Pandemi sonrası dünyayı düşünmek: Aklın emrettiği

Salgın sonrası dünyayı düşünürken hangi üç noktayı dikkate almalıyız? Salgından önce var olan hangi eğilimler güçlendi? Pandeminin hangi sonuçları kalıcı olacak? Kapitalizm ve demokrasi nereye doğru evrilebilir? Prof. İlter Turan yazdı.

Toplumlar her zaman, özellikle bir krizle karşılaştıkları zaman, ileriyi görmeye, gelecek için tahminlerde bulunmaya çalışırlar. İyi zamanlarda yapılan tahminler iyimser, kötü zamanlarda yapılan tahminler daha ihtiyatlı olur. Ancak tahminlerin yanılma olasılığı, geleceği doğru kestirme olasılığına her zaman baskın çıkmıştır. Büyük İktisadi Buhran öncesinde, en fakir Amerikalı bile hisse senedi satın alarak bir vade sonunda zengin olabilmeyi düşlüyordu. Sovyetlerin yıkılmasından sonra artık dünyaya liberal demokrasilerin egemen olacağını ve “tarihin sona erdiğini” iddia eden düşünceler ileri sürüldü. Sovyetlerin dağılacağını ise konunun uzmanları tahmin edememişti.

Şu anda dünya bir virüs salgını krizi yaşıyor. Nasıl baş edeceğimizden emin değiliz. Ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Salgın sona erdikten sonra bizi nasıl bir dünya bekliyor, onu kestirmeye çalışıyoruz. Daha berrak düşünebilmemiz için a) salgın öncesi zaten gelişmekte olan trendler, b) salgının doğurduğu sonuçlar ve c) salgın sonrası uzun vadede ortaya çıkacak gelişmeler arasında bir ayırım yapmak yararlı olabilir.

Salgın öncesi yükselen bazı trendler nelerdi?

Salgın çıkmadan dünyada gözlenebilen bazı trendler vardı. Ben bunlardan üçünün özellikle önemli olduğunu düşünüyorum: Dijital çağın ilerleyişi, şirketlerin işlevinin yeniden tanımlanması ve ulus devletin yeniden yükselişi. Bu üç alandaki gelişmeler, pandemiyle birlikte hızlanmış görünüyor.

Dijital çağın ilerleyişi

İlk gelişme, bilgi teknolojilerinin toplumsal hayatın her alanında kazandığı yaygın kullanımı ve bunun iş görme biçimlerimizi değiştirmesidir. Aslında şirketlerin, üniversitelerin ve hatta devlet dairelerinin işlerinin önemli bir bölümünü dijital araçlarla sanal olarak yürütebileceği bir süredir ufukta görünmüştü. Bazı firmalar haftada bir gün memurlarının evlerinden internet kullanarak çalışmasını deniyor, çok uluslu şirketler yönetim kurullarını bazen sanal olarak topluyor, üniversiteler internet üzerinden dersler düzenliyor (hatta internet üniversiteleri açılıyor), eskiden devlet dairelerine giderek yapmak zorunda olduğumuz birçok işlemi evimizden ya da büromuzdan kolayca yapabiliyorduk. Korona salgını, bir deney olarak nitelendirebileceğimiz bu girişimlerin önünü iyice açmış, riskleri ne olursa olsun, dijitalleşmeyi büyük çapta denemek için büyük bir fırsat yaratmıştır.

Özetlediğimiz deneylerin etkilerinin kriz sonrasına taşınacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Örneğin şirketler, günümüze göre daha fazla sayıda çalışanının evinden çalışmasını düzenleyebilecek, böylece mekândan, iş yerine ulaşımdan, iş yerinde yemek türünden kalemlerden tasarruf etmeyi deneyeceklerdir. Aynı eğilim, kısmi zamanlı çalışmayı da kolaylaştıracaktır.

Benzer bir gelişmenin öğretim alanında da görülmesi beklenebilir. İnternetin sunduğu imkânların öğretimde daha fazla kullanılması, böylelikle öğretilecek standart derslerin çok sayıda öğrenciye nitelikleri üstün bir hoca tarafından sunulmasını mümkün olacak, aynı dersin çok sayıda kurumda yüzlerce farklı hoca tarafından verilmesinden vazgeçilebilecektir. Bugüne kıyasla devletle ilgili çok daha fazla sayıda işlemin de dijital olanakları kullanarak gerçekleştirilmesi mümkün olacaktır. Birçok toplantının sanal olarak sorunsuz yapılabildiğinin görülmesi, büyük olasılıkla toplantılara katılmak için seyahat gereğini azaltacaktır. Toplantıların daha kolay düzenlenebilmesi, daha sık toplantılar aracılığıyla her türlü paydaşa danışmaya olanak veren daha demokratik yönetim üsluplarının gelişmesine zemin oluşturabilir.

Pürüzsüz de değil

Bu bekleyişleri sıralarken, bir hususu gözden kaçırmamak önemlidir. Her değişimden kazananlar olduğu gibi, kaybedenler de olacaktır. Dolayısıyla, işaret ettiğim gelişmelerin hepsinin pürüzsüz olarak ilerlemesini beklememeliyiz. Daha yakından tanıdığım öğretim alanından bir örnek vermek gerekirse, dijital dersler sonunda kendilerinin işsiz kalacaklarından çekinen, yeterince donanımlı olmadıklarının ortaya çıkacağından korkan, kendi ideolojilerini öğrenciye aşılama fırsatının elden gittiğini düşünen ya da samimi olarak yeni yöntemlere ilişkin çeşitli tereddütleri olanların, insanlık tarihinin her aşamasında olduğu gibi, bu dönemde de değişime direnmeleri söz konusu olacaktır. Kanımca bu tür karşı koymalar gidişi yavaşlatabilir ama değiştiremezler.

Şirketlerin toplumsal işlevinin yeniden tanımlanması

Salgın öncesi diğer önemli bir gelişme, şirketlerin toplumsal işlevlerinin sorgulanmaya başlanmış olmasıydı. Tarihi olarak, piyasa ekonomisi kurallarına göre çalışan şirketlerin birincil amacı, kârlarını azami düzeyde tutmak olarak tanımlanmıştır. Son yıllarda özellikle büyük şirketlerin gelecekte de içinde yaşayacakları ortamı inşa etmek ve korumaktan kaçınarak dar çerçeveli ve kısa vadeli bir kâra odaklanma yaklaşımını benimsemelerinin “liberal düzenin” sürdürülebilirliğini zorlaştıracağını kestirdikleri ve farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalıştıkları görülüyordu. Yeni yaklaşıma göre, şirketlerin hissedarları yanında çalışanı, müşterileri, faaliyetlerinin coğrafi alanı, içinde yer aldıkları toplum gibi paydaşları vardı. Faaliyetlerini düzenlerken bu paydaşların çıkarlarını gözetmek mecburiyetindeydiler. Örneğin iklimin korunmasına daha fazla önem verilmeli, sağlık, eğitim ve benzeri alanlara daha fazla katkıda bulunulmalıydı.

Pandemi şirketlere bu yeni yaklaşımı destekleyen bir ortam oluşturmuş, geliştirilmesi ve kapsamının genişletilmesine ihtiyaç duyulacağını göstermiştir. Şirket yönetimlerine sadece kısa vadede en yüksek getiriyi sağlamak yönündeki hissedar baskısı hafiflemiştir. Gelecekte şirketlerin tüm paydaşlarına karşı daha fazla duyarlılık sergileyen yaklaşımları sürdürmeleri yönündeki baskılar ise yoğunlaşacaktır.

Ulus devletin yeniden yükselişi

İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra rakipsiz kalan neo-liberal yaklaşım sahipleri, malların ve sermayenin (her nedense emek değil) dünyada serbest dolaşımını sağlayan bir yapılaşmanın savunuculuğunu yaptılar. Küreselleşme günün moda deyimi oldu. Artık dünya ulus devletlerin böldüğü bir coğrafya olmaktan uzaklaşacak, karşılıklı bağımlılığın nitelendirdiği, bütünleşmiş bir yapıya kavuşacaktı. Ancak son yıllarda küreselleşmenin bu düşüncenin mimarlığını yapan ve bu süreçten birçok bakımdan kazançlı ülkeler açısından dahi bir dizi ciddi sorun yarattığı ortaya çıktı. Bunun en canlı örneğini Birleşik Devletler’de buluyoruz. Çoğu sanayi ürününün Amerika’da imalinin pahalı olması, ithalatı teşvik edip, Amerikan sanayi kuruluşlarının kapanması ile sonuçlanınca, ‘Amerika’yı tekrar büyük yapacağım’ vaadiyle bu gelişmeyi durduracağını beyan eden Başkan Donald Trump siyasete hâkim oldu. Trump sadece ithal mallarına değil, Amerika’nın birçok alanda işgücü ihtiyacını karşılayan göçe de karşı vaziyet aldı. Ülkesini uluslararası alanda iş birliğinin önderi konumundan, kendi dar çıkarını kollayan bir ülke konumuna getirdi.

Ulus devletin küreselleşme çerçevesinde azalan müdahale alanlarını geri kazanması yönünde gayret eden tek ülke herhalde ABD değildir. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ni terk etmesini, Rusya’nın Ukrayna’dan toprak almasını da herhalde aynı sürecin başka tezahürleri olarak değerlendirmek gerekir.

Ülkelerin pandemi karşısındaki tavırları, kural tanımaksızın kendi halkını korumak şeklinde tezahür etti. Kimi ülke başkasına giden mallara el koydu, kimi ülke vakit kaybetmeksizin giriş engelleri ihdas etti. Her ne kadar salgın süresince tüm aktörler, uluslararası işbirliğinin bu güçlükleri aşmakta vazgeçilmez olduğunu tedricen de olsa, idrak etmişlerse de, bunun salgın sonrasında uluslararası işbirliğinin yeniden arttırılması ve ortak sorunların uluslararası işbirliği ile çözüme bağlanması eğilimlerini güçlendireceğini beklemekte acele etmemek gerekmektedir. Şu anda ülkelerin arayışları daha ziyade kendi çözümlerini kendilerinin üretmesi yönündedir. ABD ise, olayın Çin tarafından başlatılan bir biyolojik mücadele olduğunu kanıtlamak peşindedir.

Salgın hangi sonuçları doğurdu?

Pandemi dünyada hızla yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle dünyanın en ileri ülkeleri oldukları kabul edilen ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin salgın karşısında sergilediği başarısızlık, sağlık sistemlerinin bu türden bir acil duruma ne kadar hazırlıksız olduklarını göstermiştir. Belki daha vahim olarak, kısa vadede tıbbi imkânlarını kolayca genişletemedikleri de ortaya çıkmıştır. Salgının yayılması iktisadi hayata darbe vururken, yayılmasını engellemeyi öngören tedbirler iktisadi hayatın daha da durgunlaşmasına yol açmaktadır. Hükümetler herkesi eve kapayarak yayılmayı önlemek ile insanların serbest dolaşmasına izin verip hastalığın yaygınlaşması pahasına ekonomiyi kurtarmak tercihleri arasında bocalamaktadır. Pandeminin ne zaman ve nasıl sona ereceği kestirilememektedir. Süre uzadıkça, salgının iktisadi maliyetinin artması, daha çok insanın işsiz kalması, şirketlerin iflas etmesi beklenmektedir.

Karşılaşılan felaketin üç alanda kalıcı sonucu olması beklenebilir. İlkin, devletlerin verdiği kamu sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi gerektiği belli olmuştur. Bir yandan sağlık kurum ve kadrolarının salgınlara karşı daha hazırlıklı olmalarının sağlanması gerekirken, diğer yandan hastalanan herkese sağlık hizmeti verilmesine müsait yapıların gelişmesi gerekmektedir. Bunun nasıl yapılacağı konusunda tek yol yoktur. Sağlık sisteminde özel girişimi ön planda tutmak ama herkesin sağlık sigortası sahibi olmasını sağlamak (Obamacare) veya devletin kurduğu bir ulusal sağlık sistemlerini güçlendirmek (İngiltere) ikinci bir yol olabilir. Başka çözümler de geliştirilebilir.

Felaketin ikinci sonucu, devletin iktisadi hayatı canlı tutmak ve çöküşü engellemek için çok aktif bir rol oynaması, kamu kaynaklarının özel teşebbüs dâhil herkesi kurtarması için kullanabileceğinin artık tartışmasız kabul görmesidir. Devletin iktisadi hayattaki rolünü sadece düzenleyiciliğe indirgeyen neo-liberal düşüncenin yenik düştüğünü kabul etmek gerekecektir. Bununla birlikte, bazen ileri sürüldüğü gibi, kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek şu an için doğrulanması için yeterli kanıt olmayan, fazla iddialı bir düşüncedir.

Salgının üçüncü sonucu, ülkelerin bir yandan uluslararası tedarik zincirlerini çeşitlendirerek tek ülkeye (özellikle Çin’e) bağımlı olmaktan uzaklaşmaları, diğer yandan tarım, ilaç sanayii gibi bazı alanlarda kendi kendine yeterli olmaya yönelmeleridir. Bu yaklaşımın muhtemel bir sonucu da Çin’den gelmek isteyen yatırımlara karşı daha ihtiyatlı bir yaklaşımın yaygınlık kazanmasıdır.

Uzun vadeli sonuçlar neler olabilir? Toplumsal müneccimlik işe yarar mı?

Yazımıza başlarken, toplumların karşılaştığı salgın, savaş, iktisadi çöküş gibi büyük olayların uzun vadeli sonuçlarını kestirmekte yanılma payının çok yüksek olacağını ifade etmiştim. Nitekim, bir önceki başlığı bitirirken yaşadığımız felaketin kapitalizmin sonunu getireceği değerlendirmelerini aceleci bulduğumu ifade ettim. Bazı değişimlere uğramasını beklemek daha gerçekçi olur ancak bu değişiklikler ne yönde olur, bu benim donanımımı aşan bir toplumsal müneccimliğe ihtiyaç gösteriyor.

Kapitalizmin geleceğine benzer bir tartışma da demokrasi ile ilgili olarak cereyan ediyor. Kriz esnasında devletin toplumsal hayata müdahale sınırlarının geliştiği muhakkak. Topluma ilişkin bilgi toplama, kaydetme olanaklarının genişletilmesi de tabii bulunuyor. Otoriter yönetimini güçlendirme arayışı içinde olan bazı liderlerin salgını vesile ederek yetkilerini arttırdıkları da görüldü. Acaba demokrasinin sonu mu geliyor? Ancak aynı gelişmeler, yerel yönetimlerin de güçlendirilmesi gibi merkezi hükümetin gücünü görece denetleyen bir başka sonuç daha doğuruyor. Öyleyse, salgından demokrasi güçlenerek mi çıkacak? Herhalde bir sentez oluşacak ama bu nasıl bir sentez olur, bilemiyoruz.

Değerlendirmemizi daha somut bir soruyla tamamlayayım. Acaba AB bu süreç sonunda zayıflar mı, dağılır mı, yoksa bu bunalımdan daha güçlenerek mi çıkar? Şu anda gördüklerimden yola çıkarak güçlenmez diyeceğim ama aklım bana toplumsal, ekonomik ve siyasal değişmenin uzun vadeli sonuçlarını tahmin etmeye kalkışmakta aceleci olmanın pek akıllıca bir girişim olmadığını emrediyor.

Twitter: @ilterturan9

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

İlter Turan
İlter Turan
Prof. İlter Turan - İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Emeritüs Profesör ve aynı üniversitenin eski rektörüdür. Uluslararası Siyasal Bilimler Derneği önceki dönem Genel Başkanıdır. Profesör Turan daha önceki dönemlerde İstanbul ve Koç üniversitelerinde ve konuk olarak aralarında California (Berkeley), Iowa, Arizona ve Oxford (Nuffield ve St. Anthony’s College) üniversitelerinin de bulunduğu muhtelif Amerikan ve İngiliz üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır. Türk siyasal hayatı ve dış politikası ve Mukayeseli Siyaset üzerinde Türkçe ve İngilizce yayınlanmış çok sayıda akademik çalışması bulunmaktadır. Dr. Turan muhtelif şirket ve vakıf yönetimlerinde görev yapmakta, şirketlere danışmanlık yapmakta ve Dünya gazetesindeki “Siyaset Penceresi” sütununda haftalık yazılar yazmaktadır. Tarsus Amerikan Koleji’nde okumuş, El Cerrito Lisesi’nden (1958, California) mezun olmuştur. Siyasal Bilimler Lisansını Oberlin Kolejinden (1962, Ohio), Yüksek Lisansını Columbia Üniversitesinden (1964, New York), Doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden (1966) almıştır. 1970’de doçent, 1976’da profesör olmuştur.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Pandemi sonrası dünyayı düşünmek: Aklın emrettiği

Salgın sonrası dünyayı düşünürken hangi üç noktayı dikkate almalıyız? Salgından önce var olan hangi eğilimler güçlendi? Pandeminin hangi sonuçları kalıcı olacak? Kapitalizm ve demokrasi nereye doğru evrilebilir? Prof. İlter Turan yazdı.

Toplumlar her zaman, özellikle bir krizle karşılaştıkları zaman, ileriyi görmeye, gelecek için tahminlerde bulunmaya çalışırlar. İyi zamanlarda yapılan tahminler iyimser, kötü zamanlarda yapılan tahminler daha ihtiyatlı olur. Ancak tahminlerin yanılma olasılığı, geleceği doğru kestirme olasılığına her zaman baskın çıkmıştır. Büyük İktisadi Buhran öncesinde, en fakir Amerikalı bile hisse senedi satın alarak bir vade sonunda zengin olabilmeyi düşlüyordu. Sovyetlerin yıkılmasından sonra artık dünyaya liberal demokrasilerin egemen olacağını ve “tarihin sona erdiğini” iddia eden düşünceler ileri sürüldü. Sovyetlerin dağılacağını ise konunun uzmanları tahmin edememişti.

Şu anda dünya bir virüs salgını krizi yaşıyor. Nasıl baş edeceğimizden emin değiliz. Ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Salgın sona erdikten sonra bizi nasıl bir dünya bekliyor, onu kestirmeye çalışıyoruz. Daha berrak düşünebilmemiz için a) salgın öncesi zaten gelişmekte olan trendler, b) salgının doğurduğu sonuçlar ve c) salgın sonrası uzun vadede ortaya çıkacak gelişmeler arasında bir ayırım yapmak yararlı olabilir.

Salgın öncesi yükselen bazı trendler nelerdi?

Salgın çıkmadan dünyada gözlenebilen bazı trendler vardı. Ben bunlardan üçünün özellikle önemli olduğunu düşünüyorum: Dijital çağın ilerleyişi, şirketlerin işlevinin yeniden tanımlanması ve ulus devletin yeniden yükselişi. Bu üç alandaki gelişmeler, pandemiyle birlikte hızlanmış görünüyor.

Dijital çağın ilerleyişi

İlk gelişme, bilgi teknolojilerinin toplumsal hayatın her alanında kazandığı yaygın kullanımı ve bunun iş görme biçimlerimizi değiştirmesidir. Aslında şirketlerin, üniversitelerin ve hatta devlet dairelerinin işlerinin önemli bir bölümünü dijital araçlarla sanal olarak yürütebileceği bir süredir ufukta görünmüştü. Bazı firmalar haftada bir gün memurlarının evlerinden internet kullanarak çalışmasını deniyor, çok uluslu şirketler yönetim kurullarını bazen sanal olarak topluyor, üniversiteler internet üzerinden dersler düzenliyor (hatta internet üniversiteleri açılıyor), eskiden devlet dairelerine giderek yapmak zorunda olduğumuz birçok işlemi evimizden ya da büromuzdan kolayca yapabiliyorduk. Korona salgını, bir deney olarak nitelendirebileceğimiz bu girişimlerin önünü iyice açmış, riskleri ne olursa olsun, dijitalleşmeyi büyük çapta denemek için büyük bir fırsat yaratmıştır.

Özetlediğimiz deneylerin etkilerinin kriz sonrasına taşınacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Örneğin şirketler, günümüze göre daha fazla sayıda çalışanının evinden çalışmasını düzenleyebilecek, böylece mekândan, iş yerine ulaşımdan, iş yerinde yemek türünden kalemlerden tasarruf etmeyi deneyeceklerdir. Aynı eğilim, kısmi zamanlı çalışmayı da kolaylaştıracaktır.

Benzer bir gelişmenin öğretim alanında da görülmesi beklenebilir. İnternetin sunduğu imkânların öğretimde daha fazla kullanılması, böylelikle öğretilecek standart derslerin çok sayıda öğrenciye nitelikleri üstün bir hoca tarafından sunulmasını mümkün olacak, aynı dersin çok sayıda kurumda yüzlerce farklı hoca tarafından verilmesinden vazgeçilebilecektir. Bugüne kıyasla devletle ilgili çok daha fazla sayıda işlemin de dijital olanakları kullanarak gerçekleştirilmesi mümkün olacaktır. Birçok toplantının sanal olarak sorunsuz yapılabildiğinin görülmesi, büyük olasılıkla toplantılara katılmak için seyahat gereğini azaltacaktır. Toplantıların daha kolay düzenlenebilmesi, daha sık toplantılar aracılığıyla her türlü paydaşa danışmaya olanak veren daha demokratik yönetim üsluplarının gelişmesine zemin oluşturabilir.

Pürüzsüz de değil

Bu bekleyişleri sıralarken, bir hususu gözden kaçırmamak önemlidir. Her değişimden kazananlar olduğu gibi, kaybedenler de olacaktır. Dolayısıyla, işaret ettiğim gelişmelerin hepsinin pürüzsüz olarak ilerlemesini beklememeliyiz. Daha yakından tanıdığım öğretim alanından bir örnek vermek gerekirse, dijital dersler sonunda kendilerinin işsiz kalacaklarından çekinen, yeterince donanımlı olmadıklarının ortaya çıkacağından korkan, kendi ideolojilerini öğrenciye aşılama fırsatının elden gittiğini düşünen ya da samimi olarak yeni yöntemlere ilişkin çeşitli tereddütleri olanların, insanlık tarihinin her aşamasında olduğu gibi, bu dönemde de değişime direnmeleri söz konusu olacaktır. Kanımca bu tür karşı koymalar gidişi yavaşlatabilir ama değiştiremezler.

Şirketlerin toplumsal işlevinin yeniden tanımlanması

Salgın öncesi diğer önemli bir gelişme, şirketlerin toplumsal işlevlerinin sorgulanmaya başlanmış olmasıydı. Tarihi olarak, piyasa ekonomisi kurallarına göre çalışan şirketlerin birincil amacı, kârlarını azami düzeyde tutmak olarak tanımlanmıştır. Son yıllarda özellikle büyük şirketlerin gelecekte de içinde yaşayacakları ortamı inşa etmek ve korumaktan kaçınarak dar çerçeveli ve kısa vadeli bir kâra odaklanma yaklaşımını benimsemelerinin “liberal düzenin” sürdürülebilirliğini zorlaştıracağını kestirdikleri ve farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalıştıkları görülüyordu. Yeni yaklaşıma göre, şirketlerin hissedarları yanında çalışanı, müşterileri, faaliyetlerinin coğrafi alanı, içinde yer aldıkları toplum gibi paydaşları vardı. Faaliyetlerini düzenlerken bu paydaşların çıkarlarını gözetmek mecburiyetindeydiler. Örneğin iklimin korunmasına daha fazla önem verilmeli, sağlık, eğitim ve benzeri alanlara daha fazla katkıda bulunulmalıydı.

Pandemi şirketlere bu yeni yaklaşımı destekleyen bir ortam oluşturmuş, geliştirilmesi ve kapsamının genişletilmesine ihtiyaç duyulacağını göstermiştir. Şirket yönetimlerine sadece kısa vadede en yüksek getiriyi sağlamak yönündeki hissedar baskısı hafiflemiştir. Gelecekte şirketlerin tüm paydaşlarına karşı daha fazla duyarlılık sergileyen yaklaşımları sürdürmeleri yönündeki baskılar ise yoğunlaşacaktır.

Ulus devletin yeniden yükselişi

İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra rakipsiz kalan neo-liberal yaklaşım sahipleri, malların ve sermayenin (her nedense emek değil) dünyada serbest dolaşımını sağlayan bir yapılaşmanın savunuculuğunu yaptılar. Küreselleşme günün moda deyimi oldu. Artık dünya ulus devletlerin böldüğü bir coğrafya olmaktan uzaklaşacak, karşılıklı bağımlılığın nitelendirdiği, bütünleşmiş bir yapıya kavuşacaktı. Ancak son yıllarda küreselleşmenin bu düşüncenin mimarlığını yapan ve bu süreçten birçok bakımdan kazançlı ülkeler açısından dahi bir dizi ciddi sorun yarattığı ortaya çıktı. Bunun en canlı örneğini Birleşik Devletler’de buluyoruz. Çoğu sanayi ürününün Amerika’da imalinin pahalı olması, ithalatı teşvik edip, Amerikan sanayi kuruluşlarının kapanması ile sonuçlanınca, ‘Amerika’yı tekrar büyük yapacağım’ vaadiyle bu gelişmeyi durduracağını beyan eden Başkan Donald Trump siyasete hâkim oldu. Trump sadece ithal mallarına değil, Amerika’nın birçok alanda işgücü ihtiyacını karşılayan göçe de karşı vaziyet aldı. Ülkesini uluslararası alanda iş birliğinin önderi konumundan, kendi dar çıkarını kollayan bir ülke konumuna getirdi.

Ulus devletin küreselleşme çerçevesinde azalan müdahale alanlarını geri kazanması yönünde gayret eden tek ülke herhalde ABD değildir. İngiltere’nin Avrupa Birliği’ni terk etmesini, Rusya’nın Ukrayna’dan toprak almasını da herhalde aynı sürecin başka tezahürleri olarak değerlendirmek gerekir.

Ülkelerin pandemi karşısındaki tavırları, kural tanımaksızın kendi halkını korumak şeklinde tezahür etti. Kimi ülke başkasına giden mallara el koydu, kimi ülke vakit kaybetmeksizin giriş engelleri ihdas etti. Her ne kadar salgın süresince tüm aktörler, uluslararası işbirliğinin bu güçlükleri aşmakta vazgeçilmez olduğunu tedricen de olsa, idrak etmişlerse de, bunun salgın sonrasında uluslararası işbirliğinin yeniden arttırılması ve ortak sorunların uluslararası işbirliği ile çözüme bağlanması eğilimlerini güçlendireceğini beklemekte acele etmemek gerekmektedir. Şu anda ülkelerin arayışları daha ziyade kendi çözümlerini kendilerinin üretmesi yönündedir. ABD ise, olayın Çin tarafından başlatılan bir biyolojik mücadele olduğunu kanıtlamak peşindedir.

Salgın hangi sonuçları doğurdu?

Pandemi dünyada hızla yayılma temayülü göstermiştir. Özellikle dünyanın en ileri ülkeleri oldukları kabul edilen ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin salgın karşısında sergilediği başarısızlık, sağlık sistemlerinin bu türden bir acil duruma ne kadar hazırlıksız olduklarını göstermiştir. Belki daha vahim olarak, kısa vadede tıbbi imkânlarını kolayca genişletemedikleri de ortaya çıkmıştır. Salgının yayılması iktisadi hayata darbe vururken, yayılmasını engellemeyi öngören tedbirler iktisadi hayatın daha da durgunlaşmasına yol açmaktadır. Hükümetler herkesi eve kapayarak yayılmayı önlemek ile insanların serbest dolaşmasına izin verip hastalığın yaygınlaşması pahasına ekonomiyi kurtarmak tercihleri arasında bocalamaktadır. Pandeminin ne zaman ve nasıl sona ereceği kestirilememektedir. Süre uzadıkça, salgının iktisadi maliyetinin artması, daha çok insanın işsiz kalması, şirketlerin iflas etmesi beklenmektedir.

Karşılaşılan felaketin üç alanda kalıcı sonucu olması beklenebilir. İlkin, devletlerin verdiği kamu sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi gerektiği belli olmuştur. Bir yandan sağlık kurum ve kadrolarının salgınlara karşı daha hazırlıklı olmalarının sağlanması gerekirken, diğer yandan hastalanan herkese sağlık hizmeti verilmesine müsait yapıların gelişmesi gerekmektedir. Bunun nasıl yapılacağı konusunda tek yol yoktur. Sağlık sisteminde özel girişimi ön planda tutmak ama herkesin sağlık sigortası sahibi olmasını sağlamak (Obamacare) veya devletin kurduğu bir ulusal sağlık sistemlerini güçlendirmek (İngiltere) ikinci bir yol olabilir. Başka çözümler de geliştirilebilir.

Felaketin ikinci sonucu, devletin iktisadi hayatı canlı tutmak ve çöküşü engellemek için çok aktif bir rol oynaması, kamu kaynaklarının özel teşebbüs dâhil herkesi kurtarması için kullanabileceğinin artık tartışmasız kabul görmesidir. Devletin iktisadi hayattaki rolünü sadece düzenleyiciliğe indirgeyen neo-liberal düşüncenin yenik düştüğünü kabul etmek gerekecektir. Bununla birlikte, bazen ileri sürüldüğü gibi, kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek şu an için doğrulanması için yeterli kanıt olmayan, fazla iddialı bir düşüncedir.

Salgının üçüncü sonucu, ülkelerin bir yandan uluslararası tedarik zincirlerini çeşitlendirerek tek ülkeye (özellikle Çin’e) bağımlı olmaktan uzaklaşmaları, diğer yandan tarım, ilaç sanayii gibi bazı alanlarda kendi kendine yeterli olmaya yönelmeleridir. Bu yaklaşımın muhtemel bir sonucu da Çin’den gelmek isteyen yatırımlara karşı daha ihtiyatlı bir yaklaşımın yaygınlık kazanmasıdır.

Uzun vadeli sonuçlar neler olabilir? Toplumsal müneccimlik işe yarar mı?

Yazımıza başlarken, toplumların karşılaştığı salgın, savaş, iktisadi çöküş gibi büyük olayların uzun vadeli sonuçlarını kestirmekte yanılma payının çok yüksek olacağını ifade etmiştim. Nitekim, bir önceki başlığı bitirirken yaşadığımız felaketin kapitalizmin sonunu getireceği değerlendirmelerini aceleci bulduğumu ifade ettim. Bazı değişimlere uğramasını beklemek daha gerçekçi olur ancak bu değişiklikler ne yönde olur, bu benim donanımımı aşan bir toplumsal müneccimliğe ihtiyaç gösteriyor.

Kapitalizmin geleceğine benzer bir tartışma da demokrasi ile ilgili olarak cereyan ediyor. Kriz esnasında devletin toplumsal hayata müdahale sınırlarının geliştiği muhakkak. Topluma ilişkin bilgi toplama, kaydetme olanaklarının genişletilmesi de tabii bulunuyor. Otoriter yönetimini güçlendirme arayışı içinde olan bazı liderlerin salgını vesile ederek yetkilerini arttırdıkları da görüldü. Acaba demokrasinin sonu mu geliyor? Ancak aynı gelişmeler, yerel yönetimlerin de güçlendirilmesi gibi merkezi hükümetin gücünü görece denetleyen bir başka sonuç daha doğuruyor. Öyleyse, salgından demokrasi güçlenerek mi çıkacak? Herhalde bir sentez oluşacak ama bu nasıl bir sentez olur, bilemiyoruz.

Değerlendirmemizi daha somut bir soruyla tamamlayayım. Acaba AB bu süreç sonunda zayıflar mı, dağılır mı, yoksa bu bunalımdan daha güçlenerek mi çıkar? Şu anda gördüklerimden yola çıkarak güçlenmez diyeceğim ama aklım bana toplumsal, ekonomik ve siyasal değişmenin uzun vadeli sonuçlarını tahmin etmeye kalkışmakta aceleci olmanın pek akıllıca bir girişim olmadığını emrediyor.

Twitter: @ilterturan9

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 27 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

İlter Turan
İlter Turan
Prof. İlter Turan - İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Emeritüs Profesör ve aynı üniversitenin eski rektörüdür. Uluslararası Siyasal Bilimler Derneği önceki dönem Genel Başkanıdır. Profesör Turan daha önceki dönemlerde İstanbul ve Koç üniversitelerinde ve konuk olarak aralarında California (Berkeley), Iowa, Arizona ve Oxford (Nuffield ve St. Anthony’s College) üniversitelerinin de bulunduğu muhtelif Amerikan ve İngiliz üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmıştır. Türk siyasal hayatı ve dış politikası ve Mukayeseli Siyaset üzerinde Türkçe ve İngilizce yayınlanmış çok sayıda akademik çalışması bulunmaktadır. Dr. Turan muhtelif şirket ve vakıf yönetimlerinde görev yapmakta, şirketlere danışmanlık yapmakta ve Dünya gazetesindeki “Siyaset Penceresi” sütununda haftalık yazılar yazmaktadır. Tarsus Amerikan Koleji’nde okumuş, El Cerrito Lisesi’nden (1958, California) mezun olmuştur. Siyasal Bilimler Lisansını Oberlin Kolejinden (1962, Ohio), Yüksek Lisansını Columbia Üniversitesinden (1964, New York), Doktorasını İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden (1966) almıştır. 1970’de doçent, 1976’da profesör olmuştur.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x