Tekrarlandıkça anlamını yitiren söz öbekleri olan klişelere hayatın tüm alanlarında rastlamak mümkün. Birbirinden habersiz birçok insanın kullandığı bu basmakalıp ifadeler kişinin sözcük dağarcığının azlığından ve düşünce yoksunluğundan ileri geliyor olmalı.
Çoğumuzun başına gelmiştir: Sırf içinizi dökmek için sıkıntılarınızı paylaştığınız kerli ferli birinden, “hayat böyle” ya da “takma kafana” gibi sözler işitmişliğiniz vardır muhakkak. Üstelik bunları derken öyle bir ifade takınırlar ki, insan bu sözcüklerin ardında derin bir felsefe aramaktan kendini alamaz. Görünen o ki bu teslimiyetçi tavırda bir düşüncesizlik, ona bağlı olarak da bir samimiyetsizlik söz konusu. Her hâlükârda, beylik laflarla bayağılaştıramayacakları konu olmayan “hayat böyle”ci filozoflardan uzak durmakta fayda var. Ayrıca siz siz olun, içini döken birine böyle sıradan reçeteler sunarak kimsenin sıkıntısını hafifsemeye kalkışmayın. Emin olun, insanlar çoğu zaman sırf rahatlamak için dertleşirler. Sadece dinleyin; fazlası ukalalığa girebilir!
Düşünce yoksunluğunun kelime dağarcığı ile yakından ilişkisi var. Öyle ya, insan bilmediği bir şeyi nasıl düşünebilir? Günlük hayatta 300-400 kelime ile konuşan birinin derin düşüncelere dalmasını beklemek haksızlık olur. Gerçi ben daha azıyla konuşan insanların uzun nutuklar attığına da tanık oldum. Fakat bunun konumuzla değilse de bir tür cesaretle alakalı olduğu kesin. Bahsettiğim cesur (!) arkadaşlar artık sadece nutuk atmıyor; ilgi göreceğini düşündükleri vecizelerini kitaplaştırıyorlar da! İşin garip yanı bu kitapları okuyanların da kelime dağarcığı aşağı yukarı aynı. Zaten kelime dağarcığı fazla olan yazarları okuyamıyor bu okur tipi; sıkılıyor; dudak büküp kitabı elinden atıyor ve zengin belleğinden seçtiği tek bir kelimeyle de kimsenin itiraz edemeyeceği o meşum eleştirisini yapmayı ihmal etmiyor: “Berbat!”
Size bir sır vereyim: Çoğu yazar bu okur tipinin peşinde. Neden mi? Beğenilerini kazanmak kolay da ondan! Nereden mi biliyorum? Çok satan mevsimlik kitaplardan elbette! Hani şu dilden ve üsluptan yoksun, “ama konusu hoş” kitaplardan…
Aşk karın doyurur mu?
Gençlik yıllarımızda büyüklerimizden çokça işittiğimiz bir klişedir: Ne zaman âşık olsak ve bunu ağzımızdan kaçırsak, karşımıza geçerler, ağızlarını yayarak, “Aşk karın doyurmaz,” derlerdi. Bu sözü oldum olası anlayamamışımdır. Tokluk bir ölçü sanırım. Nitekim tokluk uğruna yapılan işleri, çevrilen dalavereleri düşününce, bu ölçütün ne derece geçerli olduğunu anlayabiliyorum. Karın doyurmayı düşünen kimdi ki? Aşk gibi bir felakete uğramış, yemeden içmeden kesilmiştik. Şu yaşa geldim, aşk karın doyurur mu öğrenemedim, ama aç bıraktığı kesindi. İşin tuhaf yanı, bu klişeyle duygularımızı incitenler işi iyice alaya döktükten sonra birdenbire ciddileşerek eski defterleri açar, başlarından geçen aşk maceralarını sıralayarak ah vah ederlerdi. Açlık korkusu nelere kadirdi!
Sevgiliyle irtibat
Âşık, aşkı uğruna her şeyi yapmaya hazırdır. Öyle ki, bir orduya bile kafa tutabilir. Bu yüzden aşkı bir tür deliliğe benzetenler vardır. Psikanalistlerin akıl tanımlarına güvenmediğim için burada onlardan birine yaslanmak istemiyorum. Zaten aksi olsaydı size çoktan birkaç isim sayardım. Normalin tanımını toplum normlarına göre yapanları bir türlü sevememişimdir. Her fırsatta psikanalistlerden alıntı yapmayı olduğundan derin görünmeye çabalayan yazarlarımıza bırakıp konumuza dönelim. Evet; âşığın gözü karadır. Fakat ne hikmetse bazı durumlarda aşkını itirafa cüret edemez. İşte böyle zamanlarda klişeciler ortaya çıkar ve “Seviyorsan git konuş,” derler. Tabii ya! Nasıl da aklımıza gelmedi, değil mi? Bu kadar basit bir şeyi düşünemeyen âşık mı olur? Şu klişeciler de olmasa ne yapardık bilmem!
Aşkından ölmek yahut Werther’in çektikleri
Yirmili yaşlarımın ortalarında edindiğim bir arkadaş grubuyla akşamları bazı kafelerde buluşur, saatlerce gevezelik ederdik. Haklarını yemek istemem. Hepsi de yetenekli çocuklardı. Bir kere sanata karşı duyarlıydılar. Kimi üç beş akorla gitar çalar, kimi eciş bücüş resimler yapar, kimi de bet sesine aldırmadan şiir okur, şarkı söylerdi. Sahip olduğumuz yetenekleri çevreye sergilemeyi asla ihmal etmezdik. Tek bir ortak yanımız vardı, çabuk âşık olurduk. İsmini bile bilmediğimiz sevgililer belirlemiştik kendimize. Âşık olmak için çok fazla nedene de ihtiyacımız olmazdı. İlk görüşte tutulur, aradan bir saat geçmeden aşk acısıyla dolar taşardık. Aramızda durumu iyice vahim olanlar vardı. Mesela bir arkadaşımız sadece sırtını gördüğü birine tutulmuş, ablak yüzünü görene değin de günlerce, “Aşkımdan ölüyorum,” diyerek hepimizi darlamıştı. Boş kafalı insanlar değildik! Bir pandomimci ustalığıyla, çantalarımızdan, ne kadar da kültürlü olduğumuzu etrafımıza ispatlayacak kitaplar çıkarır, masaların üzerine koyardık. Ayraçların yeri de hiç değişmezdi. Alelade kitaplar değildi bunlar. Bir taşla iki kuş vurmalıydık. Aşk ve Gurur en çok tercih edilen kitaplardandı. Ama favorimiz Genç Werther’in Acıları’ydı. Ölmeye razıydık! Bir iç sıkıntısıyla oturur, bizden haberi olmayan sevgililerimize kaçamak bakışlar atardık. Aramızdan biri işi iyice ileri taşıdı ve tişörtüne iri puntolarla Werther yazdırdı. Daha ne yapsındı! Kitabı okuyanlar onun için endişeleniyordu, okumayanlarsa Werther’i marka ismi sandı. Tahmin edersiniz ki kitaplar ve tişört bir işe yaramadı. Aramızdan kimse de ölmedi. Zaten artık görüşmüyoruz. Galiba bu uğursuz günleri anımsamamak için yıllardır birbirimizden kaçıyoruz.
Klişelere taş çıkartan kitaplar
Aşkın yüce bir duygu olduğunda hemfikiriz değil mi? Peki, hiç düşündünüz mü, böylesine yüce duyguyu tanımlamak için neden basmakalıp sözler edilir? Ben düşündüm; fakat işin içinden çıkamadım.
Bu yazı vesilesiyle bizde yazılmış aşk konulu kitaplara göz atarken elime Mehmet Coşkundeniz’in kitapları geçti. Bir gazetede aşk üzerine yazan Coşkundeniz’in daha önce hiçbir yazısını okumamıştım. Şimdi kitaplaşmış yazılarına göz attıkça ihmalkârlığımdan utandım, diyebilirim. Birçok kitabı var, ama yerimizin darlığı yüzünden sadece sen git Aşk bana kalsın adlı kitabından bahsedeceğim. Görüldüğü üzere kitap adındaki sözcüklerden yalnızca “AŞK” büyük harflerle yazılmış. Doğrusu, aşkı daha kitabın isminden başlayarak bu derece yüceltmesi takdire şayan! Boşuna değildi demek kendisine “aşk doktoru” denmesi. Kim bilir içinde daha ne yücelikler var, diye heyecanlanarak kitabı aralayıp yazı başlıklarına göz attım:
“Oyun değildir aşk”, “Sevmek yetmez”, “Aşka sınır dayanmaz”, “Aşk sordu soruyu”, “Her gördüğüm sen”, “Aşka aç gözlerini”, “Bir tek seni unutmam,”, “Ölümden öte sevmek”.
Hâliyle asabım bozuldu. Kitabın ismine yeniden baktım. Ön kapağın sağ alt köşesinde “3. Baskı Toplam 250.000 Adet” yazıyordu. Gayri ihtiyari dudak büktüm. Bir şans daha verdim ve alelade bir sayfayı açtım: “Söz biter aşk kalır” Kitabı aldığım yere bıraktım, kahve yapmak için mutfağa gittim ve uzun bir süre çalışma odama dönmedim!
Fakat yazıyı bitirmem gerekiyordu. Bu sefer Romantik İsyankâr Halim Bahadır’a ait iki kitabı koydum önüme. Birinin adı Hangi Sarhoşluklar Bıçakladı Yalnızlığımı’ydı. Diğerine bakmadım bile! Romantiğin de isyankârlığı çekilmiyordu. Sinirlerim iyice gevşemişti. Kitabın ismini birkaç kez tekrarladım ve bir kahkaha tufanına kapıldım. Ertesi sabah apartmanın koridorunda komşularımdan biriyle karşılaştım. Başıyla beni selamladıktan sonra, “Gece misafirleriniz vardı galiba Süleyman Bey, hayli de eğleniyordunuz!” dedi. Karşılık vermedim.
Dikkatimi çeken bir başka kitap da Olimpos yayınlarından (2018) çıkan Miraç Çağrı Aktaş’a ait Yine de Sevdik’ti. Biraz kurcaladım, ama kitap ismindeki “yine de”nin neye karşılık geldiğini anlayamadım. Anladığım bir şey varsa o da kitap boyunca papatya edebiyatı yapıldığıydı:
“Papatya kalpli insanlar üzülmemeli.”, “Sen dalında güzel bir papatyaydın. Ben bırak seni koparmayı, koklamaya bile kıyamadım…”, “Belki bugün değil ama bir gün, mutlaka bizim de papatyalarımız açacak.”
Böylesine ağır metinlere alışık olmadığımdan papatya metaforlarında yatan gizli ve derin anlamların sırrına eremedim; fakat merak edenler için söyleyeyim, kitabın ön kapağında “1. Baskı 200.000 Adet” yazıyor!
Bahsedilecek çok kitap var; ancak Kahraman Tazeoğlu’nun Söz adlı kitabını anıp bu bahsi kapatacağım. İlk baskısı 2012’de yapılan kitap üç yılda yirmi dört baskıya ulaşmış. Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında, “Bu özlü sözlerin, özellikle genç kuşağın kendini ifade ettiği ama artık paylaşılmaktan yüzüne bakılmayan sosyal paylaşım sitelerindeki iletilere ve internet dünyasına da taze kan getireceğine eminim,” denmiş. Mübarek kitap değil de, adeta Kızılay! İnternete taze kan getirecek ve genç kuşağın kendini ifade etmesinde rehber olacak özlü sözlerden birkaçını sıralayayım da, bizde filozof çıkmaz diyenler utansın:
“Ben yarama çoktan sen bastım.”, “Aşk, hayattaki en saçma güzelliktir.”, “Aşk, gönüllü mahkûmiyettir.”, “Seni içimden terk ediyorum.”, “Aşk, alış-veriş değil bir hibe sanatıdır.”
Klişe dozu kaçan şarkılar
İlhan İrem’in Don Kişot adlı bir şarkısı var. Söz ve müziği de kendisine ait. Ne zaman kulağıma çalınsa dudak bükmeden edemem. Bilmeyenler için nakaratı şuraya koyayım:
Veremem / Bir kalbim kaldı / Veremem / Onu aşk aldı
Sanırım fedakâr birinin serzenişi var bu sözlerde. Bir kalbi kalmış, onu da aşk almış. Her şey tamam da, kalp aşka mı verilir, yoksa sevgiliye mi? İşte bu şarkıda içinden çıkamadığım yer tam da burası. Nakarata devam edelim:
Yeldeğirmenlerine karşı / Don Kişot muyum? / Uçuyorum durmadan / Ben pilot muyum?
Ufak tefek çılgınlıklara kalkışanların kendini Don Kişot’a benzetmesi çok yaygın bir klişe olsa gerek. Cervantes bir gün herkesin Don Kişot olacağını bilse yine de bu romanı yazar mıydı acaba? Şarkıyı ben yapsam topa tutulurdum. Neyse ki İlhan İrem yapmış da, altını deşmeye gerek görmüyoruz!
Aklımın ermediği şarkılardan biri de Cihan Mürtezaoğlu’ndan dinlediğim Sen Banasın adlı şarkı. İsimdeki anlam dehşet! Bir insana ‘sen banasın’ denir mi? ‘Birbirimize aitiz’ demiyor bakın! ‘Sen bana aitsin, ama ben kimseye ait değilim’ mi demek isteniyor yoksa. Tek sorun isimde değil elbette. Tüm sözler birbirinden bağımsız; basmakalıp ve anlamsız:
Kurusıkı silah gibi o esmerin teni / Bu defa başka / Dilimdeki küfür gibi fısıldar o beni / Bu defa başka
Neresinden tutayım bilemedim. Neymiş başka olan, anlayanınız var mı? Kurusıkı benzetmesi de müthiş! Ayrıca, o esmerin teni kurusıkı da, bu esmerin teni mitralyöz mü yahu!
Son olarak da Kıraç’ın Taş Duvarlar şarkısını ele alalım. Şarkının başında okunan şiirde şöyle deniyor:
Ismarlama aşklara tahammülüm yok artık / Ya beni adam gibi sev ya da çek git yolumdan
Anladığım kadarıyla eskiden ısmarlama aşklara tahammül ediliyormuş, ama artık bu durum katlanılmaz bir hâl almış. Bir de adam gibi sevmek var. Klişenin de klişesi bu laf! Nasıl bir şeyse artık bu adamlık! Ne yapıyorsak adam gibi yapmamız isteniyor. Neyse, adam gibi (!) susayım da, durduk yerde feministleri galeyana getirmeyeyim. Aman!
Klişe ölçülü şiirler
Yakın zamanda bir kitap fuarına katıldım. Okurların değilse de yazar sayısının arttığını gözlemledim. Elinizi sallasanız bir yazara değebilirdi. Ağırlık ise şairlerdeydi. Yan yana sıralanmış masalara kuş gibi dizilen şairlerimizin (!) önlerinden geçmeye gelmiyordu. Bir bahane ile yoldan çeviriyorlar, kitaplarını gözüme sokuyorlar; tüm bu densizlikler yetmezmiş gibi, beylik laflarla yazdıkları şiirleri bozuk telaffuzlarıyla okumaya kalkışarak akıllarınca beni tesirleri altına almaya çalışıyorlardı. Aralarından birine kitap okuyor mu, diye sordum. Sormaz olsaydım! Kitap okumuyormuş. Ne yazdıysa yüreğinden yazmış. Âşık Veysel körmüş, bu yüzden hiç kitap okuyamamış; fakat yazdıklarını dünya âlem okuyormuş! Korkmayınız; bu, kerameti kendinden menkul şairlerin (!) şiirlerinden (!) bahsederek canınızı sıkmayacağım.
Şiirin gündelik konuşma dilinin üstünde olması gerektiğini düşünenlerdenim. Ama yerinde kullanıldığında basmakalıp sözlerle de şiir yazılabilir. Orhan Veli’nin bazı şiirleri buna örnek olabilir. “Dağ Başı” adlı şiirini hatırlayalım:
Dağ başındasın; / Derdin günün hasretlik; / Akşam olmuş, / Güneş batmış, / İçmeyip de ne haltedeceksin?
Şimdi de “Gelirli Şiir”e göz atalım:
İstanbul’dan ayva da gelir, nar gelir, / Döndüm baktım, bir edalı yar gelir, / Gelir desen dar gelir; / Gün aşırı alacaklılar gelir. / Anam anam, / Dayanamam, / Bu iş bana zor gelir
Görüldüğü üzere iki şiirde de neredeyse tüm dizeler basmakalıp. Şunca sıradan söz öbeğini bir araya getirip de böylesi ahengi elde etmek her şairin harcı olmasa gerek.
Gelelim aşk üzerine klişelerle dolu şiirlere. Dikkat ederseniz “aşk şiiri” demiyorum. Böyle isimlendirmelerden pek hoşlanmıyorum. Şiir mi, değil mi ona bakmalı. Şiir bu, aşkı da ele alır, doğayı da, yaşamı da, ölümü de… Temalara göre türlere ayırmak olsa olsa antolojicilerin çıkarına olur!
Enis Behiç Koryürek’in Sevgi adlı şiirinin ilk dörtlüğü klişelerle dolu. Hem öyle ki, bugün biri bu şiiri yazsaydı ve bir dergiye gönderseydi kesinlikle mimlenirdi.
Sen varsın bakışımda, / Her nefes alışımda, / İçimde ve dışımda, / Günahlarımda bile!
Posta gazetesi şiirlerine benziyor.
Özdemir Asaf’ın çoğu şiirinde de klişe sözler bolca kullanılmış: Akıl Gözü adlı şiiri başı çekebilir:
Seni bulmaktan önce aramak isterim. / Seni sevmekten önce anlamak isterim. / Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de, / Sana hep yeniden başlamak isterim.
Gözünüz kesiyorsa şu şiiri âşık olduğunuz kişiye gönderin. Fakat, “Sen neyi başlayıp bitiriyorsun!” diye zılgıt yerseniz karışmam! Şimdi de Özdemir Asaf’ın basmakalıp sözlerle aşkı tanımladığı Aşk adlı şiirine göz atalım:
Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, / Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. / Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür; / Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
Son olarak Ataol Behramoğlu’nun Yeniden Hüzünle şiirini ele alalım:
İşte yine can sıkıntısı / bana şiir yazdıracak. / Tırnaklarım uzamış, / içimde yaralı bir aşk
Ne çok duyuyoruz değil mi, yaralı aşk klişesini. Peki, yaralanan aşk mı olur, yoksa o aşkı yaşayan mı? Şiire devam edelim:
İçimde yaralı bir aşk / ve birkaç piyes ölüsü, / birkaç gözyaşı kırıntısı, / intihar gelgiti birkaç
Her şey tamam da, gözyaşı kırıntısı nedir anlayamadım. Fakat kendime şiirden bir ders çıkardım ve can sıkıntım olduğu zamanlarda elime kalem almamaya karar verdim.
İllegal aşk
Klişeler konusu yazmakla bitmez. Geçenlerde yakın dostum, büyük şair Turgut Çelik’le karşılaştım. Bir dergiye şiirini götürüyormuş. Ona klişelerle ilgili fikrini sordum. Muzipçe gülümsedi ve “Sana son yazdığım şiiri göstereyim,” dedikten sonra çantasından bir kâğıt çıkarıp bana verdi. Heyecanla aldım, Aşk İllegaldir adında bir şiirdi. Gülmeye başladım. Kızdı hâliyle. “Ne gülüyorsun!” diye kükredi. “Ben de kalabilir mi?” dedim. Kızgınlığı sevince dönüştü. “Olur!” dedi. Şiir ne de olsa biraz da okuyanındır. Dostumun beni affedeceğinden eminim. Bir kısmını sizlerle paylaşayım:
Rüyadayım, sana senden de yakın / Suçluyum, haddimi aşıyorum ben / Ayrıntı vermemi bekleme sakın / Aşığım, illegal yaşıyorum ben /
İğne deliğinden geçtim odana / Dokundu dudağım beyaz gerdana / Bencilce yatmıştın yer yoktu bana / Dedim öteye git, üşüyorum ben
Basit mi? Basit. Fakat basitlikle bayağılığı karıştırmamalı. Bence kulağa hoş gelen bir tını var bu şiirde.
Klişesiz günler dilerim.
Sürçü lisan ettiysek af ola!
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 20 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.