta olduğu tespitini haklı bir zemine oturtuyor. Buna karşın, içinde geçtiğimiz evrenin bir ‘ara dönemi’ mi yoksa ‘yeni bir dönemi’ mi temsil ettiği ise tartışmalı. Yaşananlar, bir ara dönemden geçtiğimize işaret ediyor. Fakat, bugünün siyasal trendlerinden rahatsız olan birçok analist veya entelektüelin ifade ettiği -daha doğru bir ifadeyle ümit ettiği- gibi bu ara dönem kapandığında eskiye dönmeyeceğiz.

Fikirsel temelleri, siyasal yapıları, iktisadi modelleri ve kurumsal çerçevesiyle eskinin, her ne demek ise, eski formunda geri gelmesi pek olası değil artık. Fakat muhtemelen bu ara dönemden sonra gireceğimiz zaman dilimi, bu dönemin karşıtı da olmayacak. Bilakis bu dönemden epey elementi içerecek.

Yeni dönem gerçekten ‘yeni’ olabilecek mi?

Fikirsel temelleri, siyasal yapıları, iktisadi modelleri ve kurumsal çerçevesiyle eskinin, her ne demek ise, eski formunda geri gelmesi pek olası değil artık. Fakat muhtemelen bu ara dönemden sonra gireceğimiz zaman dilimi, bu dönemin karşıtı da olmayacak. Bilakis bu dönemden epey elementi içerecek. Yani bu dönemin sembol isimleri olan Donald Trump, İngiltere Başbakanı Boris Johnson, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılmasını savunan Brexit Partisi’nin lideri, göçmen karşıtı, aşırı sağcı Nigel Farage, Hollanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders, Macaristan Başbakanı Viktor Orban veya Hindistan Başbakanı Narendra Modi gibi aktörleri geride bıraktığımızda, onların temsil ettiği siyasal veya toplumsal tahayyülleri de geride bırakmış olmayacağız.

Tam aksine, bu siyasal tahayyüller bundan sonraki siyasetin içeriğine de düşünce dünyasına da boyasını çalacak. Nihayetinde, bu dönemi sadece mevzubahis aktörler ortaya çıkarmadı. Aksine, uzun süredir dünyada güçlenen dip dalga bu aktörleri doğurdu. Bu nedenle, aktör merkezli analizler ve stratejiler bu aktörleri doğuran trendleri ıskalama riskine sahip. Hatta, orantısız bir şekilde mevzubahis aktörleri merkeze alarak yapılan siyasal okumalarla izlenen siyasal stratejiler, bu aktörlerin siyasal ömürlerini uzatan bir işlev görebilirler. Somutlaştıracak olursak, Trump üzerinden Amerikan siyasetini okumaktan ziyade Amerikan siyaseti ve toplumu üzerinden Trump’ı okumalıyız.

2020’de dünyayı şekillendirecek global trendler

Bu nedenle global siyasetin bugününe rengini veren trendlerin isabetli bir tespitinin yapılması gerekir. Bu bağlamda, epey bir süredir hem iç siyasal düzenleri hem de global siyaseti şekillendiren ana trendler 2020’ler dünyasını da şekillendirmeye namzet görünüyorlar.

İç siyasal düzenler başlığında yaşanan gelişmelere baktığımızda, üç trend, Batı başta olmak üzere, dünyanın birçok yerindeki demokrasilere (ne kadar kusurlu olduklarından bağımsız olarak) dönüştürücü etkilerde bulunmaya devam edecek;

  • Ana akım partilerin kan kaybedişi
  • Kişi merkezli siyasetin yükselişi
  •  Gri alan siyasetinin sınırlarına erişilmeli

Ana akım partilerin gerilemesi

Ana akım partilerin zemin kaybı uzun süredir yaşanan bir vakıa. Bu ana akım partiler birbirlerine benzeştikçe, aralarındaki siyasal mesafe kapandıkça ve siyaseti bürokratik yönetim meselesine indirgedikçe kan kaybettiler.

Aynı partiler toplumun kimlik eksenli taleplerine anlamlı politikalarla cevap vermekten ziyade ya onlardan sakınmayı tercih ettiler ya da bu başlıkta popülist partilerin söylem ve siyaset setini benimsediler. Her iki yaklaşım da popülizme ve aşırıcı partilere daha fazla zemin kazandırdı. Veya ana akım partilerin içindeki aşırıcı uçların önünü daha fazla açtı. Batı’da merkez sağ veya merkez sol partiler uzun bir süredir böylesi bir döngünün içerisinde siyaset yapıyorlar.

Popülist dalganın en önemli başarılarından birisi, çoğunluklara mağduriyet fikrini aşılamak oldu. Misalen, Trump’ın Amerikalılara (özellikle de beyaz Amerikalılara) aşıladığı en temel fikirlerin başında, yükünü çektikleri uluslararası düzen ile kurumların mağdurlarına dönüştükleri düşüncesi geliyor.

Kimlik siyasetinin küresel ölçekte yükselişinin en bariz örneklerine Amerika’da Trump’ın seçimi ve İngiltere’de Brexit hadisesinde şahit olduk. Kimlik siyasetinin başka bir ifadesi, Bulgar düşünür İvan Krastev’in global siyasette “çoğunlukların yükselişi” ifadesinde de kendisini buluyor. Popülist dalganın en önemli başarılarından birisi çoğunluklara mağduriyet fikrini aşılamak oldu. Misalen, Trump’ın Amerikalılara (özellikle de beyaz Amerikalılara) aşıladığı en temel fikirlerin başında, yükünü çektikleri uluslararası düzen ile kurumların mağdurlarına dönüştükleri düşüncesi geliyor. Trump’ın, bugünkü zenginliklerini Amerika’ya borçlu olduğunu iddia ettiği Avrupalılar ile Çinlilerin izledikleri siyasetle Amerika’yı dezavantajlı ve mağdur konumuna soktuğu düşüncesi seçmenleri nezdinde epey karşılık buluyor. Yine, Trump’ın bu ‘tarihsel ve yapısal adaletsizliği’ düzeltmeye dönük söylem ve taahhütleri de Amerikan toplumu nezdinde benzeri ölçüde bir desteğe mazhar oluyor.

Kişi merkezli siyasetin yükselişi

Aşırıcı partilerin yükselişinin yanı sıra ana akım partilerin düşüşü, siyasetin daha fazla şahsileşmesi ve kişi merkezli bir yöne evrilmesine yol açıyor. Siyaset fazlasıyla şahıs veya lider-merkezli bir hal alıyor. Zaten popülist dalga en bariz ifadesini siyasal partilerden ziyade siyasal şahsiyetler veya siyasal yüzlerde ifadesini buluyor. Bunu İngiltere’deki Brexit meselesinde net bir şekilde gördük.

Boris Johnson veya Nigal Farage örneklerinde olduğu gibi, Brexit kampının net yüzü veya yüzleri olmasına rağmen, Brexit karşıtı kamp daha anonim bir yapıya sahipti. Siyasette, siyasal pozisyonların net siyasal yüzler üzerinden temsil edilmesi onların toplumsallaşmasını kolaylaştıran bir işlev görüyor.

Gri alan siyasetinin limitleri

Yukarıdaki mevzubahis trendler gri alanda yapılan siyasetin de sınırlarına geldiğimizi gösteriyor. Epey bir süredir ana akım partiler popülist parti ve aktörlerle genellikle onların söylem setinin daha yumuşak veya daha gri versiyonunu kullanarak mücadele etmeye çalışıyorlar. Bu strateji ana akım partilerin daha fazla erimelerine yol açıyor.

Almanya’da Hristiyan Demokratların, fakat özellikle de Sosyal Demokratların, yaşadığı bunu teyit ediyor. Her iki parti de zemin kaybediyor. Buna karşın, aşırı sağ siyasete karşı daha açıktan tutum takınan Yeşiller ise hem Avrupa Parlamentosu seçimlerinde hem de Almanya’da daha fazla zemin kazanıyor. Örneğin siyasal kimlikçiliğin ve yabancı düşmanlığının ciddi ölçekte yükselişte olduğu bir dönemde, Yeşiller’in Almanya’nın büyükşehirlerinden Hannover’de belediye seçimlerine Türkiye kökenli bir adayla girip kazanması, bu popülist dalgayla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair bize epey veri sunuyor. Popülizmle onun gri versiyonunu sahneye sürerek mücadele edemezsiniz.

Siyasal kimlikçiliğin ve yabancı düşmanlığının ciddi ölçekte yükselişte olduğu bir dönemde, Yeşiller’in Almanya’nın büyükşehirlerinden Hannover’de belediye seçimlerine Türkiye kökenli bir adayla girip kazanması, bu popülist dalgayla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair bize epey veri sunuyor.

Bu durum, Türkiye’de siyasal sahneye çıkan veya çıkmaya hazırlanan hareketlere de çıkarmaları gereken dersler sunuyor. İktidar veya muhalefetin icra ettiği siyasetin biraz daha gri versiyonunu topluma sunarak siyasal farklılık veya toplumsal karşılık üretmeleri pek olası olmaz.

İç siyasette yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra, aşağıdaki trendler uluslararası ilişkilerle siyaseti yeniden tanımlıyorlar. Bu her iki alanda gelişen trendler ise birbirlerini tahkim eden bir işlev görüyor.

Çin – ABD rekabetinin dinamikleri

ABD – Çin rekabeti bundan sonra global siyasetin ana seyrini tayin edecek. Buradaki rekabet ve mücadele küresel siyaset, ekonomi ve jeopolitiğin bundan sonraki evresinin ana hatlarını şekillendirecek gibi duruyor. Hem ABD hem AB hem de NATO Çin’i sistemik rakip olarak tanımladı.

Genelde Batı, özelde ise ABD’nin Çin’le giriştiği sistemik rekabetin mahiyeti, ABD’nin daha önce Sovyetler Birliği’yle giriştiği mücadeleden bir hayli farklı. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, Çin, herhangi bir ideoloji veya siyasal sistem ihracı işine girmiyor. Sovyetler siyasal/ideolojik olarak yayılmacı, ekonomik olarak korumacı/kapalıyken; Çin ise iktisadi alanda yayılmacı, siyaseten/ideolojik olarak korumacı ve özgüvensiz. Zaten, Çin, siyasal açılımlar yapmadan ekonomik kalkınmayı sağlayarak ve bunun üzerinde de göreceli olarak bir toplumsal rıza üreterek otoriter rejimler için cazip bir model sunuyor. Önümüzdeki dönemde bu modelin sürdürülebilirliği daha fazla test edilecek.

Yine, Çin, mevcut dünya düzenine meydan okumaktan ziyade bu düzenin imkânlarından, kurumlarından ve kurallarından bu düzenin yaratıcılarından dahi daha iyi bir şekilde yararlanabileceğini ortaya koyuyor. Bu durum da hem ABD’de hem de çeşitli Avrupa ülkelerinde Çin’e dair ciddi rahatsızlıkların oluşmasına ve ticarette korumacı bir reaksiyonun gelişmesine yol açıyor.

Çin’in yükselişine cevaben, ABD’nin Avrupa, Ortadoğu gibi bölgelere hasrettiği enerji ve yatırımlarını göreceli olarak azaltıp onları Asya Pasifik’e yönlendirdiğine tanık oluyoruz. Popülist dalganın yarattığı tahribata ilaveten, ABD’nin yoğunluğunu bu şekilde Asya-Pasifik bölgesine kaydırması, son yıllarda Batı ittifakının Avrupa – Amerika bileşenleri arasındaki makasın daha fazla açılmasına yol açıyor. Fakat ABD’nin Çin ile rekabetinin temel başlığını ekonominin oluşturması ve Avrupa’nın da Çin’in en büyük iktisadi partneri olması önümüzdeki dönemde ABD ile Avrupa’yı birbirlerine tekrardan daha fazla yakınlaştırabilir.

Neo-emperyal rekabet

Tabii ki Çin – ABD rekabeti aynı zamanda jeopolitik bir rekabet. Hususen Asya’da fakat umumen de dünyanın birçok bölgesinde bu jeopolitik rekabetin izlerine rastlıyoruz. Çin gücünü konsolide ettikçe sadece bir süper güç olarak kalmayıp aynı zamanda bir süper güç gibi davranmaya başlıyor.

Rusya’nın uluslararası siyasetteki aktivizm ve revizyonizmine paralel olarak Çin’in de daha fazla bir süper güç gibi hareket etmesi, dünya siyasetinde jeopolitik merkezli okumaların daha fazla yapılması, nüfuz alanı, güç projeksiyonu, ileri savunma doktrinleri ve büyük güçler rekabeti gibi kavramların daha fazla telaffuz edilmesine yol açıyor. Bu haliyle de (yukarıdaki başlıklarla birlikte düşündüğümüzde) ABD – Çin (tabii ki Rusya ve Hindistan gibi ülkeler de dâhil olmak üzere) rekabeti 20. yüzyılın ideolojik/sistemik rekabetinden ziyade 19. yüzyılın emperyal rekabetlerini daha fazla andırıyor. Yani gücün sadece dikey olarak derinleşmediği, yatay olarak genişlemeye ve yayılmaya meyyal olduğu dönem…

Bölgesel güçlerin yükselişi

Yine Çin’in (tabii ki Rusya’nın da) global siyasetteki etkinliği ve payının bu şekilde artması, hem bölgelerin hem de bölgesel aktörlerin küresel siyasetteki anlamlarının değişmesine yol açıyor.

Bölgesel aktörlerin kendi bölgelerinin kaderlerini tayin etmedeki paylarında bir artış yaşanıyor. Bu durum, sadece Çin’in kendisinin arka bahçesi olarak gördüğü Güneydoğu Asya veya Güney Çin Denizi gibi alanlarla sınırlı olmayıp daha genel bir trendi yansıtıyor. Aynı trend, bölgesel güçlerin ABD başta olmak üzere diğer küresel güçlerle kurdukları ilişkilerin içeriğini ve sistematiğini de yeniden tanımlıyor.

Türkiye’nin ABD ile yaşadığı sorunlar ile statü krizi aslında birçok başka bölgesel gücün küresel partneriyle yaşadığı veya yaşayacağı sorunlarla benzerlik teşkil ediyor.

Türkiye’nin ABD ile yaşadığı sorunlar ile statü krizi aslında birçok başka bölgesel gücün küresel partneriyle yaşadığı veya yaşayacağı sorunlarla benzerlik teşkil ediyor.

Bölgesel aktörler küresel siyasetin çok kutuplu hale gelmesinin kendilerinin küresel partnerleriyle ilişkilerinde ellerini güçlendirdiklerini düşünüyorlar. Dünyanın farklı güç merkezleriyle ilişkileri derinleştirebilme opsiyonunun kendilerine daha fazla hareket serbestisi kazandıracaklarını öngörüyorlar. Fakat Amerika’nın müttefiklerini kendisi ile yükselen küresel aktörler arasında bir tercihe zorlaması, bölgesel aktörler için ciddi bir meydan okumasına dönüşüyor. Buna karşın, Çin ve bir nebze Rusya, aynı bölgesel aktörlere böylesi bir tercih yapmak zorunda olmadıklarını salık veriyorlar.

Batı vazgeçilmez mi?

Batılı ülkelerin birçok bölgesel müttefiki yeni güç merkezleriyle yakın ilişkiler geliştirmeye çalışarak Batı’dan değil “Batı’nın vazgeçilmezliği fikrinden” vazgeçiyorlar.

Benzer şekilde Türkiye başlığına bakacak olursak, buradaki temel sorun, Türkiye’nin Batı-dışı dünya ile geliştirdiği ilişkileri Batı’yla olan tarihsel ve kurumsal ilişkilerine ilave olarak kabullenmekten ziyade, neredeyse bu partnerliklerini adeta Batı’yla sahip olduğu ittifakın (her ne kadar içi epey boşalmış olsa da ) pahasına yapıyor bir görüntü sergilemesidir. Bu durum da Türkiye’nin bu ilişkilerden umut ettiği daha otonom bir aktör olma arzusunun altını boşaltıyor.

Velhasıl, epey bir süredir hem iç siyasal düzenleri hem de global siyaseti şekillendiren bu trendler 2020 dünyası ve ötesine boyasını çalmaya devam edecek gibi görünüyorlar.

Twitter: @GalipDalay

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Ocak 2020’de yayımlanmıştır.

Galip Dalay
Galip Dalay
Galip Dalay - Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı olarak çalışan Dalay, aynı zamanda Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını sürdürüyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Dünya neyin şafağında?

Dünyanın içinden geçtiği ara dönem bitince gerçekten “yeni” başlayacak mı? Siyasette yeni dönemi belirleyecek üç global trend ne? ABD-Çin rekabeti tüm dünyayı nasıl dönüştürüyor? Popülizmi aşmanın yolu ne? Bu yeni dönemde Türkiye’yi bekleyen tehlike nedir?

“Bir dönem kapanıyor” tespiti global siyasetin yaygın kanaatlerinden birine dönüşüyor.

ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger, 2018 yılında Financial Times’ta ABD Başkanı Donald Trump gibi aktörlerin tarihin belli zaman dilimlerinde gelen ve bir dönemin bitişini temsil eden figürler olduğunu belirtiyordu. Eğer bu tez isabetliyse, o zaman nasıl bir döneme giriyoruz?

Bu soruya Fransa’nın bir önceki Washington Büyükelçisi Gerard Araud’un Libya bağlamında yaşanan gelişmelere de atıfla sosyal medyadaki paylaşımı kısmi bir cevap niteliğindeydi. Her analojinin yaşadığı doğal kısıtların akılda tutulması kaydıyla, Araud, o paylaşımda önümüzdeki dönemin uluslararası ilişkilerini anlamak için 1815 – 1914 arası döneme yakından bakılmasını salık veriyordu. Yani emperyal döneme, büyük güçler rekabetinin uluslararası siyasetin temelini oluşturduğu yüzyıllık kesite…. Bu, geleceği geçmiş üzerinden okuma, 21. yüzyılın kodlarını 19. yüzyılın siyasetinde arama yaklaşımı son dönemlerde epey revaçta olan bir trendi temsil ediyor.

Bir dönemin sona erdiğini salık veren ve yeni bir döneme adım attığımızı öngören bu her iki bakış açısının da isabetliliği tartışılabilir, küresel siyasette yaşananlara dair nüansları ıskaladıkları da iddia edilebilir.

Fakat şu artık açık ki, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk on yıllarına damgasını vuran beklentilerin, gelecek projeksiyonlarının ve siyaset okumalarının sınırlarına geliyoruz. Bu da bir dönemin kapanmakta olduğu tespitini haklı bir zemine oturtuyor. Buna karşın, içinde geçtiğimiz evrenin bir ‘ara dönemi’ mi yoksa ‘yeni bir dönemi’ mi temsil ettiği ise tartışmalı. Yaşananlar, bir ara dönemden geçtiğimize işaret ediyor. Fakat, bugünün siyasal trendlerinden rahatsız olan birçok analist veya entelektüelin ifade ettiği -daha doğru bir ifadeyle ümit ettiği- gibi bu ara dönem kapandığında eskiye dönmeyeceğiz.

Fikirsel temelleri, siyasal yapıları, iktisadi modelleri ve kurumsal çerçevesiyle eskinin, her ne demek ise, eski formunda geri gelmesi pek olası değil artık. Fakat muhtemelen bu ara dönemden sonra gireceğimiz zaman dilimi, bu dönemin karşıtı da olmayacak. Bilakis bu dönemden epey elementi içerecek.

Yeni dönem gerçekten ‘yeni’ olabilecek mi?

Fikirsel temelleri, siyasal yapıları, iktisadi modelleri ve kurumsal çerçevesiyle eskinin, her ne demek ise, eski formunda geri gelmesi pek olası değil artık. Fakat muhtemelen bu ara dönemden sonra gireceğimiz zaman dilimi, bu dönemin karşıtı da olmayacak. Bilakis bu dönemden epey elementi içerecek. Yani bu dönemin sembol isimleri olan Donald Trump, İngiltere Başbakanı Boris Johnson, İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılmasını savunan Brexit Partisi’nin lideri, göçmen karşıtı, aşırı sağcı Nigel Farage, Hollanda’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders, Macaristan Başbakanı Viktor Orban veya Hindistan Başbakanı Narendra Modi gibi aktörleri geride bıraktığımızda, onların temsil ettiği siyasal veya toplumsal tahayyülleri de geride bırakmış olmayacağız.

Tam aksine, bu siyasal tahayyüller bundan sonraki siyasetin içeriğine de düşünce dünyasına da boyasını çalacak. Nihayetinde, bu dönemi sadece mevzubahis aktörler ortaya çıkarmadı. Aksine, uzun süredir dünyada güçlenen dip dalga bu aktörleri doğurdu. Bu nedenle, aktör merkezli analizler ve stratejiler bu aktörleri doğuran trendleri ıskalama riskine sahip. Hatta, orantısız bir şekilde mevzubahis aktörleri merkeze alarak yapılan siyasal okumalarla izlenen siyasal stratejiler, bu aktörlerin siyasal ömürlerini uzatan bir işlev görebilirler. Somutlaştıracak olursak, Trump üzerinden Amerikan siyasetini okumaktan ziyade Amerikan siyaseti ve toplumu üzerinden Trump’ı okumalıyız.

2020’de dünyayı şekillendirecek global trendler

Bu nedenle global siyasetin bugününe rengini veren trendlerin isabetli bir tespitinin yapılması gerekir. Bu bağlamda, epey bir süredir hem iç siyasal düzenleri hem de global siyaseti şekillendiren ana trendler 2020’ler dünyasını da şekillendirmeye namzet görünüyorlar.

İç siyasal düzenler başlığında yaşanan gelişmelere baktığımızda, üç trend, Batı başta olmak üzere, dünyanın birçok yerindeki demokrasilere (ne kadar kusurlu olduklarından bağımsız olarak) dönüştürücü etkilerde bulunmaya devam edecek;

  • Ana akım partilerin kan kaybedişi
  • Kişi merkezli siyasetin yükselişi
  •  Gri alan siyasetinin sınırlarına erişilmeli

Ana akım partilerin gerilemesi

Ana akım partilerin zemin kaybı uzun süredir yaşanan bir vakıa. Bu ana akım partiler birbirlerine benzeştikçe, aralarındaki siyasal mesafe kapandıkça ve siyaseti bürokratik yönetim meselesine indirgedikçe kan kaybettiler.

Aynı partiler toplumun kimlik eksenli taleplerine anlamlı politikalarla cevap vermekten ziyade ya onlardan sakınmayı tercih ettiler ya da bu başlıkta popülist partilerin söylem ve siyaset setini benimsediler. Her iki yaklaşım da popülizme ve aşırıcı partilere daha fazla zemin kazandırdı. Veya ana akım partilerin içindeki aşırıcı uçların önünü daha fazla açtı. Batı’da merkez sağ veya merkez sol partiler uzun bir süredir böylesi bir döngünün içerisinde siyaset yapıyorlar.

Popülist dalganın en önemli başarılarından birisi, çoğunluklara mağduriyet fikrini aşılamak oldu. Misalen, Trump’ın Amerikalılara (özellikle de beyaz Amerikalılara) aşıladığı en temel fikirlerin başında, yükünü çektikleri uluslararası düzen ile kurumların mağdurlarına dönüştükleri düşüncesi geliyor.

Kimlik siyasetinin küresel ölçekte yükselişinin en bariz örneklerine Amerika’da Trump’ın seçimi ve İngiltere’de Brexit hadisesinde şahit olduk. Kimlik siyasetinin başka bir ifadesi, Bulgar düşünür İvan Krastev’in global siyasette “çoğunlukların yükselişi” ifadesinde de kendisini buluyor. Popülist dalganın en önemli başarılarından birisi çoğunluklara mağduriyet fikrini aşılamak oldu. Misalen, Trump’ın Amerikalılara (özellikle de beyaz Amerikalılara) aşıladığı en temel fikirlerin başında, yükünü çektikleri uluslararası düzen ile kurumların mağdurlarına dönüştükleri düşüncesi geliyor. Trump’ın, bugünkü zenginliklerini Amerika’ya borçlu olduğunu iddia ettiği Avrupalılar ile Çinlilerin izledikleri siyasetle Amerika’yı dezavantajlı ve mağdur konumuna soktuğu düşüncesi seçmenleri nezdinde epey karşılık buluyor. Yine, Trump’ın bu ‘tarihsel ve yapısal adaletsizliği’ düzeltmeye dönük söylem ve taahhütleri de Amerikan toplumu nezdinde benzeri ölçüde bir desteğe mazhar oluyor.

Kişi merkezli siyasetin yükselişi

Aşırıcı partilerin yükselişinin yanı sıra ana akım partilerin düşüşü, siyasetin daha fazla şahsileşmesi ve kişi merkezli bir yöne evrilmesine yol açıyor. Siyaset fazlasıyla şahıs veya lider-merkezli bir hal alıyor. Zaten popülist dalga en bariz ifadesini siyasal partilerden ziyade siyasal şahsiyetler veya siyasal yüzlerde ifadesini buluyor. Bunu İngiltere’deki Brexit meselesinde net bir şekilde gördük.

Boris Johnson veya Nigal Farage örneklerinde olduğu gibi, Brexit kampının net yüzü veya yüzleri olmasına rağmen, Brexit karşıtı kamp daha anonim bir yapıya sahipti. Siyasette, siyasal pozisyonların net siyasal yüzler üzerinden temsil edilmesi onların toplumsallaşmasını kolaylaştıran bir işlev görüyor.

Gri alan siyasetinin limitleri

Yukarıdaki mevzubahis trendler gri alanda yapılan siyasetin de sınırlarına geldiğimizi gösteriyor. Epey bir süredir ana akım partiler popülist parti ve aktörlerle genellikle onların söylem setinin daha yumuşak veya daha gri versiyonunu kullanarak mücadele etmeye çalışıyorlar. Bu strateji ana akım partilerin daha fazla erimelerine yol açıyor.

Almanya’da Hristiyan Demokratların, fakat özellikle de Sosyal Demokratların, yaşadığı bunu teyit ediyor. Her iki parti de zemin kaybediyor. Buna karşın, aşırı sağ siyasete karşı daha açıktan tutum takınan Yeşiller ise hem Avrupa Parlamentosu seçimlerinde hem de Almanya’da daha fazla zemin kazanıyor. Örneğin siyasal kimlikçiliğin ve yabancı düşmanlığının ciddi ölçekte yükselişte olduğu bir dönemde, Yeşiller’in Almanya’nın büyükşehirlerinden Hannover’de belediye seçimlerine Türkiye kökenli bir adayla girip kazanması, bu popülist dalgayla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair bize epey veri sunuyor. Popülizmle onun gri versiyonunu sahneye sürerek mücadele edemezsiniz.

Siyasal kimlikçiliğin ve yabancı düşmanlığının ciddi ölçekte yükselişte olduğu bir dönemde, Yeşiller’in Almanya’nın büyükşehirlerinden Hannover’de belediye seçimlerine Türkiye kökenli bir adayla girip kazanması, bu popülist dalgayla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair bize epey veri sunuyor.

Bu durum, Türkiye’de siyasal sahneye çıkan veya çıkmaya hazırlanan hareketlere de çıkarmaları gereken dersler sunuyor. İktidar veya muhalefetin icra ettiği siyasetin biraz daha gri versiyonunu topluma sunarak siyasal farklılık veya toplumsal karşılık üretmeleri pek olası olmaz.

İç siyasette yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra, aşağıdaki trendler uluslararası ilişkilerle siyaseti yeniden tanımlıyorlar. Bu her iki alanda gelişen trendler ise birbirlerini tahkim eden bir işlev görüyor.

Çin – ABD rekabetinin dinamikleri

ABD – Çin rekabeti bundan sonra global siyasetin ana seyrini tayin edecek. Buradaki rekabet ve mücadele küresel siyaset, ekonomi ve jeopolitiğin bundan sonraki evresinin ana hatlarını şekillendirecek gibi duruyor. Hem ABD hem AB hem de NATO Çin’i sistemik rakip olarak tanımladı.

Genelde Batı, özelde ise ABD’nin Çin’le giriştiği sistemik rekabetin mahiyeti, ABD’nin daha önce Sovyetler Birliği’yle giriştiği mücadeleden bir hayli farklı. Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, Çin, herhangi bir ideoloji veya siyasal sistem ihracı işine girmiyor. Sovyetler siyasal/ideolojik olarak yayılmacı, ekonomik olarak korumacı/kapalıyken; Çin ise iktisadi alanda yayılmacı, siyaseten/ideolojik olarak korumacı ve özgüvensiz. Zaten, Çin, siyasal açılımlar yapmadan ekonomik kalkınmayı sağlayarak ve bunun üzerinde de göreceli olarak bir toplumsal rıza üreterek otoriter rejimler için cazip bir model sunuyor. Önümüzdeki dönemde bu modelin sürdürülebilirliği daha fazla test edilecek.

Yine, Çin, mevcut dünya düzenine meydan okumaktan ziyade bu düzenin imkânlarından, kurumlarından ve kurallarından bu düzenin yaratıcılarından dahi daha iyi bir şekilde yararlanabileceğini ortaya koyuyor. Bu durum da hem ABD’de hem de çeşitli Avrupa ülkelerinde Çin’e dair ciddi rahatsızlıkların oluşmasına ve ticarette korumacı bir reaksiyonun gelişmesine yol açıyor.

Çin’in yükselişine cevaben, ABD’nin Avrupa, Ortadoğu gibi bölgelere hasrettiği enerji ve yatırımlarını göreceli olarak azaltıp onları Asya Pasifik’e yönlendirdiğine tanık oluyoruz. Popülist dalganın yarattığı tahribata ilaveten, ABD’nin yoğunluğunu bu şekilde Asya-Pasifik bölgesine kaydırması, son yıllarda Batı ittifakının Avrupa – Amerika bileşenleri arasındaki makasın daha fazla açılmasına yol açıyor. Fakat ABD’nin Çin ile rekabetinin temel başlığını ekonominin oluşturması ve Avrupa’nın da Çin’in en büyük iktisadi partneri olması önümüzdeki dönemde ABD ile Avrupa’yı birbirlerine tekrardan daha fazla yakınlaştırabilir.

Neo-emperyal rekabet

Tabii ki Çin – ABD rekabeti aynı zamanda jeopolitik bir rekabet. Hususen Asya’da fakat umumen de dünyanın birçok bölgesinde bu jeopolitik rekabetin izlerine rastlıyoruz. Çin gücünü konsolide ettikçe sadece bir süper güç olarak kalmayıp aynı zamanda bir süper güç gibi davranmaya başlıyor.

Rusya’nın uluslararası siyasetteki aktivizm ve revizyonizmine paralel olarak Çin’in de daha fazla bir süper güç gibi hareket etmesi, dünya siyasetinde jeopolitik merkezli okumaların daha fazla yapılması, nüfuz alanı, güç projeksiyonu, ileri savunma doktrinleri ve büyük güçler rekabeti gibi kavramların daha fazla telaffuz edilmesine yol açıyor. Bu haliyle de (yukarıdaki başlıklarla birlikte düşündüğümüzde) ABD – Çin (tabii ki Rusya ve Hindistan gibi ülkeler de dâhil olmak üzere) rekabeti 20. yüzyılın ideolojik/sistemik rekabetinden ziyade 19. yüzyılın emperyal rekabetlerini daha fazla andırıyor. Yani gücün sadece dikey olarak derinleşmediği, yatay olarak genişlemeye ve yayılmaya meyyal olduğu dönem…

Bölgesel güçlerin yükselişi

Yine Çin’in (tabii ki Rusya’nın da) global siyasetteki etkinliği ve payının bu şekilde artması, hem bölgelerin hem de bölgesel aktörlerin küresel siyasetteki anlamlarının değişmesine yol açıyor.

Bölgesel aktörlerin kendi bölgelerinin kaderlerini tayin etmedeki paylarında bir artış yaşanıyor. Bu durum, sadece Çin’in kendisinin arka bahçesi olarak gördüğü Güneydoğu Asya veya Güney Çin Denizi gibi alanlarla sınırlı olmayıp daha genel bir trendi yansıtıyor. Aynı trend, bölgesel güçlerin ABD başta olmak üzere diğer küresel güçlerle kurdukları ilişkilerin içeriğini ve sistematiğini de yeniden tanımlıyor.

Türkiye’nin ABD ile yaşadığı sorunlar ile statü krizi aslında birçok başka bölgesel gücün küresel partneriyle yaşadığı veya yaşayacağı sorunlarla benzerlik teşkil ediyor.

Türkiye’nin ABD ile yaşadığı sorunlar ile statü krizi aslında birçok başka bölgesel gücün küresel partneriyle yaşadığı veya yaşayacağı sorunlarla benzerlik teşkil ediyor.

Bölgesel aktörler küresel siyasetin çok kutuplu hale gelmesinin kendilerinin küresel partnerleriyle ilişkilerinde ellerini güçlendirdiklerini düşünüyorlar. Dünyanın farklı güç merkezleriyle ilişkileri derinleştirebilme opsiyonunun kendilerine daha fazla hareket serbestisi kazandıracaklarını öngörüyorlar. Fakat Amerika’nın müttefiklerini kendisi ile yükselen küresel aktörler arasında bir tercihe zorlaması, bölgesel aktörler için ciddi bir meydan okumasına dönüşüyor. Buna karşın, Çin ve bir nebze Rusya, aynı bölgesel aktörlere böylesi bir tercih yapmak zorunda olmadıklarını salık veriyorlar.

Batı vazgeçilmez mi?

Batılı ülkelerin birçok bölgesel müttefiki yeni güç merkezleriyle yakın ilişkiler geliştirmeye çalışarak Batı’dan değil “Batı’nın vazgeçilmezliği fikrinden” vazgeçiyorlar.

Benzer şekilde Türkiye başlığına bakacak olursak, buradaki temel sorun, Türkiye’nin Batı-dışı dünya ile geliştirdiği ilişkileri Batı’yla olan tarihsel ve kurumsal ilişkilerine ilave olarak kabullenmekten ziyade, neredeyse bu partnerliklerini adeta Batı’yla sahip olduğu ittifakın (her ne kadar içi epey boşalmış olsa da ) pahasına yapıyor bir görüntü sergilemesidir. Bu durum da Türkiye’nin bu ilişkilerden umut ettiği daha otonom bir aktör olma arzusunun altını boşaltıyor.

Velhasıl, epey bir süredir hem iç siyasal düzenleri hem de global siyaseti şekillendiren bu trendler 2020 dünyası ve ötesine boyasını çalmaya devam edecek gibi görünüyorlar.

Twitter: @GalipDalay

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Ocak 2020’de yayımlanmıştır.

Galip Dalay
Galip Dalay
Galip Dalay - Robert Bosch Akademisi, Chatham House ve Brookings Enstitüsü Doha merkezinde araştırmacı olarak çalışan Dalay, aynı zamanda Oxford Üniversitesi Tarih bölümünde doktora çalışmalarını sürdürüyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x