Filmlerin “eğlencelik” olmaktan çıkıp tarihten ekonomiye, etnolojiden psikanalize, insanlığa dair neredeyse tüm alanların en verimli ve en makbul gözlem aracı olduğu artık herkesin malumu. Tabii bunda aynı zamanda araştırmacılar açısından pek keyifli bir “malzeme” olmalarının da payı var. Öte yandan, oldum olası gördüğümüz filmlere dair yorum yapmak, fikir yürütmek, hatta hızımızı alamayıp hikâyeleri uzun uzun anlatmak da hepimizin, tüm seyircilerin ortak alışkanlığı.
Hal böyle olunca, pandemi döneminde, başlarda uzun süre tamamen kapalı kalan, açıldıklarında da eski doluluklarına kavuşamayan sinema salonlarına birdenbire milyonlarca kişiyi adeta hücum ettiren Bergen adlı filmin her kesimde, her mecrada bolca konuşulması şaşırtıcı olmasa gerek.
Diğer alanlar bir yana, sosyoloji, tanımı gereği, bir filmin böyle büyük bir gişe başarısı yapmasını sorgular. Zira sosyoloji sadece “toplumun bilimi” değil, toplumsal ilişkilerin de bilimidir. Ve bir film tek bir açıdan değil, birçok açıdan toplumda insanların birbirleriyle, iktidar odaklarıyla, geçmişleriyle ve hayat pratikleriyle ilişkilerinin ipuçlarını sunar. Çünkü her film bir belgedir; yalnız belgeseller değil, kurmaca filmler, en absürt diyebileceğimiz tür filmleri de belgedir. Dolayısıyla mesela Bergen filmi üzerinden günümüz Türkiye toplumunu düşünmek, anlamak, anlamlandırmak mümkündür. Bu yazının muradı da Bergen filminin bu derece popüler olmasının toplumsalla ilişkisine eğilmek, anlamaya çalışmak olacak.
Bir başka deyişle, derdimiz filmin sinematografik özelliklerine dair bir çözümleme, hele de teknik veya estetik anlamda bir eleştiri yapmak değil. Asıl meselemiz, tüm bu öğelerin nasıl olup da milyonları cezbettiği. Gerçi bu cazibenin nedenleri teknikten de, politikadan da azade değil, nitekim yer yer bunlara da kısaca değineceğiz.
Sosyolojik açıdan bir filmin başarısının kabaca üç ana alanla bağlantılı olduğunu belirterek başlayalım. Birincisi bir metin, bir hikâye, bir kurmaca olarak filmin kendisidir. İkincisi filmin ulaşmak istediği seyircilerin özellikleri, dolayısıyla da filmden beklentileri; üçüncüsü de incelenen filmin gösterildiği dönemde yaygın olan film izleme ve sosyalleşme pratikleri. Bu alanlar aslında birbirleriyle içi içe geçiyor: o nedenle de son zamanların moda kesişimsel bir yaklaşımdan yola çıkıyoruz. Serpil Kırel bu yaklaşıma “bütünleyici yorum” diyor.
Bergen filmi bu üç alanda da taşlarını doğru oynamış, başarısını hazırlamış bir yapım.
Sinema kültürümüzün yapıtaşı: melodram
Öncelikle filmin türüyle başlayalım. Bergen biyografik bir dram. Şüphesiz her dram bir veya birkaç hayat hikâyesini anlatır. Ancak biyografiler belli bir alanda veya belli bir olay nedeniyle kamu nezdinde hayatını merak ettiğimiz ünlü kişilerin hayat hikâyesidir. Hele de söz konusu bir şöhret, bir yıldızsa daha da ilgi çeker. Nitekim sinemada veya televizyon dramalarında, komedi, polisiye, bilim kurgu gibi göreceli olarak daha klasik türlerin yanı sıra şimdilerde “biyografi” diye bir kategori oluşmuştur. Birkaç örnek verecek olursak, Edith Piaf’ın (Kaldırım Serçesi, 2007), Queen ve Freddy Mercury’nin (Bohemian Rhapsody, 2018), Lady Diana’nın (Spencer, 2021) veya yerli sinemada Müslüm Gürses (Müslüm, 2017) ve Naim Süleymanoğlu’nun (Cep Herkülü, 2019) hayat hikâyeleri sinemada ilgi gördü.
Bu hikâyelere baktığımızda birbirinden çok farklı şöhretlerin hayatlarında ortak yanlar olduğunu görürüz: dramatik olaylar, mağduriyetler, genç veya olağan dışı ölümler. Kısacası aslında dünyada da, ama özellikle Türkiye’de, ünlülerin hayatı, seyircilere sundukları melodram dozuna göre sevilir. Kaldı ki bu melodramatik hayatlara olan ilgi ünlülerinkiyle de sınırlı değildir; yoksa reality show’ların, mesela gerçek kişilerin başından geçen bin bir şiddet, mağduriyet, cinayet hikâyesini haftalarca aylarca sahneleyerek anlatan gündüz kuşağı programlarının reyting başarısını nasıl açıklarız?
Türkiye’de her sinema seyircisi, az ya da çok Yeşilçam geleneğinden gelen bir melodram genine sahiptir. (Melodramın ve Yeşilçam’in özelliklerini kısaca hatırlatmak zor. O nedenle, ilgilenenler bu alanda yapılmış değerli çalışmalara başvurabilirler). Şarkıcı Bergen’in filmde işlenen hayatı bir yanıyla kadim ve klasik Yeşilçam melodramlarının pek çok öğesini barındırıyor: babasız geçen çocukluk, yoksul ve zorlu koşullarda eğitim, anne baskısı ve tabii ceberrut koca şiddeti ve genç yaşta katledilme. Ayrıca, yine popüler sinema kültürümüzün bir parçası olan, özellikle de “şarkılı, türkülü” filmlerin gözde bir durumu daha var filmde: pavyona “düşen”, hasbelkader ünlü olan şarkıcı kadın.
Ama öte yandan, 2022’de milyonların beğenisini kazanan Bergen filminin 1960-70’ler Yeşilçam melodramlarından en temel farkı da burada yatıyor. Tüm bu melodramatik, ahlakçı, birinci dereceden cinsiyetçi olabilecek göndermeler, filmin yaratmak istediği anlam ve kullandığı dil sayesinde seyircide, özellikle de kadınlarda “ağlama” değil, öfke, hatta isyan duygularını harekete geçiriyor. Böylelikle izlenen, pavyona düşmüş, sonradan ünlü olmuş bir şarkıcının trajik sonu değil. Kariyer yolunu kendisi çizen, tercihlerini kendisi yapan, ancak erkek şiddetinden kaçamayan bir kadının hikâyesi. Sonuçta her yıl ünlü, ünsüz, modern, geleneksel, eğitimli eğitimsiz yüzlerce kadının kaybına neden olan bir “kadın cinayeti”ne daha tanıklık ediyoruz.
Film seyircinin alışık olduğu bazı melodram kalıplarını değişime uğratıyor. Elbette bu bir seçim, yönetmenler kadar, bu konuyu bilinçli olarak işleyen senaristlerin de imzası var bu seçimde.
Farklı seyircilerin buluşma noktası: arabesk ve kadın cinayetleri
Filmin hikâyesini bu şekilde konumlandırması aynı zamanda da muhatap almak istediği seyirci profilini belirlemiş oluyor. Bergen filmi, bir anlamda, seyirci başarısı sağlamış televizyon dizileri gibi (son dönemde Yargı örneğini verebiliriz) farklı, yaşam tarzları ve diğer alanlardaki beğenileri belki de birbirinin karşıtı insanlara aynı anda hitap ediyor. Geleneksel popüler film izleyicisinin ötesinde kitleleri de ilgilendiriyor. Mesela son yıllarda, kadın hareketinin yoğun mücadelesiyle gündeme gelen ve maalesef süreğenleşmesiyle hep gündemde olan erkek şiddetine duyarlı seyirciler, özellikle de kadınlar… Bunlara ek olarak veya bunlarla kesişen başka seyirci grupları da var. Genelde popüler kültür, özelde de arabeskle, uzun dışlama, hatta aşağılama yılları sonrası barışan, bağdaşan, hatta ilişkisini “seviyorum var mı diyeceğin”le dillendiren kesimler. Ve bu kesim oldukça geniş bir yelpaze: Kültürel çalışmaların izinden popüler kültürün eleştirel, muhalif yanını benimseyen entelektüeller de var bu grupta, postmodern hayatın eklektik sularında, bazen de kendinden menkul kuir (LGBTI+) kimliği edinenler de. Ayrıca, bugüne kadar dışlanmış, ötekileştirilmiş hayatlara, mesela pavyon dünyasına artan ilgiyi de unutmamak gerekir. Hele de bu dünyayı, asıl hikâyenin fonunda bile olsa, televizyon ekranlarına taşıyan Behzat Ç. dizisinin baş oyuncusunun filmde Bergen’i pavyonda görerek etkisine alan cani kocayı canlandırması tesadüf olmamalı… Bu göndermenin bile seyircinin algısını dürterek filme gitme motivasyonunu beslemiş olması çok muhtemel.
Bergen’in hayatı da, müziği de, o müziği icra ettiği pavyon ortamı da “arabesk” kültüre dahil. Kült olmuş şarkıları var: en bilineni de şüphesiz bir anlamda hayatının tanımı/özeti olarak yıllarca kullanılan, hatta gündelik dilde bir deyime dönüşen “acıların kadını”. Ancak bu noktada filmin belki de en önemli özelliklerinden biri, bu şarkıya hiç yer vermemesi, en ufak bir gönderme, anıştırma yapmaması. Bu da, az önce altını çizdiğimiz üzere yönetmen ve senaristlerin bilinçli bir seçimi: Klasik Yeşilçam melodram seyircisinden farklı gruplara hitap etme amacının yanı sıra filmin taşıdığı mesaja dair mühim bir ipucu. Bu seçimle bile, erkek şiddeti ve kadın cinayetlerinin sadece duygusal bir kavram olan acıyla özdeşleştirilmesini reddediyor film; bu özel hayatın/özgün hikâyenin son derece kamusal, ortak bir durum olduğunu sergileyerek “kadın cinayetleri politiktir” diyor. Nitekim final sahnesi sonrası ekrandan akan bilgiler ve çağrı, metnin örtük söylemini güncel veriler ve İstanbul Sözleşmesi hatırlatmasıyla doğrudan mesaj olarak dillendiriyor.
Sonuçta, Bergen, popüler sinemanın belli cazibe özelliklerini (oyuncu seçimi, kostüm, makyaj, genel olarak sanat yönetimi, müzik) bu tür filmlerin klasik seyircisini yakalamada kullanırken, anlatım özellikleri ve alt metniyle, politik mesajıyla “karşı mahalle”nin, yani sanat filmi sevenlerin bir kısmını da gişe rakamlarına eklemeyi başarıyor.
Pandemi bitiyor…. Yaşasın sinema!
Filmin gişe başarısını açıklayabileceğimiz üçüncü etki alanının vizyona girme dönemi ve sinema seyircilerinin film izleme pratikleri olduğunu belirtmiştik. “Sinemaya gitme” bu topraklarda her zaman çok önemli bir sosyalleşme biçimi olageldi. Sinemaya neredeyse asla yalnız gitmeme davranışı, ailece gitme, arkadaşlarla gitme, hatta kısmen de flört amacıyla gitme şeklindeki tezahürlerini korudu, pekiştirdi. Kaldı ki klasik sinema salonu dışında film izleme bile, evlerde arkadaşlarla izleme, hatta aynı mekânda olmasa da aynı saatte aynı dizinin aynı bölümünü izleme gibi “kolektif seyir” pratiğinin duruma adapte olduğunun bir göstergesi.
İşte bu sinemaya gitme keyfi, 2020 itibariyle tüm dünyayı sarsan pandemi nedeniyle, birçok başka gündelik hayat pratiği gibi, ciddi biçimde sekteye uğradı. İnsanlar dolu dolu 2 yıl boyunca sosyal hayattan tamamen tecrit edildi, eve, içine kapandı. Bu durumun kimlerde nasıl ciddi travmalara neden olduğu belki çok daha sonraları ortaya çıkacak. Ama şurası kesin ki, radikal kapanma önlemlerinin, kapalı mekân kısıtlamalarının son bulması, bir tür “kurtuluş” ve özgürlüğe kavuşmaya dönüştü. Sinema salonları yeniden açıldı, dahası okullar yeniden açıldı ve salonları dolduranların önemli bölümünü oluşturan gençler yeniden okul çıkışı veya iki ders arası sinemaya gitmeye başladılar. Koruma amacıyla da olsa en uzun süre “resmen” eve kapatılan ve sürekli zaten endişe duydukları ölüm korkusuyla tehdit edilen 65 yaş ve üstü kişiler de yeniden sokakla ve sinemayla buluşma olanağı buldu.
Gerçi pandemi döneminde kapanılan evlerde her kesim olanağı ölçüsünde, televizyondan, dijital platformlardan, hatta korsan sitelerden film izlemiş, yani yeni bir izleme pratiği de geliştirmişti. Ama bu pratik sinemaya gitmenin tamamen yerini almadı. Çünkü bir filmi izlemek aynı zamanda da izleme deneyimini birileriyle hem o anda, hem de sonrasında paylaşmak demek.
Burada da seyirci davranışlarının çok önemli bir başka özelliğinin, yapım dönemiyle de bağlantılı olarak, Bergen’in başarısını beslediğini belirtmek gerekir. İzlenen bir film üzerine konuşmak, yorumları, duyguları, düşünceleri, çağrışımları paylaşmak. Ve birlikte izlediğimiz kişilerle ya da yüz yüze görüştüklerimizle paylaşmanın ötesinde sosyal medya son dönemlerin en mühim paylaşım alanı. Bergen’e dair her kesimin yorumu sosyal medyada yer buldu; etkileşime de olanak veren haber sitelerinde, dijital gazete ve dergilerin köşelerinde farklı yönleriyle işlendi, yorumlandı… Yani çoğaltıldı. Yaptığımız araştırmalardan biliyoruz ki, bir filmin seyirciyi salonlara çekmesinde en temel etken sosyal çevreden duyulan yorumlar. Günümüzde sosyal çevre birkaç kişilik arkadaş grubunu aşıp Twitter cemaatimiz, Insta veya Feys arkadaşlarımız, Whatsapp gruplarımız. Bergen’i izleyip beğenen, tavsiye edenlerin sözleri hızlıca yayıldı, pandemik değilse de Türkiye açısından epidemik bir hale bürünerek gişe rekoruna katkıda bulundu.
Son olarak filmin gösterimi ve başarısına dair, bazı polemikleri de besleyen bir konuya değinmekte yarar var: Bergen’in katili olan ve bu hunharca kadın cinayetine karşılık yalnızca 7 ay tutukluluk sonrası hayatına devam eden Halis Serbest’in baskısıyla filmin bir ilçe sinemasında gösterimden kaldırılması. Birçok sinema ve kadın örgütü bu kararı kınarken, kimi çevreler bunun “filmin reklamına yönelik” olarak yapımcı/dağıtımcı tarafından kullanıldığını dile getirdi.
Niyet okumak bizim işimiz değil, sadece şunu hatırlatalım “velev ki…” kullanıldı; bunda bir beis olamaz, çünkü filmlerin pazarlama iletişimi ne yeni ne de popüler sinemaya özgü. Bu basit eleştiriyi yapanlara, o çok “yüksek kültür” ürünü filmlerin ve en “ağır” festivallerin iletişim çalışmaları ve bütçelerini hatırlatmak isteriz.
Bergen, tıpkı sinemanın yok olma noktasına geldiği 1990’lı yıllarda Eşkıya’nın yapmış olduğu gibi çok sayıda insanı, tam 5 milyon 307 bin 688 seyirciyi, pandeminin kararttığı beyaz perdeyle yeniden buluşturdu; 5 milyon 307 bin 688 kişiye kadın cinayetleri gerçeğini ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin yaratacağı vahim sonuçları hatırlattı. Bunu da hem kadınların mücadelesinin bir yansıması, hem de sinemada kalın çizgilerle ayrılan tarz, dil ve tür ayrımlarının yeni bileşimlere yer açması açısından bir kazanım olarak görebiliriz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2022’de yayımlanmıştır.